30 Aralık 2016 Cuma

Suyun Ah'ı...

Hoşnutsuzluğun kışının,
buza kestiği ellerine baka baka yitirdi. İnancını.
Gün olup da açacak güneşin sıcağının beklentisine yüz çevirip,
karar verdi: İnsan, kötülük!
Aldığına, verdiğine;
sevdim dediğine, sevmediğine,
yaşayana ve yaşatana.
Yatağına inanmadığından akmıyor.
Çünkü insan, hastalık hem de. Biliyor bunu artık.
yormaya ve yorulmaya;
ölmeye ve öldürmeye teşne bir varoluşun kirini geçtiği yere yayışından belli, diye anlatıyor.
Artık hiçbir yangına ' su ' olmazlığını  böyle anlıyoruz.
Kimin tutuşturduğu önemsiz o alaz, etimizi dağlarken sesimizi çıkarmıyoruz...


Mey



26 Aralık 2016 Pazartesi

Gecenin Bilgeliğinden Sakınmaya Dair Birkaç Söz...

Karanlık bir bakıştı gece.
Bilemezdiniz,
görür müydü keskinliğiyle açık etmediğinizi.
Görür ve süsler miydi örneğin,
kendinize bile söylemediğinizi getirip bırakmak için benim rüyama?
Ve yine,
bilemezdiniz
kimin gecesi,
kimin sabahına meyletmiş.
Soramazdınız bir de başınızı çevirip puslu göğüne;
o, şimdi hangi uykunun kollarında hangi böceğin kanadına gülümser?
Işıltılı bir gülüştü hem sonra gece.
Söz'den bir haleyi,
benim ağzımdan sizin eteklerinize süren.
Tam da bu yüzden sakınırdınız dudaklarınızı. Oysa,
bizi - kimsek ve kaç kişiysek - merhametsiz bir şehvetle yutmaya hazır,
devasa bir öpüştü gece.
Ağzınızı kocaman açınız!


Mey




17 Aralık 2016 Cumartesi

Eski Haber...

Olay eski,
oluş kadimdi.
Olmuş'un ardından bakışınıza eşlik eden acıysa, çiğ.
Varınız ne,
yoğunuz kim?
Nerede vursalar, orada
ölmeye gönüllü bir kabulleniştiniz belki.
Sorup duruyordunuz:
Neresinden sınır çekilir ete kaynamış acıya.
Soruyor, derken susuyordunuz.
Bir şey'sizin inatla beklediği hiç şey'iz bizse.
Ve gelmeyeceğiz...


Mey




13 Aralık 2016 Salı

Yan Masada...

Öyle deme Rasim abi, diyor başından beri konuşan. Rasim abinin bir şey dediği yok aslında. Dirseğini masaya dayamış, yumruk yaptığı elini de yüzüne yaslamış oturuyor; yarı açık gözlerini masadaki lakerda tabağından ayırmıyor. Beriki, kırık dökük bir sesle başladığı anlatısı ilerledikçe, nereden bulduğunu çıkaramadığımız bir güveni sesine ekledikçe ekliyor. Rasim abinin lakerdaya kilitlenmiş bakışlarında içimi burkan bir şey var, yine de bizdeki ilgi anlatıcıya odaklı. Nerede kalmıştık?

Öyle deme Rasim abi, diyordu hep konuşan. Art arda indirilmiş bıçak darbesi gibi her biri… Böyle böğrüme böğrüme. Delip geçiyor; ciğerime yakın, bir dahakine ıskalamayacağım der gibi kararında bir yerde bırakıyor. Bırakıyor ama bir süreliğine. İyileşmeye yüz tuttuğunu domuz gibi bildiğinden… Nereden biliyor abi, nasıl biliyor?

Burada soluklanıyor anlatıcı. Rasim abiye yöneltiyor dikkatini. Rasim abisinin lakerda tabağıyla olan bağını fark etmemiş olacak ki, çatalını eline alıp tabağa doğru hamle yapıyor. Yarı yolda vazgeçip, önce beyaz peynir ardından bir dilim kavun atıyor ağzına. Derken rakısından büyük sayılabilecek bir yudum alıyor. Elinin tersiyle siliyor bıyıklarından rakıdan kalanı. Kalmadığı bir yerden sürdürüyor konuşmayı, aradaki boşlukları sen doldur, der gibi.

N’apayım ben Rasim abi, diyor. Bir şey söyle. Rasim abinin bir şey söylemesine vakit bırakmadan ekliyor ardından: Ama sakın okuma gitsin, deme bana abi. Nasıl okumayayım? Yazmasın o da. Yok, yazsın gerçi. Gördün mü bak, Rasim abi? Yazsa bir dert yazmasa başka dert. İki – üç gün sesi çıkmasa, ki domuzluğuna susar kiminde, o zaman alır beni başka bir dert. Ya kaybolursa ya hepten susarsa? Susmaz ama. Susmuyor Rasim abi. Hırsını beyaz peynirden çıkarmak ister gibi çatalıyla ezip duruyor tabağındaki konuşurken. Rasim abisinin sessizliğine mi hırslanıyor ama konuşmaktan da kendini alamadığı için kendine mi kızıyor, çıkaramıyoruz o anda. Bana kalsa kızgınlığı kendine. Rasim abiye diye düşünüyor karşımdaki. Adamın heykel kıvamında oturuşunda, rahatsız edici bir yan olduğunu söyleyecek bana sonrasında. Anlatıcının bunu umursadığını sanmıyorum oysa ben.

Kaç kez öldüm ben biliyor musun Rasim abi, diyor rakıdan alınmış bir büyük yudumun ardından. Bu kez bıyıklarında kalan umurunda değil gibi. Kaç kez öldürdü beni de gıkımı çıkarmadım biliyor musun, yinelemesi geliyor o sıra. Nereden bilsin Rasim abi diye düşünüyorum ben; adamcağız lakerdanın gizemiyle bulmuş belasını. Gülecek gibi oluyorum, işittiklerimin ağzımda bıraktığı ve şimdilik nedeni belirsiz acılığı yok etmek için kavun dilimine abanırken. Rasim abinin kıpırdandığını fark ediyorum o anda. Elini yanağından çekiyor. Rakıyı dipleyip, bu kez diğer kolunu kullanarak önceki pozisyonunu alıyor yeniden. Bakışlarında aynı tembellik, dalıp gidiyor lakerda tabağına.

Bir şey deme Rasim abi, diyor beriki. Bir şey demeye yeltendi de ben mi göremedim merakımı bastırıp devamını bekliyorum söyleyeceklerinin. Denilecek her şeyi dedim ben zaten kendime, diye sürdürüyor. Dedim ama dinledim mi? Dinlemedim abi. Dinlesem iyiydi. Yok saysam, umurumda olmasa mesela. Yok abi, kendimi dinlemeyi bile beceremezken onu dinlememek hayal bana. Ama biliyor abi. Nereden biliyor abi, nasıl biliyor?

Nasıl bildiğini, bilecek gibi oluyorum ben. Tam da işaret parmağımı kadehin etrafında çevirirken dalgınlığımın içinden çıkaracak gibiyken nasıl bildiğimi, kanun ve keman başlıyor. Uşşak makamından giriyorlar, “Bir gönül hikayesi anlatırdı gözlerin “şarkısına. Meyhanenin müdavimlerinden coşkulu bir alkış kopuyor. Yan masadakinin konuşması işitilmez oluyor. Elimi kadehten çekiyorum. Karşımdaki, işitilebilmek için eğilip, sen nereden biliyorsun peki, diye soruyor. Yüzümde çaresiz bir sırıtışla bakıyorum cevapsızlığımdan. Rasim abiyi deli gibi kıskandığımı düşünüyorum bir yandan da. Bizim masada lakerda yok…



Mey




6 Aralık 2016 Salı

Berkley

Behey
Berkley!
Behey on sekizinci asrın filozof peskoposu.
Felsefenden tüten günlük kokusu
                        başımızı döndürmek içindir.
                        Hayat kavgasında bizi
                        dizüstü süründürmek içindir.
Behey
Berkley,
Behey Allahın
                Cebrail şeklindeki Ezraili,
Behey on sekizinci asrın en filozof katili!
Hâlâ geziyor İskoçya köylerinde
                      adımlarının sesi.
Hâlâ uluyor adımlarının sesine
                       tüyleri kanlı bir köpek.
Hâlâ
     her gece titreyerek
                     görüyor gölgeni İskoçya köylüleri
                                                                        evlerinin
                                                                            camlarında!
Hâlâ
     kanlı beş parmağının izi var
            o beyaz buzlu camlar gibi şimal akşamlarında!
Behey
Berkley!
Behey meyhane kızlarının kara cübbeli kavalyesi,
                                        Kıralın şövalyesi,
                                        sermayenin altın sesi,
                                        ve Allahın peskoposu!
                            Felsefenden tüten günlük kokusu
                                        başımızı döndürmek içindir.
                            Hayat kavgasında bizi
                                        dizüstü süründürmek içindir!
Her kelimen
                 kelepçelerken
                                       bileklerimizi,
kıvrılan
           bir yılan
                gibi satırların
                            sokmak istiyor yüreklerimizi.
Beli hançerli bir İsaya benziyor resmin.
Sivriliyor kitaplarından ismin
                                  sivri yosunlu ucundan
                                                        kızıl kan
                                                          damlıyan
                                                               yeşil bir diş gibi.
Her kitabın
            diz çökmüş önünde Rabbın
                             kara kuşaklı bir keşiş gibi..
Sen bu kıyafetle mi bizi kandıracaktın,
                                              inandıracaktın?
Biz İsanın vuslatını bekleyen
                                   bir rahibe değiliz ki!
Behey
Berkley!
Behey tilkilerin şahı tilki!
Çalarken satırların zafer düdüğü,
küçük bir taş parçasının en küçüğü
      imparatorların imparatoru gibi çıkınca karşısına,
      hemen anlaşmak için
                           bir kapı açıyorsun,
      binip Allahının sırtına
                              soldan geri kaçıyorsun!
      Kaçma dur!
      Her yol Romaya gider,
                 — bu belki doğrudur —
      fakat
              fikri evvel gören her felsefenin
                      safsata iklimidir yelken açtığı yer!
      Bu bir hakikat
                  — hem de mutlak cinsinden — !
İşte sen
      işte senin felsefen:
Sen o sarı kırmızı rengini gördüğün
                    cilâlı derisine parmaklarını sürdüğün
                              parlak
                                  yuvarlak
                                          elmaya:
                                              «Fikirlerin bir
                                                         terkibidir,»
                                                                      diyorsun!
Dışımızda bize bağlanmadan
                                var olan
                                       varlığı
                                             inkâr ediyorsun!
Şu mavi deniz
     şu mavi denizde yüzen beyaz yelkenli gemi,
kendi kendinden aldığın fikirlerdir, öyle mi?
Mademki kendi fikrindir yüzen gemi,
mademki kendi fikrindir umman,
ne zaman var,
              ne mekân!
Ne senin haricinde bir vücut
                      ne senden evvel kimse mevcut,
                              ne senden sonra kâinat baki
bir sen
      bir de Allah hakikî.
Lâkin ey kara meyhanelerin sarhoş papazı!
Senin dışında değil miydi
kıllı kollarında kıvranan meyhanecinin kızı?
Yoksa kendi altında sen
                      kendinle mi yattın?
Diyelim ki senden evvel baban yok
                                       İsa gibi.
Yine fakat bacakları arasından çıktığın
                                 Meryem gibi bir anan da mı yok!
Diyelim ki yapyalnızsın
                        Turu Sinada Musa gibi,
ne yazık! Tevratını okuyan da mı yok!
Çok yalan söylemişsin çok.
Sen emin ol ki Berkley
        — olmasan da zarar yok —
                bu şi're benzer yazıda hissene düşen şey:
                                biraz alay
                                      biraz şaka
                                              ve birkaç tokat
                                                  — eldivensiz cinsinden —
Neyleyim?
        Neş'e kavganın musikisidir.
Kavgada kuvvetini kaybetmiş gibidir biraz
                               neş'enin çelik ahengini duymayan adam;
neş'e ... iyi şeydir vesselam,
                                         — baş döndürmezse eğer —
ve işte bizimkiler
                     güldüler mi,
                                    ağız dolusu gülüyorlar.
Kabahat onların kuvvetinde:
                                           yoksa ne sende
                                                                 ne de bende!
Dinle Berkley!
— dinlemesen de olur —
Biz dinleyelim:
Beynimiz bal yoğuran
                          bir kovan.
Ona balı dolduran
                         arıdır hayat.
Aldığımız hislerin
                            sonsuz derin
                                      pınarıdır kâinat!
Kâinat geniş
                   kâinat derin
                         kâinat uçsuz bucaksız!
Biz onun parçaları,
      biz ondan doğan bir sürü bacaksız!
Biz o bacaksızların
    — anasını inkâr etmeyen cinsi —
Çünkü biz
     emredenlere emir verenlerden değiliz!
Bağlıyız toprağa
                kalın halatlar gibi kollarımızla!
Çelik dişleri şimşekli çarklılar
          koparırken kara toprağın esrarını,
biz
   seyretmedeyiz
           cihan içinden cihanların
                                      doğuşunu;
           kehkeşanların
               gümüş aydınlığında!
Görmüşüz,
        görmedeyiz
            yılların yollarında toprak oluşunu
                                               kızıl kadife dudaklı kızların!
Çiziyor hareketi gözlerimize
                              sonsuz maviliklerde
                                        kuyrukluyıldızların
                                               sırma saçlarından kalan izler.
Her habbe koynunda bir kubbeyi gizler!..
Şu denizler,
şu denizlerin üstünde denizler gibi esen,
                           rüzgârların uğultusu.
Şu ipi kopmuş
         inci bir gerdanlık gibi damlayan su,
                               şu bir damla su,
uzaklaştıkça, yaklaşılan
                                        hakikati gizler..
Her yeni ummanla beraber
                bir yeni imkân!
Kâinat geniş
              kâinat derin
                      kâinat uçsuz bucaksız!
Behey!
Berkley!
Behey bir karış boyuna bakmadan
                 Karpatları inkâr eden cüce!
Ahrete gittiysen eğer
               oradan bir taç gönder,
süslemek için Allahının kafasını!
Fakat buradan
       topla hemen tarağını tasını,
                        Haraç mezat!
                           Haraç mezat!
götür pazara bir pula sat:
Topraktaki saltanatın
                         göğe çıkan tahtını!
Yok üstünde tabiatın
                   tabiattan gayri kuvvet!..
Tabiat geniş
                  tabiat derin
                           tabiat uçsuz bucaksız!..


                                                                                                1926 / Nazım Hikmet Ran




26 Kasım 2016 Cumartesi

Yarım Konuşma…

                                                            Yarım konuşmak despotizmdir…/ M. Blanchot


Söylediğini eksikli bırakmanın ne zaman bir zorunluluk haline geldiğini soracak olsaydınız, size cevap verecek birini bulmak epeyce zor olurdu. Şimdilerde kimsenin hatırlamadığı veya hatırlama gereği duymadığı bir zamanda olsa gerek. Eskiler, yani ağızdan çıkanın karşıdaki için tümel bir anlam taşıdığı zamanları anımsayacak kadar yaşı geçkin olanlardan birini bulsanız dahi, çabucak unuttukları- muhtemeldir ki ilkin onlar yeğlediler söylemde tikelliğin bulanıklığını – eylemelerini hatırlamaya nazlanacaklardır. Yani ki sormayınız, ekleniniz. Eksikli yaşamayı takip eden yarım söz.  Biz buyuz.


Uyandığımda başım... Aklıma geldi… Yok! Kâbus… Nefes nefese…. Hatırlamaya… Ağrı çok… Ayağımı sürüdüm… Aklımda gözleri… Canavar… Bardak düştü… Saat erken… Onlarca parça… Kan durmadı… Acı yaradan… Yağmur ve rüzgar… Dışarıda boğuk ses… Kabus yeğdi… Musluk suyu kirli… Düşünce kirli… Üşüyen ve zonklayan… Ziller başladı… Telefon, kapı, aklım… İnsan gürültüsü… Kahve bitmiş… Makinede boşluğa fokurdayan su… Kitap düştü… Saat geç… Onlarca sayfa… Yaraya bant… İnsan kirli… Zonklayan ve üşüyen… Dışarıda çoğul ses… Kapıyı kapat… Ağzımda acı çikolata… Korku dağlarda… Çocuk düştü… Saat şimdi… Onlarca çocuk bedeni… Uyanmasaydım… Rüzgar ve yağmur… Dışarda düşman ses… Kabus bir arzu… Unuttum… Yara açık… Ekmek düştü… Saat kendinde… Onlarca kırıntı… Kapıyı aç… Uğultu… Başım… Hatırladım… Gözlerim düştü… Saat eskidendi… Onlarca bakış… Ziller susmadı… Kaç…


Söylediğini inkâr etmenin ne zaman bir zorunluluk haline geldiğini soracak olsaydınız, size cevap vermek için sıraya girecek bir dolu insan bulurdunuz. Tabii onları anlamanız gerekirdi. Anlamak yetmezdi öte yandan. İnanmadığınızı belli etmemeniz şart olurdu. Hak vermeniz gerekirdi bir yandan. İçtenlikle ve gönülden bir hak verişin payları olduğunu düşünürlerdi. Ciddiyet kollarlardı bakışlarınızda ve olmayışına içerleyebilirlerdi. Bakışlarınızda boşluk varsa, vakit kaybetmeden başlarlardı konuşmaya. Mütemadiyen ve eksikli sözle. Dinlemeniz gerekirdi usanmadan. Dinlemeniz ve başınızı anlayışla sallamanız. Haksız yaşamayı takip eden eksikli söz. Biz buyuz.


Uyuduğumda… Zihnim canavar… Yok! Bu kez düş! Güneşli ve dalga var… Çiçek düştü… Saat içinde… Onlarca yaprak… Özlem kahraman… Söz büyü… Dalga gürültü… Güneş yaraya sıcak… Nefes efsun… Benim… Ondan… Söylemek çöl… Elmaya saplanmış bıçak… Çöl düştü…Saat kayıp…Onlarca tanecik… Söyleyebilmek kara… Sevdalanmış kalem… kâğıt kirli… Aşk düştü… Saat hiç… Onlarca ben… Gel…

Söylemenin ne zaman safsataya dönüştüğünü soracak olsaydınız, benim bir cevabım olurdu. Olurdu ve hoşunuza gitmezdi. Yani ki, sormayınız. Buyuz.


Mey



17 Kasım 2016 Perşembe

Bir Ömür...

İnsan, dedim. Uydusudur yalnızlığının.
Devinir durur usulca onun etrafında.
Ve, dedim bir de. Buna ömür, der.
Bir ömür...


Mey




12 Kasım 2016 Cumartesi

Hiç’liğin Göğsü…

Karanlık ve geniş göğsüne gömeriz, kiminde, yüzümüzü hiçliğin…” / Mey


Geliyor. Her zamanki gibi zamansız bir geliş. Gelmekte olduğunu anladığım her defasında olanlar oluyor yine bende. Aynı kıpırdanış, huzursuz devinimler, başka bir şeye odaklanmada güçlük, küçük afazi nöbetleri, giderek şiddetlenen sabırsızlık ve su özlemi. Öyle bir susama ki, bardaklar dolusu içsem, içimin yangınına bana mısın demiyor. Bazen günler sürüyor bekleyiş, kiminde de gelmekte olduğunu hissetmemle kapıma dayanması bir oluyor. Hazırlıksızlığımdan vuruyor beni öyle zamanlarda.


İlkinde, sanırım, yoldaydım. Sonbaharın en sevdiğim ayının son günleriydi. Ağaçlardaki yapraklar ilkin kırmızıya vurmuş, ardından hafifçe sarıya dönmeye başlamışlardı. Henüz kendilerini bırakmaya hazır değil gibiydiler. Akşam alacası inerken yavaşça, yürümekteydim. O, şimdilerde çoğunun pek önemsediği ve atlamamaya dikkat ettiği sağlıklı yaşam yürüyüşlerinden biri değildi. Zihnimdeki çer çöpü yürürken sağa sola bırakışlarımda sağlıklı bir yan olabilirdi elbette ama işin orasında değildim. Çok da büyütülecek bir yanı olmadığını düşündüğüm bir kafa karışıklığım vardı; adımlarımın zihnime yol açacağına içtenlikle inanıyordum üzerinde yürüdüğüm sokakları acelesiz geçerken. Gözümün bir çınara takıldığını anımsıyorum. Sararmaya yüz tutmuş yapraklarının duyulur duyulmaz hışırtısına kulak kabarttığımı bir de. Oldum olası, ağaçların dilinden anladığıma inanırım ve onların da benim dilime karşı boş olmadıklarına. Hali hazırda yavaşça olan adımlarımı daha yavaşlatmış olmalıyım, durayazmış ve söyleneni dinlemeye hazır. Yakındaki evlerden birinden yükselen bir çocuk çığlığı dikkatimi dağıtmış, ağaç susmuş ve yabancısı olduğum bir içsel kavrayışla sarsılmıştım. Derken su arzusu peyda olmuştu. Etrafıma bakınmış ve giderek şiddetlenen susuzluğu gidermek için ne yana dönmem gerektiğini düşünmüştüm. İçimde bir şeylerin aralandığına yemin edebilirdim. Kendine yol açan, bunu yaparken neyi sıkıştırdığını, neyi bir yana ittiğini umursamayan bir gelişin sezisiyle olduğum yere mıhlandığımı söylemek abartı olmazdı. Uzunca koşmuşum da nefesim tıkanmış gibi kesik kesik soluklandığım da doğruydu. İyi ki o çınar oradaymış, diye düşünüyorum şimdi. Yaslanıvermiştim elbette. Bilinmeyenin verdiği ürkü kendini yükseltirken, kafamdaki karışıklığın o anki sorunlarımdan en önemsizi olduğunu söylüyordum kendime. Kıpırdanış, huzursuz devinimler, başka bir şeye odaklanmada güçlük, küçük afazi nöbetleri, giderek şiddetlenen sabırsızlık ve su özlemi. Korunaklı alana, eve dönmeyi nasıl başardığımı hatırlamak çok zor ama ağzımı dayadığım musluktan akan suyun koynuma dolan serinliğini hiç unutmadım. Böyle kaç gün geçtiğini şimdi söyleyemem. En nihayetinde doğurmaya benzediğini tereddütsüz onaylarım. Sancı, sancı, sancı ve rahatlama. Bir şey gelmiş, alabildiğini almış ve karşılık olarak benden yoğurduğu bir şeyi bana bırakmıştı.


Bir iptilaya dönüşeceğini ilk seferinden anlamıştım da hiçleşmeye yatkınlığıyla, her seferinde fazlasını arzulamaya neden oluşuyla tatminin giderek güçleşeceğini akıl edememiştim.  Gelmekte olduğunu sezdirdiği anlarda, eli ayağına dolaşık acemi bir aşık gibi içine daldığım o bekleyiş labirentinde yorgun düşüşlerin bedeni hazla titretişlerini kimselere diyemem elbette. Ve nihayet gittiğinde geride bıraktığının karanlık deliklerinde savruluşumun anlamını açık edecek bir zihnin varlığını tahayyül etmeye de ürkerim. Karanlık bir yanım olduğunu düşündüm bir zaman. Ondandı, karanlık ve geniş göğsünü yüzüm için hazır edişleri. Yüzümdeki çizgileri, kendisiyle harmanlayıp derinleştirişleri. Ateşi ve arzuyu ehlileştirmenin mistik nehrinde boğulana dek kalmama izin verişleri. Gelir, alır ve verirdi, kendi hiçliğinden dikkatli bakmayanın göremeyeceği, hüzünlü bir izi bedenimin seçtiği bir yerine bırakır giderdi. Sancı, sancı, sancı…


Ve ben bir portakalı soymaksızın dörde bölüp, emdikçe emiyorum şimdi. Çünkü geliyor. Her zamanki gibi zamansız bir geliş. Gelmekte olduğunu anladığım her defasında olanlar oluyor yine bende. Aynı kıpırdanış, huzursuz devinimler, başka bir şeye odaklanmada güçlük, küçük afazi nöbetleri, giderek şiddetlenen sabırsızlık ve su özlemi. Öyle bir susama ki, bardaklar dolusu içsem, içimin yangınına bana mısın demiyor. O, geliyor karanlık ve geniş göğsünü benim için cömertçe hazır etmiş; ben kâğıdı önüme çekiyor ve bir an için elimdeki kalemi dişliyorum. Şiddetle…



Mey




6 Kasım 2016 Pazar

Yarım Diyalektik...


Duruş

Seyreltilmiş bir sızı gibi,
dümdüz - çok düz -,
hem tavizsiz
bir kıpırtısızlık.


Oluş

Sızıyı boş verip
yaraya abanmış devinim.
Söz'le - çok söz -,
hem mırıldanan
biraz da haykıran.

Oluş ve Duruş

Antitez'e
vurgun
tez.

Akış?
Oldum olası müstehzi...


Mey



27 Ekim 2016 Perşembe

Yanılsamanın Kırmızısı…

                                              “Gerçeklik, yanılsama olduğunu unutmuş yanılsamadır.”  J. Derrida


Yanılsamanın bilgisi oracıkta duruyordu fakat onu görecek halde değildi; çünkü Made İn Heigthts’i dinlemeye dalmıştı. Müzik odada yükseliyor, görüşü örtecek bir kaplanışa dönüşüyordu. Bir tür sisi andırdığını düşünmüştü. Düşünce kendi rotasından çıkıp bu sisin içine gizlediği bir şeyin peşine düşecek gibiydi. Gündeliğin ortasına aniden düşen ayrıksılık; ertesi gün yapılacakların planlanmasına sert bir sekte vurmuştu. Şarkıyı ilk dinleyişi değildi elbette, öncesinde de defalarca okumalarına, masa başı işlerine, kısa yolculuklarına, mutfağının telaşına eşlik ettiği olmuştu. Ama sis. Yok, kaplanış. Her neydiyse, işte bu sis / kaplanış yeniydi. Başka neyin yeni olabileceğini anlamak için etrafına göz gezdirdi. Çıkrıkçılar Yokuşu’ndan alınmış ve yenilenmiş küçük çalışma masasının üstündeki, sıcak bardakların sorumlu olduğu, bir iki leke gördü. Canı sıkılacak gibi oldu, yıllardır yükünü taşımış olana özensizliğine. Az kahır çekmedi bu masa diye hakkını teslim etti. Üstüne ne yüklediyse taşımıştı. Nesnenin yükünü kat kat aşan, can yükünü de gıkını çıkarmadan üstlendiği olmuştu. Gözü kitaplığa takıldı, kitaplara ek olarak epeyce bir ıvır zıvır da duruyordu sağında solunda. Belleğin kendiliğinden yok edeceklerinin unutulmamasını garanti altında tutmaya yarayacak nesnelere baktı. Başkalarının verdikleri, kendisinin anlam atfettikleri, anlamı kalmamışları, anlamını unuttukları. Tek tek sınıfladı. Ölçtü biçti. Sisi / kaplanışı mümkün kılacak bir şey bulamadı. Pencereyi örten tül perdeye baktı. Etekleri hafifçe titriyordu. Şarkı yüzünden odayı kaplayanın tedirginliği kadar belirsizdi titreyişleri. Kiminde iç’im gibi, diye düşünecek oldu. İzin vermedi kendine. Kapıp koyvermenin alemi yoktu. Duvarda asılı resimler. Anlamı çoktan teslim edilmiş; ilk günlerinde hevesle izlenmiş ve nihayetinde bulundukları yerdeki varlıkları kanıksanmış imgeler olarak duruyorlardı durdukları yerde. Kısa araştırmasından eli boş çıktı. Böyle olacağı baştan belliydi de, akılcı yanını tatmin etmeden öteye, aklın ötesine uzanamayacağını, müziği durdurmanın faydası olmayacağını bildiği gibi biliyordu.

Yanılsamanın bilgisi yanı başındaydı. Görebilseydi bile başını çevirirdi; çünkü şarkı yavaşlamıştı. Şarkıyla birlikte, sis de hızını kesti. Görebilmek için zaman tanımak ister gibi kaplayışını ağırlaştırdı. Ağırlık odadan gözlerine sirayet etmiş gibiydi. Kendilerini aşağıya bırakmaya meyletmiş göz kapaklarının zorlayıcılığını görmezden gelerek odada kontrol etmediği bir şey kalıp kalmadığını sordu kendine. Nesneyle işin bitti, dedi şarkının sakinliğini aniden yırtan sert bir emir kipi. Zihninden geliyordu. Nesneyle işi bitmiş; özne olmaklığına temkinli yaklaşan bir özneydi o andan itibaren. İçebakış, öyle sanıldığı kadar basit bir iş değildi, bunu biliyordu. Baktığın iç’in çıfıt çarşısı karmaşası taşıması sorun olabilirdi ilk elden. Korkma, dedi kendine. Korkmamasına korkmazdı da kaplanış gibi şarkı da bitmeyecekmiş gibi görünüyordu. Neden bakacakmışım ki, diye itiraz etmeye yeltendi içe bakmaktan haz etmeyen yanı. Görülebilecek, daha önce görülmemiş, ne olabilirdi ki? Şarkı güzeldi, insanı heyecanlandıran inişleri çıkışları vardı ve belli belirsiz bir ‘ aniden ‘lik duygusu veriyordu. Ötesini boş ver! Peki ya, kaplanış? Onu da boş ver. Boş vermedi. İçinden doğru yükselen bir şeyin, bulunduğu odayı kaplamaya başladığını görmezden gelmeyecekti. Yanılsamanın bilgisi nerede duruyor olursa olsun. Bakışlarını epeydir çevirmediğine yöneltti kararlılıkla.

Sisin saydamlığına alışmış gözleri gördüğünün asıl yanılsama olduğunu düşündü ilkin. Ne çok kırmızı. İçerden yukarı yükselirken rengi atıyor olmalıydı. Rengin anlamını çözmüştü de kaynağının neresi olduğunun merakıyla bakıyordu şimdi. Oralar toz duman, diye dalga geçti gördüğü karmaşayla. Öz karmaşasıyla. Olmuş bitmişler gördü, olmayı sürdürenler, henüz başlamamışlar, bir gün başlamak üzere sırasını bekleyenler, kurumuş ama iyileşmeye niyeti olmayan yaralar, tazeleri de vardı elbette irin tutmuşları da. Ama ne çok kırmızı. Görünür olanların hiçbirinin, bu ne çok kırmızının kaynağı olmadığını, olamayacağını içten içe seziyor; görebilmenin imkanının iç’i ve dış’ı kaplayan bu tabaka tarafından olanaksızlaştırıldığının bilincine varıyordu. Gerçeği örten yanılsamanın şarkı sustuğunda, geldiği yere çekileceği umudunun boşluğunun farkında; zihninin kurduğu o tek tespit cümlesine takılmış öylece duruyordu: Ne çok kırmızı!

Kendi ağırlığından sıkılmış gibi, şarkı yükseldi birden o esnada. Gerçeğin ne ölçüde yanılsamalardan yapılmış olduğu sorununu zihnini doldurmuşken, bu yükselişi fark edemezdi. Duyusal yanılmanın ne kadarının zihinsel bir aksaklıktan kaynaklandığını, bunca kırmızının mümkün olup olmadığını düşünmekten yorgun, bir şarkının başına açtığı beladan bıkkın sordu: neden bu kadar çok kırmızı?

Cevap umduğundan değildi soru. Yine de bir cevap olsa fena olmazdı, diye düşünüyordu. Kimden geldiğinin ne önemi var?

Cevap geldi. Yükselmiş şarkının kalp atışını andıran vuruşlarının arasında zor işitildi:
Ne saçma soru, diyordu sanki. Hanımefendi, birisi vurulursa kanı akar.
Yanılsama oracıkta duruyor ve galiba, pis pis sırıtıyordu.



Mey




22 Ekim 2016 Cumartesi

İnfilak...

Çıt yok!
Susuyorsunuz ve uzaklığa dönüşüyor
kapanmış ağzınızın karanlığında yuttuklarınız.
Kelimeler zihninizde patlıyor. Belki de orta yerimde kalbinizin.
Oysa,
bir söz boyuydu aranızdaki mesafe...


Mey



18 Ekim 2016 Salı

' Kim ' Sorunu...

İlk büyük  itiraz, benim elbette diye düşünenden geldi: Ben değilim, dedi.
İnandırıcıydı üstelik.
Beriki eksik kalmadı: Ben de olamam, diye atıldı.
Kendisi olduğundan şüphesi yoktu öte yandan.
Aslında ' benim ' diyebilirdim. Demedim. Kimse kim, diye kestirip attım.  Cevap değil, soruydu kalbi diri tutan.
Belirginliğin yolumuza koyacağı noktaya hiçbirimizin tahammülü yoktu.
Kim sorunu'nun uzattıkça uzattığı bir hikayede kaybolup gittik. ' Ben ' olan da olmayan da...

Mey













9 Ekim 2016 Pazar

Garda...

                                                                                                            Anıları önünde, sözle….

Saatine baktı. Hesapladı: Üç dakikaya oradayım. Ankara Radyo’sunun önünde randevulaşmışlardı. Bilinçli bir tercih değildi, diyecekti sonradan. Belki bilinçaltlarımızın kendini rahatlatmaya odaklanmış bencilce bir oyunu. Radyodan yukarıya vurdular mıydı, rahat rahat beş dakikada Gar’da olurlardı. Rahat rahat değil, ucu ucuna olacak biçimde ayarlamışlardı zamanı. Treni beklerken Gar’da oyalanmayı, belki Gar Lokantasında bir çorba içmeyi sevdikleri günler geride kalmıştı. İçinde olduğu taksi, normal seyrinde akan trafikte zorlanmadan ilerlerken bu yolculuk şart mıydı, diye geçirmişti içinden. Yolculuk şartsa bile tren yolculuğu tercihi, acıyan yerlerimizi sınama derdinden başka bir şey değildi diyecekti görür görmez D.’ye.

Radyo binasını uzaktan gördü. Önünde kimse yoktu. Gelmemişti. Gelir, diye düşündü. O da benim gibi; ucu ucuna. Radyo’nun önünün boşluğu yaklaştıkça büyüyordu. D. ‘nin çok sonra anlattıkları gözünde canlandı o boşluğa bakarken:

Miting alanına akan coşkulu kalabalığa ters istikamette ilerlerken, Ankara Radyo’sunun önünde görmüştü sendika flaması taşıyan meslektaşlarını. Durmuşlardı onu görünce, selamlaşma, hoş beş. Gelmiyor musun, diye sormuşlardı. Dersim var, demişti ezile büzüle. Özel okulda çalışıyor olmasının şakası yapılmıştı. Gülüşmüşlerdi. Senin yerine de oradayız, diye gönlünü almıştı kara gözlü bir kadın. Minnettar bakmıştı. Yüreğim sizinle diyememişti. Keşke… On dakika geçmiş geçmemişti ki bu karşılaşmanın üzerinden, o ses.

Radyo’nun önünde indi taksiden. Sağına soluna bakındı. Görünürde yoktu. Daha iyi, diye düşündü. Az daha geç kalsa zararı yok. Radyo binasını oldum olası sevmişti. Eski Ankara kokuyordu her şeyiyle. Sırt çantasını mermer basamaklardan birine bıraktı, oturdu sonra aynı basamağa. Saatine baktı. Şu anda içerideki stüdyolardan birinde eğitimli bir ses; “ burası TRT Ankara Radyo’su…” diye başlayan bir cümle kuruyor olmalıydı: Sıradaki parça, bundan gayrı, içinde hep bir  “ gar “ taşıyacak olanlara gelsin! Gözleri dolardı dolmasına da, uzaktan D.’nin kendisine doğru yürümekte olduğunu görmüştü çoktan. Kendini tuttu. Ayağa kalktı. Güç bela bir gülümseyiş bulup yerleştirdi yüzüne. Sarıldılar. Geciktim mi? Yok, daha vakit var. Hadi o zaman. Hadi…

Karşıya geçtiler ilk yaya geçidinden. Bu arada nasılsın, diye soruldu ve iyiyim’ler ikna edici bulunmasa da kabul edildi. Ağır bir ritim tutturdular Gar’a doğru. O zamandan beri ilk kez miydi? İlk kezdi. Bakışlarını buluşturmadılar. Öylesi iyiydi. Tren şart mıydı, sorusu sorulmadı. Yine de iç sesler cevapladı soruyu. Uzaktan önce Gar göründü, ardından yüzler belirdi. Bir bir bir bir bir bir…

Tren perona girdi. O ana kadar ne birbirlerine baktılar ne konuştular. Zihnin dili uzunsa da, sese bürünmesine geçit vermeyeceklerdi. Tren durdu. Hadi, dedi D. Koşar adım ilerlediler trene. Yerlerini bulup oturdular. Kalkış düdüğü geciktikçe gecikti. Zaman, havadaki ağır çok ağır bir şeye sıkı sıkıya tutunmuş gibiydi. Hayır, dedi D. Zaman değil, acı! O sıra tren beklenen çığlığını tutturdu. Yolcular tuttukları soluklarını gürültüyle bıraktılar. D., başını cama yasladı. Beriki belli belirsiz mırıldandı: “ burası TRT Ankara Radyosu…”



Mey




                                                  Aslı Alpar

4 Ekim 2016 Salı

Yıldız Sorgusu...

Size büyük suskular verdim, diyor
göğ'ümüzden geçen üzgün bir yıldız.
Soruyor bir de: Bağışladınız mı kendinizi?


Mey




2 Ekim 2016 Pazar

Durakta...

Sokağı boylu boyunca inince görünür olan durağa diktim gözümü. Boştu. Ya otobüsü kaçırmış ya da – nihayetinde – ondan önce davranmayı başarmıştım. Göğ’ün sıkıntısının farkında ama yine de neşelenmekten kendimi alamayarak caddenin karşı tarafına yöneldim. Görünürde hiç araç yoktu, sağa sola bakma gereği duymadan, biraz da sallanarak geçtim karşıya. Otobüsü kaçırdıysam kötü, diye düşündüysem de herhangi bir şeyi kaçırmadığımı biliyordum. Otobüsün beş dakikası vardı hesaplarıma göre. Kadının? Geç kalmıştı? Yoksa gelmeyecek mi? Tam gününü buldu, dedim kendi kendime. Ondan önce orada oluşumun boşuna bir sevince dönüşmesi canımı sıkardı. Olasılıkları sıraladım. Önceki otobüse binmiş olabilir, uyuyakalmış veya hasta olabilir. Hiçbiri olmasa iyi olurdu. Bu kez ben, görünür olur olmaz onun durağa doğru gelişini izleme arzusundaydım.

Durağı ve bu saatteki otobüsü haftada iki gün kullanıyordum ve yaklaşık bir yıldır kadın da oradaydı. Sokağın başında görünmemle hiperaktif yürüyüşüne ara verip durup yanına ulaşmamı bekler, bu sırada da o rahatsız edici bakışlarını üzerime kilitlemiş olurdu. Bakışları, şimdi başımı kaldırdığımda gördüğüm göğ’ün sıkıntısına çok benzerdi ve onun bu hali, bir sabah tedirginliği olan varlığına eninde sonunda alışmamın önüne geçerdi. Durakta karşılaşmaya başladığımız ilk günlerdeki günaydın’larımı cevapsız bırakışına artık aldırmıyordum. Günaydın’ı filan bırakmıştım tabii, epey oluyordu. Bakışlarındaki karanlığın nedenini düşünerek uyuyakaldığım geceler de yok değildi hani. Bir önceki veya bir sonraki otobüsü tercih etmek mümkünse de; artık bilinçli mi yoksa bilinçsizce mi olduğundan çok da emin olmadığım bir inat, haftanın aynı günleri hep aynı saatte durağa yöneltiyordu beni. Şu sabaha kadar, hemen her sabah benden önce durağa inmiş ve histerik voltasına başlamış oluyordu. Ne oldu ki bu kadına, diye düşünürken bir yandan da hızlıca saatime göz attım. Bir iki dakikası vardı, artık gelmeliydi.

İnsanların yaşlarını tahmin etme konusunda pek de iyi değildim. Bazı sabahlar gözüme orta yaşlı görünüyor, bazen de göründüğünden daha yıllanmış olduğunu düşünüyordum. Simsiyah boyadığı saçlarını daima tepesinde topluyor, her mevsim koyu renkli takımlar ve ince topuklarının çıkarttığı seslerle beni delirten siyah ayakkabılar giyiyordu. Nedense, hukukçu olduğunu düşünmüştüm. Muhtemelen de yargıç. Onaylamamaya hazır yargılayan bakışlarının bu tahminle ilgisinin oldukça yakından olduğunu rahatlıkla söyleyebilirdim. Bedeninden yayılan gerginlik, hiçbir mevsim aşırılığının engelleyemediği sabahın güzelliğine çekilmiş geçici bir perde gibiydi ve sinirimi olması gerekenden fazla bozuyordu. Uzaktan gelişimi fark etmesiyle, durağın çevresinde yaptığı gereksiz ölçüde tempolu yürüyüşüne ara veriyor; durup izlemeye başlıyordu. Bende hoşlanmadığı bir şey olduğu belliydi. Belki saçlarımı sevmiyordu belki de giydiklerimi. Ya da başlı başına olduğum halimle ‘ ben ‘ tümel bir hoşnutsuzluk nedeniydi onun için. Durağa ulaşmamla ara verdiği yürüyüşüne geri dönüyor, otobüs durağa yanaşana dek, hiddetli olduğunu düşündüğüm adımlarıyla topuklarını tıkırdatıyordu. Otobüs geldiğinde geride durur önce onun binmesini beklerdim. Öne atılışında, bunu kendinde hak görmenin dikliği olurdu. Zaten boş olan otobüse belirgin bir aceleyle biner ve ön sıralardaki tek kişilik koltuklardan birine yerleşirdi. Ardından otobüse bindiğimden, onun arkasındaki koltuklardan birine yönelirken son kez göz göze gelir, elle tutulur bir olumsuzluk yayardık. Metro istasyonuna ulaşana dek yol boyu, koltuğunda oturuşunun dikliğine, kafasının arkadan görünüşündeki sabitliğe bakardım. Bahçeleri rengârenk çiçeklerle, yemyeşil ağaçlarla dolu evlerin önünden geçerken bir kez bile başını çevirip oralara baktığını görmemiştim. Ne baharla albeni kazanmışlıklarına, ne son baharın kızılımsı hüznünü taşıyışlarına, ne de kışın karasına tezat karla kaplanmışlıklarına bakardı.  İstasyona kadar başını milim kıpırdatmaksızın öylece otururdu koltuğunda.

Göğ sıkıntılı. Demiştim önceden de. Gün boyu güneşe geçit vermeyecek, hatta fırsatını bulursa şiddetle indirecek gibi. Severim böyle havaları da, kadının hala ortada görünmeyişinden midir, tadını çıkarasın yok gibi. Artık zamanıdır, otobüs her an gelebilir. Kadın yok. Sert siyaha boyalı saçları yok. Koyu renk etek – ceket takımı yok. Topuk tıkırtısı hiç yok. Uykuya kalmaz öyle biri. Hasta mı? Niye huzursuzlandın şimdi diye söyleniyorum kendime, yoksa yok. Daha iyi ya. Bedenimde yükselen gerilimin ne denli şiddetli olduğunu, otobüs durağa yanaştığı için durmak zorunda kaldığımda fark ediyorum. Kaç dakikadır volta atmakta olduğumu hesaplayacak halde değilim. Otobüs hareket ettiğinde henüz oturmamış olduğumdan görebiliyorum, kalkışını durduramadığı otobüse yetişmek için koşuşunu. Zihnimde onunla bütünleşmiş olduğunu hayretle fark ettiğim koltuğa geçip oturuyorum. Gülümsediğimi görecek kimse yok.


Mey








30 Eylül 2016 Cuma

Çaba...

Okumaya dalmışken,
uykuya geçmiş; uykudan rüyaya düşmüş,
rüyadaki avuntuya tutunmuş,
gerçeğine çok küs bir düşünce.
Dönüyor döndükçe, deviniyor kıpır kıpır.
Huysuz ve huzursuz. Çabalıyor.
Yakalayabilecekmiş gibi.
Zaman'ı
ve
seni...


Mey




28 Eylül 2016 Çarşamba

Cüneyd...

bakanlar bana
gövdemi görürler

ben başka yerdeyim

gömenler beni
gövdemi gömerler

ben başka yerdeyim

aç cübbeni cüneyd

ne görüyorsun

görünmeyeni

cüneyd nerede
cüneyd ne oldu

sana bana olan
ona da oldu

kendi cübbesi altında
cüneyd yok oldu


Asaf Halet Çelebi



25 Eylül 2016 Pazar

Hiçledikçe Hepleşen Bir Yolda Yürümeye Dair...

Bir çırpıda söyleyiverişime şaşırmıştım. Hani, hep biri sorsun diye bekletilmiş bir cevabı taşımaktan yorgun düşmüşler gibi döküvermiştim eteğimde ne var ne yok. Günlerden bir gün, anlardan bir an. Tasarlanmamış, hesaplanmamış; handiyse, hiç akla getirilmemiş sözcükler dökülmüştü de ağzımdan, bunun sonu nereye varır, diye düşünmek aklıma gelmemişti.

Kış mıydı, kış sonu mu o bile çıkmış şimdi aklımdan. Kardan söz ettiğimi anımsıyorum hayal meyal. Belki soğuktan da yakınmışımdır. Soğuğu sevmeyen ellerimden söz ettiğimi sanmıyorum. Laf lafı açmıştı belki de diye düşünüyorum şimdi aklıma düştükçe. Bahane arayışım yakalanıveriyor, kendime yalandan haz etmeyen zihnime. Öylesi bir lafı açacak başka bir söz mü var ki, diye çıkışıveriyorum. Kaçmaya, olmadı kendini kurtarmaya meyletmiş yanım siniyor akla saygısından. Hatırladıkça ağzımdan çıkanı, utanacak bir yanım var. Var ve bu iyi mi, kötü mü bilemiyorum. İşi utancından utanmaya götürecek kadar da gaddarlaşabilirim kendime.

Tasarlanmamış, hesaplanmamış; handiyse, hiç akla getirilmemiş sözcükler dökülmüştü de ağzımdan, bunun sonu nereye varır, diye düşünmek aklıma gelmemişti. Bunun sonu hiç iyi yerlere varmayacak diye düşünmüştüm akabinde ya, bunun sonunun hiç’e varacağı aklıma gelmemişti. Vakit kaybetmeden inkâr etsem, iyiydi. O kadar değildim yazık ki. Ne kadar olduğumu öğrenmek varmış meğer ağzımdan çıkanın önümde açtığı yolu yürümenin beraberinde. Neyse ki, “ yol yürüyüş öğretir “.  Ve yine: neyse ki, hiçledikçe hepleşen bir yolu yürüme becerisi, sahip olunduğunun farkında olunmayan bir yeti olarak kendini gösterdiğinde teselliye dönüşür.

Bahar mıydı, bahar sonu mu o bile çıkmış aklımdan. Bir çiçekten – ihtimal ki, kırmızı – söz ettiğimi anımsıyorum hayal meyal. Belki ömrünün kısalığından da yakınmışımdır. İçimde bir yerde iflah olmaz bir yaramazlık uyandırdığından söz ettiğimi sanmıyorum. Bir şekilde beni söylemeye tahrik etmişti belki de diye düşünüyorum şimdi aklıma düştükçe. Yakışıyor mu sana böyle düşünmek, azarı gecikmeden yok kılıyor başından patlak can simidini. Bir kalp, batmasını da bilmeli.

Tasarlanmamış, hesaplanmamış; handiyse, hiç akla getirilmemiş sözcükler dökülmüştü de ağzımdan, bunun sonu nereye varır, diye düşünmek aklıma gelmemişti. İksirini gerçeğe değiş tokuş etmiş bir yolun dikenli zemini ise aklımın ucundan geçmemişti.

Yaz mıydı, yaz sonu mu o bile çıkmış aklımdan. Bulut izinden söz ettiğimi anımsıyorum hayal meyal. Belki maviyi delişinin dehşetli imgesinden yakınmışımdır. O bulutun tam da o izinin bendeki devamından söz ettiğimi sanmıyorum. Rüyaya firar etmişimdir de, ondandır belki diye düşünüyorum şimdi aklıma düştükçe. O çok akıllı yanımdan itiraz gelmiyor.

Tasarlanmamış, hesaplanmamış; handiyse, hiç akla getirilmemiş sözcükler dökülmüştü de ağzımdan, bunun sonu nereye varır, diye düşünmek aklıma gelmemişti. Dili öğrendin mi, acıyı da anlarsın diyen filozoftan esinlenmiş; yolu öğrenmenin yürüyüşü anlaşılır kılıp kılmayacağını merak etmiştim.

Hazan mıydı, hazan’ın sonu mu o bile çıkmış aklımdan. Ağzımdan çıkmadan ölmeye ahdetmiş söz, o söz kalmış aklımda…


Mey




22 Eylül 2016 Perşembe

Yolda...

Zamanı gelmişti. Uzanıp önce yolcu koltuğuna ait güneşliği indirdi, ardından kendi tarafındakini. Bunu yaparken, yolcu koltuğunda oturan, kapalı gözlerini güneş gözlüğünün ardına gizleyerek uyumakta olana bakmamıştı bile. Saat henüz erken olsa da, İncek yolundan Gölbaşı’na döner dönmez, araca önden vuran güneş ışığı oldukça güçlüydü.  Uyuyan uyusundu, güneş yüzüne vurur da, uyanır endişesiyle hızlı davranmıştı. Kendinden memnun gülümsedi. Arkada oturan öğrencilerin sabah mahmurluğundan kaynaklanan sessizlikleri de iyiydi. Saate baktı, okula tam zamanında ulaşacaklarını düşündü. Hızını azalttı. Uyuyan uyusundu az daha.

Uyumuyordum oysa. Beni ve öğrencileri her sabah okula ulaştıran servisin şoförü, güneş yüzümü yalar yalamaz uzanıp gölgeliği indirerek, kendince, beni korumaya aldığında kapalı gözlerimin gizleyeceğini umduğum güçlü bir merakla beklemekteydim. Tam o anı. Bir süredir her sabah tam o anı. Acaba bu sabah da yapacak mı?

Her sabah yapmıştı. İncelikle ve doğallıkla. Sabahları yanındaki koltuğa yerleşirken yarım ağızla söylenen günaydın’ların yapmacıklığından incinmeden yapmıştı üstelik. Oturur oturmaz kulaklığından yayılan müziğe ve kapattığı gözlerinin arkasına saklanışını abes bulmadan yapmıştı.

Okul servisi kenti ardında bırakır bırakmaz, daha bir iki yıl öncesine kadar tarım arazisi olan alanda mantar gibi bitmiş inşaatların çirkinliğine katlanamadığım için yumuyordum gözlerimi biraz. Biraz da, yarım kalmış bir düşü olur da yakalarsam telaşıyla. Kiminde içimin geçtiği oluyordu, kiminde de beni çoktan bırakıp gitmiş düşe kurguyla ek yaptığım. Müziğin zihnimi okşayışını, kurguya el verişinin gücünü enikonu duyuyordum gözlerim kapalı olduğunda. O ilk sabahı anımsıyorum şimdi. Güneşin yüzüme vuruşuyla, şoförümüzün benden yana ani hareketini duyumsayarak gözlerimi hafifçe aralayışımı. Onun güneşliği indirişindeki, unutmuşuz deme ki böyle şeyleri, diğerkâmlığı. Kendinden önce beni korumaya alışındaki “ çok insanca “ bir güdünün belirginliğinin beni ne denli şaşırttığını. Sevinmiştim de. Ertesi sabaha kadar aklıma gelmeyen ama servise biner binmez, önceki gün olanın yinelenip yinelenmeyeceğine ilişkin merakın beni uykudan da, düşten de alıkoymasına şaşırışım da cabasıydı.

Her sabah yapmıştı. Düşünmeden, planlamadan, incelikle ve doğallıkla. Uyuyana, su içene dokunulmaz bizde, diyecekti belki soran olsa.

Uyumuyordum oysa. Araç, İncek yolundan Gölbaşı’na döner dönmez, dün sabah olduğu gibi, soluğumu tutup bekledim.  Güneş parladı. O, uzandı. Gölgelik indi. Gözlerim hala kapalıyken, tebessümün içimde büyüyüşünü izledim sessizce. Arkadaki öğrencilerden biri hafifçe öksürdü. Servis, öncekine oranla daha az hızla okula doğru ilerlerken, kaç gündür aklımdan geçirdiğim cümleyi bu sabah söyleyebilirim belki diye düşündüm: Anadolu kokuyorsun Sadık bey!
Belki de yarın söylerim…


Mey




8 Eylül 2016 Perşembe

Akşam Kokusu...

Çatlatıp duvarlarını,
ciğerine sızıyor içine düş doldurulmuş bir koku.
Akşamda ve boynunda. Bir tuzak hayalin...

Mey



4 Eylül 2016 Pazar

Sahafta...

Adı Melek olmasına Melek’ti ya, aslında meleğe benzer bir yanı yoktu. Tabii, tam burada bir melek neye benzer sorusu yerinde olabilir, ama peşin peşin söyleyeyim; soruyu üstüne alınıp cevap verme zahmetine girecek birinin olacağı pek akla yakın olmadığından susun sustuğunuz yerde. Bir meleğin gerçekte neye benzediğinden önemli olan, adı Melek olan kahramanımızın görüntüsünün adıyla uyumsuzluğu, bunda anlaşalım. Tek sorunumuz bu da değil. Hikâyenin diğer kahramanı olan İhsan’ın bünyesinde insana “ ihsan” gibi görünecek herhangi bir şey taşımıyor oluşu da duruyor hikâyemizin girişinde kendini göstere göstere.

Meleğe benzemeyen Melek ile insanın ihsan sözcüğü ile bağdaştırmakta epeyce zorlandığı İhsan, bir araya gelmelerinin insana pek de mantıklı gelmeyeceği bir yerde karşılaştılar. Bir sahafta. İhsan, sahafın, oldukça az insan uğradığı için boşluğu kıyıda köşede kalmış şiir kitapları ve Fransız düşünürlerinin aforizmayı andıran cümlelerini okumakla doldurduğu, dükkânına KPSS hazırlık kitabı sormak için girmişti. Ölmüş eşinden kalma dul maaşının artık oğlunun çay ve sigara masraflarını karşılayamaz hale geldiğini kesin bir dille bildiren annesinin zorlamasına; bir memuriyete kapağı atacağı konusunda garanti vererek göğüs geren İhsan’ı, beş seçeneğe indirgenmiş yeterlilik imtihanına hazırlanmaya niyet etmişliği sürüklemişti bu aradığını bulma ihtimali olmayan sahaf dükkânına.  Görece kısa sürmüş iş deneyimi, özel sektörün asgari ücret karşılığında insanın kemiğindeki iliği çekip aldığı fikrine ulaşmasını kolaylaştırmış ve bu konuda kahvedeki arkadaşlarına uzun süren nutuklar atabileceği bir bilmişliği, iki batak partisi arasını doldurmakta kullanmasını sağlamıştı. Mahallenin tek kıraathanesinin sahibi Mesut abinin de cesaretlenmesiyle, KPSS’nin kendisini iş güç sahibi yapacağına inanmış ve soluğu aradığını aslında aramaması gereken bu sahafta almıştı. Dükkânın kapısını itmesiyle işittiği çan sesiyle gelişini haber alan sahafın okuduğu kitaptan başını kaldırmamak suretiyle istifini bozmamış olması garip geldiyse de, buraların âdeti bu herhalde düşüncesiyle usulca ilerledi rafların gözünü korkutan kitap kalabalığı arasından. Dışarıdan içeri süzülen güneş ışığının tozu görünür hale getirdiği kitaplara baktı şaşkınca. Kendisine ne aradığını sorma zahmetine katlanmayan dükkân sahibinin genişliğine anlam veremeden ilk aklına geleni yaptı. Boğazında rahatsızlık veren bir gıcık varmış gibi öksürdü, dikkat çekme amacıyla. Sahaf başını kaldırıp baktıysa da, ne istediğini sormadan kitabına döndü. İlgiyi üzerine çekemediğini kabul eden İhsan, çıkıp gitmekle aradığını kendi başına bulma arasında kararsız kaldı bir süre. Ne yapacağını bilemediğinden, hemen yanında duran raftan bir kitabı çekip aldı: Niteliksiz Adam, ikinci cilt. Evirdi çevirdi, kapağını açtı. İçindeki yazıya göz attı. Elinde tuttuğunun ihtiyacı olan olmadığı besbelliydi, yine de hemen yerine koymak istemedi. Sahafın göz ucuyla kendisini süzdüğünden emin, bir iki sayfa daha çevirdi.

İzlendiği doğruydu. Ama izleyen elindeki De Ki İşte’ye dalıp gitmiş olan sahaf değildi. İhsan’ın boğazından çıkan sesi işitir işitmez, peşine düştüğü örümceği unutan Melek bir koşu gelmiş, başını hafifçe uzatıp İhsan’ı izlemeye başlamıştı. Kendisi dâhil, hiç kimse için hiçbir zaman bir lütuf olamayacak İhsan’ın dükkâna gelen diğer müşterilere benzemediğini bir bakışta anlamış olmalıydı. Beş para etmez bir serseri, diye düşünmüştü belki de. Yine de adamda Melek’in dikkat kesilmesine neden olan bir yan olmalıydı. Belki yaydığı koku, belki pejmürdeliğiydi İhsan’ın Melek’e örümcekten daha ilgi çekici görünmesini sağlayan. Adamın kitabı elinde tutuşundaki bir şeyin Melek için tanıdık oluşunun açıklaması, hikâyenin sırrı. Tabii şimdilik. 

Bu sırada sahaf;
“ İnsan, eninde sonunda, ancak kendi kurdunu besler…”  cümlesini okuduktan sonra bir an için gözlerini kapayıp açtı. Hikâyeye sorsanız, aklına Melek gelmiştir derdi. Ne düşündüyse, sonunda müşterisiyle ilgilenmeye karar vermişti. Oturduğu yerden doğruldu, İhsan’a seslendi: Aradığın özel bir kitap var mı, diye sordu. Kendi haline bırakılmışlığına alışmış olan İhsan şaşkınlıkla döndü sahaftan yana. Elindeki kitabı ne yapacağını bilemez gibi bir hali vardı. Adama doğru bir iki adım attı. Durdu. Dönüp kitabı aldığı rafa bıraktı aceleyle, Melek’in usulca yaklaştığını fark edemedi. KPSS, dedi çekinerek. KPSS kitabı arıyordum abi ben. Karşısındakinin yüzünü yalayan öfkeye anlam verecek durumda değildi, Melek’in üzerine dikilmiş sarı gözlerini tam da o anda fark ettiğinden. Olmaz kardeşim bizde o aradığın, diyen sahafı duydu ama duyduğunu anlamadı. YGS, LYS, KPSS kitaplarını sormak için dükkânının kapısını aşındıranlardan gına getirmiş olan sahaf burnundan soluyordu. Aruoba’nın kesintiye uğramasına kızmıştı besbelli. Ama İhsan, Aruoba’yı tanımadığı gibi Melek’in bakışlarının neden içine bir buz dağı oturttuğunu da bilmiyordu. Sırtından soğuk ter boşandı. Bakışlarını kaçırmak istedi, beceremedi. Melek istifini bozmadan İhsan’a bakmayı sürdürüyordu. Yüzünü ter basmış İhsan’ın halini fark eden sahaf kızgınlığını unutup, arkasında durduğu masadan hafifçe öne doğru eğilip İhsan’ın karşısında donakaldığının Melek olduğunu görünce gülümsedi. Bir şey yapmaz, endişe etmeyin dedi. İhsan’ın adamı duyduğu yoktu. Nihayetinde kendine bir parça geldiğinde, Melek’in üzerine sabitlenmiş bakışlarının eşliğinde geri geri yürümeye başladı. Telaşından az önce rafa bıraktığı kitaba çarpıp düşürerek kaçarcasına çıktı dükkândan.  Sahaf, adamın arkasından şaşkınca bakıp güldü. Amma da korktu, dedi gözleri İhsan’ın geçtiği yoldan bir an için ayrılmamış olan Melek’e. Melek sahafa döndü, sarı gözlerini kocaman açarak baktı bir süre. Sonra dönüp huzursuzca yalanmaya başladı.

Bir başka hayatta sahaf olan adli tabip, otopsi masasında kendisini bekleyen kadının bedenine doğru eğilmişti. Kadının sol gözkapağını kaldırdı. Canı çekilmiş göze oturmuş kanı inceledi. Elaymış, diye düşündü. Sarıya çalan bir ela. Kenarda duran otopsi raporuna göz attı. Kadının adını okudu. Bir melek neye benzer diye düşündü neşteri eline alırken…



Mey



29 Ağustos 2016 Pazartesi

Gülümsediğimizde…

Gülümsediğimde… Ara sıra gülümserim ama dur bakalım, galiba bu aralar biraz daha nadir. Evet, tamam. Gülümsediğimde, dünyayla aramdaki mesafenin değişime uğradığını hissederim. Birimizin hızı artar yani. Kiminde o beni geride bırakır, kiminde ben onun önüne geçerim. Sözün aslı birimiz diğerimizden uzaklaşırız. Bundan iki tarafın da şikâyeti yok. Yok, çünkü olduğu haliyle ve olduğum halimle  yabancıyız en baştan birbirimize. Zoraki bir kabul dünyanınki ben söz konusu olduğumda, biliyorum. Ben de çok farklı hissediyor sayılmam ona karşı. Birbirimize göre olmadığımızın farkında olalı çok oldu. Epey oldu ya, yine de celbi, o beni içinde tutuyor farklı bir seçenek henüz oluşmadığından. Ben de onun beni çevreleyişine rıza gösteriyormuşçasına suyuna gider görünüyorum. Ama gülümsediğimde, bir gülümseme anı boyunca kurtuluyoruz birbirimizden. Daha sık gülümsemeliyim, diyorum kendime. İçtenlikle ve dünyayı beni unutacak kadar dışımda tutarak. Zorla da olmuyor ama. Numaradan gülsem diye hinlik edesim gelmiyor değil. Ama dünya bu. Anlamaz mı? Anlar elbet. Anlar ve beni sarmaladığı kollarını daralttıkça daraltır domuzuna. Gerçekliğine dair şüpheye mahal vermeyecek gülüşler ummaktan başka çıkarım yok. Yine de gülümsediğimde, ara sıra oluyor, dünyanın kötücül çehresi silinir oluyor, insanı bir yana, derdi öte yana atıyor. Bir ben kalıyorum genişleyen yüz kaslarımın içimde sota bir yere pervasızca uzanıverişinde.

A.’nın benden farkı yok. Tek tük gülümseyişlerinin kendisini dünyanın dışına atıyor olduğunun bilincine henüz ermemiş oluşunu bir yana bırakırsak o da ben gibi kendisinden haz etmeyen bir dünyanın kollarında debelenip durmakta. Şimdi durup dururken A. da nereden aklıma geldi? Dünkü yüzü beliriyor gözlerimde soruya cevap niyetine. Epeydir oturmamış; oturup boş konuşmalarla süslediğimiz suskunluğumuzun tadına bakmamıştık. Özledin mi, diye soran olsa… Özlediğim de yok. Yolumuz kesişir, zamanımız uyarsa ben onun için olurum o da benim için olur geçiciliğin doldurulması gereken boşluğunda. Eskiden sevişirdik de. Şimdiler de ikimizin de içi çekmiyor olmalı ki, kimsenin gözlerinde o hafifçe kararmış bakış belirmiyor.

Hava sıcaktı, bira istedik. Kocatepe’nin gözlerden gizli, insanı şaşırtan yeşilliğinin ortasına kurulmuş çay bahçelerinden birine oturmuştuk. Caminin avlusu orası, ne birası demeyin. Hangisine oturacağınızı bilirseniz birası da var soğuk tarafından. N’apıyorsun, diye sordu A. Bir şey yaptığım yoktu. N’apayım, dedim. Sen n’apıyorsun? N’apayım, diye yanıtladı. Gülüştük. Hoop işte, önümüze geçti dünya. Göz ucuyla izledim bir an önce uzaklaşmak için hızlıca devinişini. A.’ya söylemedim ama. Henüz değil.

Memleket meseleleri bir süre sonra konuşmayı anlamsız kılacak denli çetrefilliydi. Kısa kestik. O bir iki film, dedi. Ben birkaç kitaptan söz ettim. Kapitalizm karşıtı replikleri ve göndermeleriyle ağzımıza bir parmak bal çalan bir iki yeni diziden dem vurduk. Normal, şuramıza kadar gelene dek bu böyle sürdü. Yeter artık, diye çıkışınca ben, A. çok gerginsin müzik dinle biraz deyiverince gülüş kahkahaya evrildi bende. Dünya depar attı o sıra. Mesafe büyüyor, diyesim tuttu. A.’nın gözleri kısıldı. Mesafe mi, diye sordu oltaya irice balık vuracağını sezmiş gibi. Yok bir şey diye geçiştirebilirdim belki ama onun da gözlerinin açılmasının zamanı gelmişti bana kalırsa. Söylediklerimi bu yüzden söyledim. İlkin anlamadı. Yineledim tabii. Düşünce tarihinin o büyük kahramanlarının, işitebilselerdi, onay verecekleri temellendirmem, A. ‘nın kafasını karıştırmış gibiydi. Etraflıca sordu. Ağzım laf yaptığından ballandırarak anlattım bir kez daha. Aklına yatıyor gibi oluyor, sonra bakışlarından şüpheci bulutlar geçtiğini göreyim diye kocaman kocaman açıyordu gözlerini.

Biz gülümsediğimizde mi oluyor yani, diye sordu kim bilir kaçıncı kez. Başımla onayladım. Benim, dedim. Önüme geçiyor daha çok, seni de gerisinde bırakıyor. Niye, diye sordu artık ısınmış birasından aldığı yudum nedeniyle yüzünü buruşturarak. Bazılarımızı içinde istemiyor belki de, dedim ama dediğimi çok mantıklı bulmadığım her halimden belliydi. Diyorsun ki, diye üsteledi. Dünyanın ritmini bozan bir şey var gülümseyişimizde, öyle mi? Galiba, dedim gizemlice. Emin olamayışın insanı gizemli olana yakın kıldığını düşündüğümden söz etmedim elbette. Şüphesine şüphe eklemenin âlemi yoktu. Biraz sustuk. O, dediklerimi düşündü muhtemelen, ben delice olanı bölüşmenin hafifliğiyle etrafı izledim. Çay bahçesinin hoparlöründen yükselen o berbat şarkının dilime dolanacağından emin bekledim A.’nın paylaştığımı zihnine kabul etmesini.

Sen bu durumdan memnunsun ama öyle mi, dediğini duyduğumda bakışlarımı çevirdim yüzüne. Suratındaki ifade ses etmemem gerektiğini düşündürdüğünden omuz silktim. Burası çok sıcak, dedi A. o sıra. Sıcaktı. Sana mı gitsek, dedim ani bir kararla. Gülümsedi. Gidelim bence, dedi. Gülümsedim. Yolda, az önce dilime dolanmış şarkının berbat nakaratını mırıldanırken gördüm. Benim ömümde, A.’nın gerisindeydi. Dünya. Ritminden haz etmiyorum dünya efendi, diye fısıldadığımı duyan A.’nın yüzünde beliren ifade zihnime o an kazındı işte. Dünden beri…


Mey









22 Ağustos 2016 Pazartesi

Görülebilir Bir Ben’in Fenalığı

Korkunç bir şey söylemişim gibi bakmıştı yüzüme. Gerçi bir şeyi – pek önemli bir şeyi – korkunç bir biçimde söylemiştim. Söyleyişime eşlik eden her ne varsa, onca hazırlığa, onca provaya karşın istediğim etkiyi yaratmak şöyle dursun, aklıma gelenin başıma gele yazdığına işaret ediyordu. Kurmadığım bir düşün kırıklığı canıma batıyor, berbat ettiğimi nasıl düzelteceğimi bilememenin endişesi ile kıvranmama neden oluyordu.

Oysa hazırlanmıştım o ana. Yeminle hazırdım. Uykunun gelmek bilmediği geceler boyu, yatağımda temas etmediğim tek bir köşe bırakmadan dönüp dururken, sabahları şişmiş gözlerime buzlu sular çarparken prova etmiştim neyi nasıl söyleyeceğimi. Ne giyeceğimi umursamadığımdan ne giyeceğime karar veremediğim dolap önü kalakalışlarım uzadıkça yinelemiş, beğenmeyip tekrar tekrar değiştirmiştim söyleneceklerin sırasını. Sokakta yürürken umurumda olmamıştı üzerine basmamam gereken çizgiler, çıkıp indiğim basamakları saymayı unutur olmuştum hepten. Doğru sözcükleri seçememe kaygısından koltuğumun altında taşıdığım büyük sözlüğün verdiği sızıya razıydım. Ne çok sözcük var, diye düşünüyordum sözlüğü satır satır gözden geçirirken ve hangisinin amaca uygun olduğunu belirlemek ne zor. Zordu, pek çok zorluktan biriydi ama sadece. Zamanını tutturmak önemliydi örneğin. Yanlış zaman doğru sözcükleri silikleştirir; ağzından çıkan sözü rahatsız edici bir gürültüye dönüştürebilirdi. Benden bağımsız akıp giden bir zaman’a hükmedebilmek; bunu yapabileceğimi düşünecek kadar kendimden emin olmak harcım değildi, biliyordum. Yine de soyunmuştum bir kere ve zaman konusunda isabet umuyordum. İçtenlik meselesi vardı bir de. Kendini yazıyla ifade edebilmenin tek çıkarı olduğunu bilen biri olarak, sese bürünmüş sözden başka çarenin olmayışı feci halde canımı sıkıyordu. Samimiyetin farkında olmak karşındakinin işi diye rahatlatmaya çalışıyordum kendimi. Ve içimde bir şey içimi büyük bir açlıkla kemiriyordu. Gözünü karartmayı deneyimlememiş birinin, gözünü karart olsun bitsin işte baskısının altında ne denli ezilebileceğini bir ara uzun uzun anlatırım dinlemek isteyene diye not almıştım defterime. O defterleri yakmalıydım.

Ürkmesine ürküyordum; öyle ki, yabancı bir heyecan kesilmiş süt gibi dolaşıyordu damarlarımda ve doğal hakkım olan soluğumu ciğerime tıkıyordu. Damarında durmaya yanaşmayacak kanın baskısı boynumda atıyor, beklenmedik bir deli cesareti siniyordu üstüme. Hazırlanmayıp ne yapacaktım? Zamandan ve sözden merhamet dileyip dili serbest bıraktım.

Korkunç bir şey söylememiştim oysa, olsa olsa bir şeyi -  enikonu önemli bir şeyi – korkunç bir biçimde söylemiştim.

Seni, demiştim. Görüyorum. Seni görüyorum. Gerçek bir “ sen “, gerçeklik içeren bir “ görme “ .  Dehşete düşmüş bakışlarını fark ettiğimde çok geç olmuştu. Görülebilir bir ben fikrinin fenalığını hesap edemeyişimi yanıma alıp uzaklaşmıştım oradan.  Arkamı dönüp giderken, çizgilere basmamaya azami bir özen gösterdiğimi anımsıyorum şimdi o günü düşününce.


Mey