18 Kasım 2013 Pazartesi

Yaşanmamış Bir Aşk İçin Dipnotlar...

O kadar birbirimize benziyorduk ki seninle, bir araya gelirsek ölürüz diye korktuk. Aşk, tedirgin bıçağıyla gezinip durdu hep yanı başımızda. Sanki dokunsak birbirimize, kıyıya inip uzaklaşan gemilere baksak, eski şarkılar geçip gidecekti içimizden. Saçlarının kokusunda bulacaktım daha önce hiç rastlamadığım harfleri. O kadar yakındım ki sana, bir ses duysam deprem oluyor sanırdım. Elime değse elin, etime takılan bir olta. Seninle yolda yan yana yürürken bile, ardımızdan geldiğini duyardım günün, o ürkek, endişeli adımlarıyla. Bir ben değildim işte senden ayrı duramayan. Peşinden gelirdi bütün her şey. Gölgesi denize düşen ağaçlar, karşılıklı oturduğumuz salaş balıkçı lokantaları, bir geminin haykıran sirenleri, duvarlarından ruhlarını sızdıran ahşap evler, arnavut kaldırımlı sokaklar, uykusuz kalmış bir çocuğun düşleri, fırtınadan sonra ortaya dökülen sessizlik, dağdan inip şehirde kaybolan yaralı hayvanlar... Bütün her şeyi peşinden sürüklemekte o kadar mahirdin ki, sanki bir mıknatıs taşıyormuşsun gibi vücudunda, senin gövdene yapışırdı adını anmaktan çekindiğimiz her şey... Biliyor musun, senden sonra seninle gittiğimiz yerlere uğradım ara sıra. İçecek bir şey bulamadığımız kafelerde, dirseğinin masada bıraktığı oyuğu aradım. Şurasından mı tutmuştun sandalyeyi? şu çatalı mı almıştın eline? dudakların şu bir kenarda duran bardağa mı değmişti? adım izlerini aradım yollarda, camlarda bakışını. Gözlerin ışıldayarak anlattığın filmlerin içine girmeye çalıştım. Hani bir masada, son yazdığım şiirleri göstermiştim ya sana, o masanın üzerine dağılmış sayfalara bölündü kalbim. Birbirimize bu kadar benzerken, birbirimizden nasıl bu kadar uzakta durduğumuza hayret ettim hep. Emindim oysa, gözlerini açıp da ilk gördüğün anda aşık olmuştun sen dünyaya. Yanından sessizce geçip gittiğini sandığın rüzgar, sen farkında olmadan tenine deyip, bir şeyler alıp götürmüştü senden, kimsenin bilmediği uzak iklimlere. O zaman mı göç etmeyi bırakmıştı bütün kuşlar? bir hayvanın kan kokan rüyası, o zaman mı arınmıştı bütün kederlerinden? hem o kadar güzeldin ki sen, inanmıştım artık ölmeyeceğime... Şimdi önümden geçip giden otobüslere bakıyorum durmadan, belki içlerinde seni görürüm diye. Sahi, eğer bir gün gelecek olursan, sana inmen gereken yeri söylemiştim değil mi? tersane kokusundan anlarsın zaten. Pas rengi martılardan, çeliğin gürültüsünden, boyası dökülmüş işçi baretlerinden, birbirinden ayrı durarak denize ulaşmaya çalışan tren raylarından, doklardan gelen çekiç seslerinden anlarsın... İki gün. Senden sadece iki gün haber alamasam, üçüncü gün sabah uyandığımda, üzerime bir dağ devrilmiş gibi oluyor. Boğazımda kocaman bir yumru, ellerim yara bere içinde. Yaralanmış bir hayvan gibi saldırıyor o zaman gün. Sanki sonsuz bir akşamın içinde, boş yere dönüp duran bir çark gibi dönüp duruyorum. Seni tanımadan önce yaşıyor muydum ben gerçekten? o zamanlar farkında mıydım en küçük nesnelerin bile ne büyük anlamlar gizlediğinin? ağaçlar bu kadar güzel görünüyor muydu hayat yanımdan umursamazca akıp giderken? oysa seninle hayatı tuttum ben, yanımda taşıdım onu, sımsıkı tutup elinden, kalbimin mağarasını gösterdim ona. Sen gelince suya indi geyikler, çamların gölgesi suya düştü ve terli atlar geçti içimden. Seni tanıdığım gün, adımı unuttum ben... Demiştim ya sana, 'sırdaşın değil, sırrın olmak isterdim' diye. Sırlara karıştım uzun zamandır. Hayatın, içine girdiğimizde dışımızda kalan olduğunu anladım. Tezgah arkasında gizlice bira içilen küçük köy bakkallarını özler gibi özledim seni. İhtiyarların, köy kahvesinin çekmeceli dama masasında oyun oynarken, onların ısmarladıkları gazozun içine leblebi atmayı özlediğim kadar özledim. Soğuk kış gecelerinde, yere, odun sobasının yanına serdiğim yatağa uzanıp, dışarıda yağan karın sesini dinlemeyi özlediğim kadar özledim. Kaç gün oldu sesini duymayalı? kaç yıl, kaç ömür, kaç asır? beton bloklar girdi sanki araya. Araya yıkılmış kentler, yarıda kalmış filmler, daha yazılmamış şiirler, kederiyle dünyayı azdıran şarkılar, bir piyanonun kırık tuşları, cama düşen yağmur damlaları girdi. Senden uzakta kaldığım her saniye, küçük bir çocuk, yavaş yavaş çıkıp gitti içimden, geride hep yanında taşıdığı uykusunu bırakarak. Bir mucize olsa şimdi, sesini duysam telefonun öbür ucunda, rüzgarın peşine takılıp uçuruma giden kuşlar geri dönseler. Yosunlar sarsa yalnızlıktan çatlamış taşların gövdesini. Bir mucize olsa da, çocukluğundan beri ceplerinde sakladığın çakılları bana versen. Ve ben görünmez saraylar yapsam denizin dibinde... O kadar yakındık ki birbirimize, birbirimize sürtünürsek farkında olmadan, büyük bir yangın çıkar diye korktuk. Yalnızca kül olurduk oysa ve rüzgarın savurmasını beklerdik bizi. Aşk bu kadar yakınımızdayken, biz birbirine uzak iki bozkırın ortasında birer ahlat olmayı seçtik. Söylemek istediğim o kadar çok şey vardı ki sana. Daha henüz çekilmemiş filmleri anlatacaktım, yazılmamış masalları uyduracaktım, parmaklarımla avucunun içine çizecektim kenarları kırpılmış yıldızları. Bir suyun nasıl sessizce aktığını izleyecektik birlikte. Denizin kayalardan kopardığı parçalara bakacaktık. Kıyıdan midye çıkaran çocuklara, yanık mazot kokusunu ortalığa salan teknelere, dalgaların kumsala bıraktığı kurumuş ağaç kabuklarına, sigara yanıklarıyla dolu masa örtülerine, sokak köpekleriniz gözlerinde ışıldayan yalnızlığa bakacaktık. Kalbine üfleyecektim yanlış bir çağın elinden kurtardığımız anlamı. Dünya saçlarını boynumuza dolayıp, bizi de sürükleyecekti söylenmekten yorulmuş şarkılar ülkesine... Ama şimdi sessizliğe gömülme vakti. Şimdi kuyuyu kendi ellerimle örme vakti. Gözlerim otobüslerin camında, ellerimi içime soktum. Henüz daha istasyonu bile olmayan bir kasaba nasıl beklerse trenin gelmesini, ben de işte öyle bekliyorum çıkıp geleceğin günü...

Gökhan Arslan