9 Ekim 2016 Pazar

Garda...

                                                                                                            Anıları önünde, sözle….

Saatine baktı. Hesapladı: Üç dakikaya oradayım. Ankara Radyo’sunun önünde randevulaşmışlardı. Bilinçli bir tercih değildi, diyecekti sonradan. Belki bilinçaltlarımızın kendini rahatlatmaya odaklanmış bencilce bir oyunu. Radyodan yukarıya vurdular mıydı, rahat rahat beş dakikada Gar’da olurlardı. Rahat rahat değil, ucu ucuna olacak biçimde ayarlamışlardı zamanı. Treni beklerken Gar’da oyalanmayı, belki Gar Lokantasında bir çorba içmeyi sevdikleri günler geride kalmıştı. İçinde olduğu taksi, normal seyrinde akan trafikte zorlanmadan ilerlerken bu yolculuk şart mıydı, diye geçirmişti içinden. Yolculuk şartsa bile tren yolculuğu tercihi, acıyan yerlerimizi sınama derdinden başka bir şey değildi diyecekti görür görmez D.’ye.

Radyo binasını uzaktan gördü. Önünde kimse yoktu. Gelmemişti. Gelir, diye düşündü. O da benim gibi; ucu ucuna. Radyo’nun önünün boşluğu yaklaştıkça büyüyordu. D. ‘nin çok sonra anlattıkları gözünde canlandı o boşluğa bakarken:

Miting alanına akan coşkulu kalabalığa ters istikamette ilerlerken, Ankara Radyo’sunun önünde görmüştü sendika flaması taşıyan meslektaşlarını. Durmuşlardı onu görünce, selamlaşma, hoş beş. Gelmiyor musun, diye sormuşlardı. Dersim var, demişti ezile büzüle. Özel okulda çalışıyor olmasının şakası yapılmıştı. Gülüşmüşlerdi. Senin yerine de oradayız, diye gönlünü almıştı kara gözlü bir kadın. Minnettar bakmıştı. Yüreğim sizinle diyememişti. Keşke… On dakika geçmiş geçmemişti ki bu karşılaşmanın üzerinden, o ses.

Radyo’nun önünde indi taksiden. Sağına soluna bakındı. Görünürde yoktu. Daha iyi, diye düşündü. Az daha geç kalsa zararı yok. Radyo binasını oldum olası sevmişti. Eski Ankara kokuyordu her şeyiyle. Sırt çantasını mermer basamaklardan birine bıraktı, oturdu sonra aynı basamağa. Saatine baktı. Şu anda içerideki stüdyolardan birinde eğitimli bir ses; “ burası TRT Ankara Radyo’su…” diye başlayan bir cümle kuruyor olmalıydı: Sıradaki parça, bundan gayrı, içinde hep bir  “ gar “ taşıyacak olanlara gelsin! Gözleri dolardı dolmasına da, uzaktan D.’nin kendisine doğru yürümekte olduğunu görmüştü çoktan. Kendini tuttu. Ayağa kalktı. Güç bela bir gülümseyiş bulup yerleştirdi yüzüne. Sarıldılar. Geciktim mi? Yok, daha vakit var. Hadi o zaman. Hadi…

Karşıya geçtiler ilk yaya geçidinden. Bu arada nasılsın, diye soruldu ve iyiyim’ler ikna edici bulunmasa da kabul edildi. Ağır bir ritim tutturdular Gar’a doğru. O zamandan beri ilk kez miydi? İlk kezdi. Bakışlarını buluşturmadılar. Öylesi iyiydi. Tren şart mıydı, sorusu sorulmadı. Yine de iç sesler cevapladı soruyu. Uzaktan önce Gar göründü, ardından yüzler belirdi. Bir bir bir bir bir bir…

Tren perona girdi. O ana kadar ne birbirlerine baktılar ne konuştular. Zihnin dili uzunsa da, sese bürünmesine geçit vermeyeceklerdi. Tren durdu. Hadi, dedi D. Koşar adım ilerlediler trene. Yerlerini bulup oturdular. Kalkış düdüğü geciktikçe gecikti. Zaman, havadaki ağır çok ağır bir şeye sıkı sıkıya tutunmuş gibiydi. Hayır, dedi D. Zaman değil, acı! O sıra tren beklenen çığlığını tutturdu. Yolcular tuttukları soluklarını gürültüyle bıraktılar. D., başını cama yasladı. Beriki belli belirsiz mırıldandı: “ burası TRT Ankara Radyosu…”



Mey




                                                  Aslı Alpar