21 Temmuz 2017 Cuma

Baykuş Vesilesi…

Kapıyı zorluyor. Bu uyuyamamalar, bu tavşan uykuları ondan. Bir parça dalar gibi olduğumda görüntüler işgal ediyor, göz kapaklarımın altında uykuya ait olması gereken alanı. Kendisini hiç görmediğim ancak ötüşüyle uyur uyanıklığımın fon müziğini eksik bırakmayan baykuşun sesi de cabası. Babamın birkaç metre uzağına gömdükleri, traktör kayışıyla kendisini asan on sekizliğin mezarına koydukları tişörtün turuncusu oluyor bazen bu işgalin ön saflarında; kiminde çardağın altında okurken begonvilden kendilerini bırakan miadını doldurmuş pembe çiçeklerin düşüşlerine dalıp giden bakışlarımın sevinçsizliğe alışmaya meylinin fotoğrafı, kiminde de hüznünü gizlemede beceriksiz annemin yüzündeki o eğreti gülüş. Uyanıyorum. Sersem sepelek bakakalıyorum yattığım odanın tavanına. O ara dağdan gelen esinti, nemden bunalmış tenimi ferahlatır gibi oluyor. Zorlanan kapıya sımsıkı dayanışıma anlam veremiyorum. Kalkıp balkona çıkıyor, bir sigara yakıyorum. Önümde limon ağaçlarından bir deniz. Aşağıdaki ağaçların,  titrek gölgesiyle dövüşen yapraklarını kendime benzetip üzülüyorum. Sonra üzüntümle dalga geçmemek elden gelmiyor. Biraz gülüyorum kendime, biraz direncimin anlamından şüphe duyuyor, biraz da cırcır böceklerine söyleniyorum. Buralarda yeni peyda olan, ötüşü çirkin baykuş cevap veriyor söylenmelerime. Sen de nereden çıktın diye fısıldıyorum önümdeki karanlığa. Banyoya geçip yüzüme su çarpıyor, yatağa dönüyorum birkaç saat için. Günleri anımsayamasam da gecelerin böyle geçtiğinden çok eminim.

Kapıyı zorluyor. Her gece bir öncekinden daha güçlü, daha kararlı. Mişkin’in Mektupların Romanı’ndan bir cümlenin belleğimden çıkıp yarı bilinçli zihnime gelmesiyle aynı ana denk geliyor ürkek uykumdan uyanışım bu gece. Saate bakıyorum : 01:46. Bir saat önce girmiştim oysa yatağa. Taze mezarların baş ucuna konulan beş litrelik içi su dolu pet  şişelerin görüntüsü canlanıyor zihnimde. Her ziyarette defalarca doldurulup, sıcaktan kuruyarak çatlamış mezar sulanıyor. Sonra şişe, mutlaka dolu olarak, bırakılıyor bir sonraki ziyaretin ilk tüketimi için. Bunu neden yaptıklarını – yaptığımızı – sorup duruyorum kendime. Mantıklı bir cevap bulamıyorum. Yüksek sesle sorup, annemi incitmeye ise cesaretim yok henüz.

Kapıyı ben yaratmadığım gibi, kapatan da olmadığımı düşündükçe, şimdi olan bu zorlama belli belirsiz bir isyan duygusuyla direnmeme neden oluyor, biliyorum. Ceremesini çekmek de uykularıma kalıyor. Uyandım bir kez, efendilik bende kalsın, kaçıp gitmiş uykunun peşine düşmeyeyim düşüncesiyle telefonu elime alıyorum. Posta kutuma düşmüş yeni bir haber. Bir yazının haberi. Çoktandır tıklayıp okumak içimden gelmiyordu bu yazıları. Bu kez kendiliğimden elim gidiyor metni açacak linkin üstüne. İçimden kendini belli etmemek için çabalayan, heyecan benzeri bir şey yükseliyor. Bu, kapını marifeti işte. Biliyorum. Diklenmeden çoktan açılmış sayfadaki yazıyı okuyorum. Sonuna kadar. Çabucak bitiyor. Kötü bir şey düşünmüyorum yazıya dair, iyi bir şey de. Belki de, anlamadım diyorum. Yine de bazı yazıları okumaktan duyduğum pişmanlık yükselmiyor içimde.

Hay kapı gibi senin, diye söylenerek kalkıyorum yataktan. Balkonu es geçip alt kata iniyorum. Verandaya çıkıp oturuyorum. Tom McCarhty’nin Saten Ada’sını düşünüyorum biraz. Roman için aldığım notların bulunduğu defterin nerede olduğu sorusu düşüyor aklıma. Geveze baykuş bir an için bile susmuyor o ara. Bu gece enikonu dertli olmalı ki, aralıksız bırakıyor sesini gecenin diğer seslerinin arasına. Defteri bulmayı geciktirme arzusuyla bacaklarıma sinek ilacı sıkıyorum. İlacın kötü kokusu genzimi yakıyor. Saten Ada’nın büyük bir kinaye – insana dair devasa bir kinaye – olduğunu düşündüğümden almıştım o notları. Defterin varlığının başka bir alt ve asıl nedeni yoktu. Çünkü kapı vardı – kendi kendine oluşmuş ve şaaaak diye kapanmıştı yüzüme. Doğrusu, umurumda olmamıştı. Açma çabasına da girmemiştim. Kapı tavşan, ben dağ. Ama şimdi kapıyı zorluyor. Tavşanın kibri belki, belki de dağın içini oyan o kopkoyu duygu. Baykuşun sesi diğer sesleri bastırırken oturduğum yerden Saten Ada’dan sonra aldığım Kağıt Ev’e ilişkin notları anımsamaya zorluyorum kendimi. Ve hiç esmiyor oturduğum sürece. Nemden parıldayan tenime rahatsızlıkla bakıyor, bırak defteri bir duş al diye ayak sürüyorum. Domuzluğum – ki beterdir – tuttu, biliyorum. Defterin yeri bal gibi aklımda. Ve kapı, hiç yapmadığı kadar zorluyor.

Baykuş susarsa, kalkıp defteri alırım diyor kumarbaz yanım. Susmayacağına çok güvendiğimden blöfü görmeye meyilliyim. Yatakta okuduğum yazıyı düşünüyorum alttan alta. Çay makinesinde akşamdan kalan çay duruyor. Çoktan bayatlamış çayı kesiyorum. Birkaç begonvil yaprağı yere doğru süzülüyor o anda. Bayat çaya fit olmakla kalkıp bir kahve yapmak arasında kararsızken; uzanıp mandalina ağacından henüz olmamış, küçürek bir mandalina koparıyorum. Seçenek olmayanı seçeneğe dönüştürmek geçici bir haz  o esnada. Bir bıçak, biraz tuz. Mutfakta ayak üstü emiyorum ortasından ikiye böldüğüm mandalina parçalarını.

Kapı zorluyor. Arkasından usulca çekiliyorum. Kapatmadığım bir kapının gönüllü, bir parça da celbi açılışını izliyorum; mandalinanın ekşisi ve tuzdan yanan dudaklarımı yalarken. Çünkü baykuş susalı epey oluyor. Çünkü defterin yeri buz gibi aklımda.


Mey