28 Ocak 2016 Perşembe

04.04

Gözlerini açmadan hemen önce saatten haberli olmasının tek mantıklı açıklaması rüya görüyor ve uyandığını düşünmesine karşın rüyanın sürüyor olmasıydı. Yani ki rüyasında uyandı ve rüyasında uyanmış olduğunun farkında olmadığından, bilinçli hayatta saatin tam 04.04 olduğunu düşündü ki tam da öyleydi. Bilinçdışı bir algının bilinçli hayatta aynı vakte gelebilmiş olması ne kadar olanaklı sorusu ona ait değil. Söz konusu algıya tanıklık etmiş ve tam olarak uyanık, yani dibine kadar bilinçli bir gözlemciye, bendenize aitti. Baştan alalım o vakit: saat tam 04.04’tü ve rüyanın içinde olduğunu fark etmeksizin, elbette rüyanın içinde, gözlerini açtı. Kendini yokladı. Fiziksel bir ihtiyaç – su isteği, tuvalet gereği – değildi uyanmasına neden. Kalktı. Kahve, diye düşündü. Bir fincan kahve iyi gelir şimdi. Bana kalsa adaçayı – ballı ve bir dilim limonla – daha iyiydi. Suyu kaynamaya bıraktı, kiler niyetine kullandığı dolabı açınca eli kendiliğinden adaçayına gitti, böyle zamanlarda daha çok bana kaldığından. Mutfak masasına oturdu, etrafına bakınışından sigara arandığı belliydi. Yakma şimdi bu saatte, diye fısıldadım ben. Rüyada içe aldığın dumanı bırakacağın bir dışarısı yoktur gerçek anlamda. İçinde biriktirdiğin duman da yeter. Sıcak suyun içindeki adaçayı yaprakları kendilerini bırakmaya ve hoşluk ile nahoşluk arasında gidip gelen kokusunu dışarı vermeye başladı bu sıra. Keskin bir kokudur, kimisi sevmez. Bilinçdışının kurgusuna teslim olduğundan ve koku duyumu o esnada kahveyi arzuladığından o sevmedi. Benim içinse hava hoştu, keskinliğinde tahrik edici bir yan olduğunu düşünüyordum. Onu mutfakta yalnız bırakmamakla, yatak odasına süzülüp tam o anda yüzünde mutfağın ve adaçayının izlerini arama arzusu arasında ikircikliydim. Bilinçdışına müdahale gücünü yitirmiş bir bilincin kendini naçar hissetmesinin absürtlüğünün farkında arzumu erteleyerek rüyanın mutfak kısmına eşlik etmeyi sürdürecektim. Adaçayını isteksizce yudumlarken, bakışlarının balkon penceresinin ötesindeki karlı tepelere takıldığını fark ettim. Eyvah, diye düşündüm. Şu soğukta orada bulmayalım kendimizi. Daha dememe kalmadan soğuk iliklerime işlemeye başlamıştı bile. Çıplak ayak, üstünde geceliğimsi ince bir kumaş, ayazla buzlaşmış karın üstünde yürüyordu. Adaçayının kokusu da kekremsi sıcaklığı da uzak bir hayale dönüştü dönüşecek, sevilesi bir yanı olmadığını düşündüğüm şarkıyı mırıldanmaya başladığını işitecektim muhtemelen. İçinde yer almadığım bir rüyanın bekçiliğini yapmakta olduğumu düşündükçe sinir basıyordu bir yandan da. Eve girer girmez üstümdeki her türlü fazlalığı çıkarıp atma huyum olduğundan kolumda saat de yoktu ve 04.04’den bu yana geçen zamanı hesaplamaktan acizdim. Belki sadece bir an’dı geçen ya da hesaplamaya korkutacak denli çok zaman olmuştu. Ayaklarında kar yanığı olacak endişesi geldiği gibi gitti. Aklını başına al kuzum, dedim kendime. Sıcak ve rahat yatağında o. O halde neden içim dışım tir tir titriyordu, işte buna bir cevabım yoktu. Bilinç, - hayatın senaristliğinin dokunulmazlığını bilmezden gelme meylinden -  müdahale edemediği tek senaryonun bilinçdışının kaleminden çıkan olduğunu düşünür, yanılgı elbette. Bu bilgiyi hatırlatarak kendime söylemeye çalıştığım, çok da dırdırlanmaydı. Gerçek anlamda uyandığında sona erecek bir senaryoya fit olmak, ömrün boyunca celbi oyunculuğunu yapmak zorunda olduğunla karşılaştırıldığında yeğdi.

Soğuk, kar, buz demeden tepeyi tırmanmaya devam edişini izliyordum. Ne tepeymiş! Ardında bir şey olsa ve o şey bir parça sıcaklık içerse bari ümidimi koruyarak izlemeyi sürdürdüm. Aklım neredeyse? O da rüyaya kapılıp gitmiş olmalı, varmaya uğraştığı yerin neresi olduğu aniden ayan olunca, hissettiğim paniği anlatmaya söz yoktu. Uyanık olduğunu düşünüyor, büyük bir inatla belli bir yere ulaşmaya çalışıyordu. Yasaklanmış bölgenin çekiciliğinden alıyordu gücünü. Olanca gücümle seslendim, omuzlarından tutup olanca kuvvetimle sarsacak teçhizattan yoksunluğuma hayıflanarak seslendim. Duraklar gibi oldu, mutfağın güvenliğini arzular gibi neredeyse. Ama durmadı. Şapşal, şapşal, şapşal işte. Kediye diktim gözümü. Bazı geceler yaptığı gibi, gidip göğsüne otursa, göğsündeki ağırlığın verdiği rahatsızlıkla kıpırdanırken dağılıverse kurgu, diye diledim. Ne var ki, kedi haindi. Uzandığı ayakucundan gözleri yarı kapalı, rüyanın bir diğer izleyicisi olmanın keyfiyle mırıldanıp durmaktan başka işe yaramıyordu.

Kalp atışlarının hızlandığını fark ettiğimde, tepeyi tırmanmış ve durmuş ileriye bakıyordu. Olmayı ve hep orada kalmayı istediği yer tepenin ardından görünmüş olmalıydı. Hiçbir şey umamayacak ve hiçbir şeyi değiştiremeyecek noktadaydım. Sevinçli ve derin bir soluğu içine olabildiğince çekecek ve tepenin hemen aşağısında uzanana koşar adım gidecekti. Sersem, sersem, sersem işte! Başucuna gitsem, yüzüne yayılmış o koca tebessümü görecektim. Gitmedim. O, saat tam 04.04’te uyanmış olmanın şans olduğunu aklından geçirirken, mutfak masasında oturup ondan kalan adaçayının son yudumunu kafaya diktim. Baharat rafının arkasına zulaladığım yedek sigara paketine uzandım. Artık saatin kaç olduğunu hiç merak etmiyordum…



Mey





Gerekçesiz...

Gerekçeye ihtiyacım yok, dedim.
Susmadım sonra. Soluksuz sıraladım:
Nefeslenmeye,
susamaya,
söylemeye,
söz'ün büyüsüne,
söylememeye,
uykuya,
düş'ün kırmızısına,
uykusuzluğa,
kırmızı'nın düşkünlüğüne,
şiir'i beklemeye,
hikaye'ye yaslanmaya,
kötüye öfkeye
hayatı savunmaya,
iyiye inatla inanmaya gerekçe mi lazım?
Sormadan - ki soracaktı - ekledim;
gerekçesiz'im. Ondandır ki,
tanışmasak da seni özlerdim. Olduğun yerde kal...

Mey







25 Ocak 2016 Pazartesi

“ Buyurun Dolaba *”

Rüzgâr şiddetlendikçe o da huysuzlandı. Zorluyor, diye düşündü. Zorlaştırıyordu da bir yandan. Yürümeyi de yürümemeyi de. Bir sıkıntısı var belli, dedi duyulur duyulmaz bir sesle. Öyle bir esmek değil; söküp koparmak, kopartıp sürüklemek, sürükleyip götürmek ister gibi. Belki haksız değil, dedi yine fısıltıyla, fısıltısını alıp götürdü o sıra rüzgâr. Sıkıntılı olan sadece bu esip gürleyen değildi aslında. Çevresine bakındı. Soluk alan her varlığı içine alan o bıkkınlıktan yapılma kubbenin giderek genişlediğini, gün gün koyulaşan grisiyle semte, şehre ve tahminleri doğruysa tüm ülkeye yayıldığını görememenin neredeyse olanaksız olduğunun farkında olmayan yok gibiydi. Farkındalık çözüm için gereken çabayı beraberinde getirir düşüncesinin baştan ayağa bir yanılgı olduğu her geçen gün daha fazla anlaşılır hale geliyor, gidişata dair susanlar ve avaz avaz bağıranların etkisizliği rüzgârın önüne kattığını alıp götürüşü gibi insanların güç bela yeşerttikleri az bir umudu da solduruyordu. Kimi evinden çıkamıyor, kimi evine giremiyor,  ama her iki grup da dışarısının şiddetine razı gelmek zorunda kalıyordu.

Soluğu kesilince durdu. Duruşundan faydalanıp paltosunun yakasını olabildiğince kaldırdı, esintinin kulaklarında bıraktığı izi aza indirgeyecek bir şapkası olmadığına hayıflandı. Rüzgâr bir an için hafifler gibi olunca yürüyüşüne devam etti. İkinci adımını atmıştı ki, öncekine oranla daha da sertleşmiş esinti yüzüne çarptı, hafifçe sendeledi. O sırada cebindeki telefonun titrediğini fark etti. Kim arayacak beni, düşüncesi yerini buluşmanın ertelenmiş olabileceği olasılığına bıraktı. Telefonu çıkarıp ekranı görünür hale getirecek düğmeye dokundu. Mesaj imleci yanıp sönüyordu. Mesajı açtı. Buluşmayı ertelemiyor ancak yerini değiştiriyorlardı. Adrese baktı, öncekinin tam tersi istikametteydi. Zamanında yetişip yetişemeyeceğini tarttı. Ana caddeye çıkıp dolmuşu yakalayabilirse, bir ihtimal, zamanında ulaşabilirdi. Nereden girdim bu işlere, hayıflanması işte o an gelip oturdu içine.

Neden o fırsatı teptim, neden anneme karşı o kadar kabaydım, neden umut varken ve doğru sözcükleri seçebilecek noktadayken söylemem gerekenleri söylemedim, neden şu yolu değil de öbür yolu seçtim… Geride kalmış, artık dönülmesi imkânsız eylememelerin pişmanlığını hep içinde taşıyan ve hep da taşıyacak olan o insanlardan kahramanımız, artık anladınız. Doğru’yu arama, doğru olanı yapmaya çalışma görüntüsünün ardına gizlediği mükemmeliyetçiliğinin biçimlendirdiği bir hayatın mutsuzu olanlardan işte. Kendisine teklif edileni, daha doğrusu kendisinden talep edileni yapmayı kabul etmenin, insan – iyi bir insan – olma adına yapılması gereken olduğuna daha o an ikna olmuş, ikna olmuşluğunun beşinci dakikasında ise yakın gelecekte açığa çıkacak hayıflanışın içinde filiz vermeye başladığını duyumsamıştı. Giremediğimiz veya çıkamadığımız evlerimizde korkak fareler gibi yaşamaya devam edemeyiz, gidişatı değiştirmek için bir şey yapmak her birimizin görevi, cümlelerini işittiği anda duyduğu heyecanın gümbürtüsünden akli selim yanının itirazlarının cılızlığını işitememişti. Tehlikesi az işlerle başlayacağını söylemişlerdi. Ufak tefek getir götür işleri. Yine de bu tehlikenin hiç olmadığı anlamına gelmiyordu. Kör bir kurşunun sizi bulması veya sokakta birden bire, nedensiz, karga tulumba bir otomobilin içine atılmanız şans işiydi. Hiçbir şey olmasa, şu delice esen rüzgâr canınıza okuyordu. Birileri bir şeyler yapmalıydı elbette. Niye ben, sorusunun yanıtı çok netti. Ben de biriydim. Ben olmayan birilerini harekete geçirecek güçten yoksundum. Sözümün geçtiği tek biri, “ ben “ olan biriydi. Bunları düşünmek, kahramanımızın bir parça rahatlamasını sağladı, adımları hızlandı, kendisini caddeye çıkaracak kestirme olduğunu düşündüğü ara sokağa hevesle girmesine neden oldu. İşi değil, sonrasını düşünmenin ona iyi geldiğini fark etti. Daha sonra, her şey olup bittikten, yani yapılması gerekeni yaptıktan sonra nasıl hissedeceğini tahmin etmeye çalıştı. Akşama kızla sözleştiklerini de unutmuş değildi. Her zaman buluştukları kahvehaneye girişini canlandırdı. Dur bakayım, yüzünde öncesinde hiç rastlamadığı ve gizlemekte acemi olduğundan kendini ele veren bir gurur mu vardı? Önce gülümsedi, derken yüzüne şiddetle çarpan esintiyle kendine geldi. N’oluyorsun kuzum, dedi. Dağınık bir dikkat ve boş hayaller en son ihtiyacı olan şeydi. Akıllı ol. Uzaktan sokağı kesen ana cadde göründü bu sıra. Dolmuşu yakalayamazsa, zamanında varamayacağını düşündü. Daha ilk görevde çuvallama düşüncesiyle karardı yüzü. Caddeye ulaşır ulaşmaz, az önce yürüdüğü sokağın sakinliğine tezat bir insan ve otomobil kalabalığıyla karşılaşınca başı döner gibi oldu. Kentin, doğrusu insanların üstüne çökmüş o gri kubbe burada daha görünürdü artık. İnsanlarda cisimleşmiş bir umutsuzluğun kendine çektiği o görünmez hapishane varlığını haber veriyordu şuradaki kadının ayaklarını sürüyerek yürüyüşünde, öbür adamın görmeme ve görünmeme kaygısıyla önüne eğdiği başında, çocuğunun elinden sıkıca tutmuş belirgin bir telaşla çekiştiren kadının gözlerinde. Buradayım ve sizi almama ramak kaldı. Tek bakış yetmişti bütün bunları görebilmesine. Bu kez hayıflandığına hayıflandı. Daha önce hissetmediği bir kıvanç duygusu yayıldı içine. Her şey düzelecek, diye seslenmek istedi, az önce tek bakışına tümünü yerleştirebildiği o koyu umutsuzluğun taşıyıcılarına. Durağa yaklaşmakta olan dolmuşu fark etmesiyle yatıştı heyecanı. Cebindeki bozuklukları çıkarıp dolmuş parasını hazırladı. Değil adım atacak, soluk alacak yer kalmamış dolmuşa güçlükle bindi. Kimini ittirdi bunu yaparken, kimine sokuldu. Tutunacak yer aramaya ihtiyaç bırakmayacak denli birbirlerine yapışmış insanlardan en uygun bulduğuna yapıştırdı o da sırtını. Allahtan trafik açıktı. Başını uzatıp üzerinde ilerledikleri caddeyi görmeye çalıştı, pek mümkün değildi görüş alanının kapalılığından. O da dönüp kendine baktı. Baktığı yerde karmaşık duygular göreceğini, belki biraz heyecan biraz tedirginlik, nasıl sonuçlanacağını bilmemenin gerginliği mesela, düşünüyordu. Şaşırtıcı bir donukluktan başka bir şeyin olmamasıyla bir parça sarsıldı. Hayıflanmayla sonuçlanması olası kuşku oturdu içine yine. Ya beceremezse verilen işi, eline yüzüne bulaştırırsa? Doğrusu gerçekten bu muydu? Ya neydi, içimizde insani bir şey kalmayana dek sindirilmeyi kabul etmek miydi? Düşüncelere dalıp, ineceği durağı kaçırabileceğini akıl edene kadar iç çatışması devam etti. Bu esnada ter içinde kalmış olduğunu, önünde duran kızın yüzünü buruşturduğunu fark edince anladı. Hafifçe kızarmasına neden olmuş da olabilir bu kavrayış. Dolmuşun havasızlığından şikâyet eden birkaç kişinin pencerelerin açılmasına yönelik ısrarlarına inatla karşı duran şoförün, kaygısına hak verenlerle vermeyenlerin arasındaki filiz verdi verecek tartışmayı dinlemeye tahammülü olmadığını düşündüğü sıra, ineceği noktaya ulaştıklarını fark edip rahatladı. Kendisinden önce davranan başka birinin isteğiyle dolmuş durdu. İndiler. Durup etrafına bakındı. Rüzgâr bir nebze sakinlememiş, aksine şiddetlenmişti.  Şu yokuşu çıkmam gerek, diye düşündü. Esintinin zorlaştıracağı tırmanışına başlamadan önce bir sigara yaktı. Aklına oranla daha tereddütsüz olan ayaklarına bıraktı kendini. Tıknefes tırmanış düşündüğünden zorlu oldu. Yokuşun iki yanına sıralanmış köhne binalardan gelen sesler rüzgârın sesine karışıyor, pencerelere gerilmiş koyu renk perdelerin kapalı camlara karşın dalgalandığı görülüyordu. Koyu renk perdelerin geçici bir çözüm olduğu aşikârdı. Ses yalıtımı yapılmış duvarlar da aynı oranda işe yaramaz çıkmamış mıydı? İnsanların sorunu, geçiştirmekti en başından beri. Savuşsun gitsin, mantığı bulunulan noktayı getirmişti. Çöreklenmiş kötülüğün kendiliğinden çekip gideceği yoktu. Üstelik kendiliğinden gelmemiş bir kötülüktü bu. Başını öte yana çevirmenin, yok saymanın boşluğundan yararlanarak yerleşmiş, o gri kubbeye dönüşmüş ve yaşayan her şeye düşmanlığının bir tür özgecilik olduğuna insanları inandıracak kadar da başarılı olmuştu. Şimdi duvarlarına süngerler yapıştırsan ne, pencerelerine kara örtüler gersen ne?

Görevinin ne olabileceğini düşünmeye başladı yine. Getir götür işi başlangıçta demişlerdi. Belki yasak bölgeye girmesi gerekecekti. Bu ihtimale bacaklarında bir titreyiş ile itiraz etti vücudu. Aklına kız düştü. Akşam için sözleştiklerini, gözlerindeki gülüşü yitirmemek için direnen o nadir insanların çevresine yaydığı sıcaklığın onda fazla fazla olduğunu, bütün gün maruz kaldığı rüzgârın üşüttüğü yerlerini onun varlığıyla ısıtabileceğini düşündü. Bacaklarındaki titreme geçer gibi oldu. O sırada yokuşun başında beliren gençten adamı fark etti. Üzerindeki montun kapüşonunu başına geçirmişliğine karşın tanıdı onu. Yüzünde ciddi bir ifade ile tırmanışını izliyordu. Az önce dolmuştayken arayıp da bulamadığı heyecan işte o an gösterdi varlığını. Ya beceremezse verilen işi, eline yüzüne bulaştırırsa? Doğrusu gerçekten bu muydu? Ya neydi, içimizde insani bir şey kalmayana dek sindirilmeyi kabul etmek miydi? Yokuşun başındaki belli belirsiz bir hareketle sokağın köşesini işaret etti o sıra. Eski bir apartmanın kuytusu. O tarafa yöneldi. Birer baş hareketi selamlaşmanın yerine geçti. Bakıştılar, beriki hazır olup olmadığını tartar gibiydi. Değildi ya da bilmiyordu ama bunu karşısındakinin anlamasına izin veremezdi. Yüzüne kararlı bir maske taktı, bekledi.  Adam kolundan tutup biraz daha kuytuya çekti onu. Kısa ve açık cümlelerle anlattı yapması gerekenleri bir bir. Her cümlenin ardından duyduğu şaşkınlığı gizlemekte zorlanarak, anladım manasında başını sallıyordu o da. Açıklama faslı bittikten sonra, gideceği yeri tarif etti ve eline kitabı tutuşturdu. Pastaneyi biliyordu, kızla birkaç kez oturmuşlukları vardı. Yine de dikkatle dinledi tarifi, kitabı paltosunun cebine attı. Şans dileyen beriki, temkinli adımlarla uzaklaşırken arkasından baktı. Bu muydu yani? Yol boyunca kurduklarına güldü.  İçindeki sinsi mükemmeliyetçinin rahatladığını bilse de, küçümsendiği duygusuyla biraz öfkelenir gibi oldu. Görev görevdir, diye ikna etmeye çalışmadı kendini. Saatine bakıp pastaneye doğru yola çıktı.

Geç bir masaya otur, çayını ısmarla ve kitabını açıp okumaya başla, demişti habercisi. Merak etme, başka masalarda oturanların tümü bizdendir, senin gibi ilk görevleri çoğunun. Kitabın ikinci bölümüne geldiğinde, hesabı iste ve kalk. Sonra haberleşiriz. Bu muydu yani? Buysa, neden hala korku doluydu içi? Sorma artık, diye uyardı kendini. O sıra pastaneye ulaşmıştı. Masaların çoğu doluydu. İnsanların yüzüne tek tek bakıp, kimlerle aynı konumda olduğunu görmek istedi. Pek akıllıca olmazdı, kimseyle göz göze gelmemeye özen göstererek ilerledi. Köşedeki boş masayı gözüne kestirdi, gidip oturdu. Kış bahçesinin camları sıkıca örtülmüş, dışarıdaki esintinin içeridekileri etkilememesine çabalanmıştı. Oysa rüzgâr kolay lokma değildi. Camlara vurabildiğince vuruyor, ne derdi varsa, bildiği tek dille anlatmaya çalışıyor gibiydi. Çay istedi ve paltosunun cebindeki kitabı çıkardı. Sigara için bir şey söylememişti haberci. Bir tane çıkarıp yaktı. O sırada, gri kubbenin her zamanki saatinde olduğu gibi, o akıl almaz gürültüyle biraz daha aşağı inişinin çıkardığı sesi işitip irkildi. Diğer herkes gibi. Sokaktaki, pastanedeki bütün kafalar istemsizce gökyüzüne çevrilmişti. Baktılar ve tümünün yüzlerine inen karanlığın farkında değilmiş gibi başlarını çevirdiler sonra. Çayı geldi. Kitabı aldı, adına baktı. Tanıdı. Sağına soluna bakındı. Sohbete dalmış iki – üç kişilik masalar gördü. Kendisi gibi tek başına oturan ve önünde okunmayı bekleyen bir kitap olan insanlar gördü. Anladı. Mükemmel değilse de bir başlangıçtı. Açıp kitabı okumaya başladı.

*Montaigne, deyimi kısır döngüden kurtulamayan insan aklı için kullanmış.



Mey




21 Ocak 2016 Perşembe

Bensiz..

Seni hiç yazmasam,
yine de hikayem olur muydun?


Seçkin Aydın Kınacı




20 Ocak 2016 Çarşamba

Haşin Sızı...

Önce kokuydu. Belki de ses. Hangisi? Ne önemi var? Geliyordu. Henüz görünür değildi. Belki de ben göremiyorumdur, diye düşünüyordum. Doğrudur, görememişimdir. Fakat koku? Bir de ses?

Kimselere söylemedim. Ne sesi, ne kokuyu, ne de gelmekte olduğundan artık kuşku duymadığımı. Ayağımı sıkıca bastım yere. Sağlam dur, dedim kendime. Kokuya ve sese bakılırsa şiddetle geliyor. Hazırlandım, ne kadar olabilirse. İçim kıpır kıpır, dilim sakin, gardım çoktan alınmış. Zayıf yanlarımı biliyordum, dibe meylimi de. Kalbim sorunluydu, bununla kalsa iyiydi. Bildiğim en büyük oyunbozandı bir de. Oradan vurulacaktım elbette.

Ses ve koku enikonu yoğunlaşıp, kendisinin de görünür olmasının eli kulağındayken boş duramazdım. Var gücümle - bir bıçağı biler gibi, usulca ve sabırla - hazırladım kalbimi. Yengi ummuyordum, hayatta kalsam yeterdi. Tebessümü yitirmek en büyük kayıp olurdu benim için. Ondandır ki, gülünç hikayeler biriktirdim olası zor günler için merhem niyetine. Hazırsın, dedim kendime, kendim de inanmayarak bu dediğime. Başka çıkarımız olmadığından inanıverdik derhal. Üst dişlerimiz alt dudağımıza saplı, bekledik.

İlkin koku kesildi, ardından ses işitilmez oldu.
Geldi.
Vurdu. Haşin bir sızı hala kalbimin orta yerinde.
 Hayattayım. Tebessüm arka cebimde saklı...

Mey







15 Ocak 2016 Cuma

İlk Son Sesleniş...

hep iç'indendi.
çok iç'indeydi.
sonunda dış'a seslendi: ey ömrümün var'ı...


Mey




14 Ocak 2016 Perşembe

Bir Gömlek Olmamaklığa Dair Gereksiz Birkaç Söz...

İnsan bir gömleği bir daha giymemeye karar verebilir, dedi.
Seçim işte, diye atıldım.
Dikkatle süzdü.
Doğru, dedi. Ve bir daha giymemeye karar verdiğin gömleğe bu karardan bahsetmeye gerek yoktur.
Güldüm. Dolabın bir köşesine kaldırıverirsin olur biter, diye destekledim.
Meraklı gözleri üstümde bir süre konuşmadı. Sustum ben de tabii.
Susuyorsun, dedi. Aldırmadım. Daha sustum.
Konu kapanmadı ama, diye ısrar etti. Omuz silktim. Söyleyecek bir şeyim yoktu.
İnsan insandı, gömlek de gömlek. Konu kapanmıştı...


Mey



11 Ocak 2016 Pazartesi

Issız ve Düş...

Ben'den alındı,
" sen ".
Issız gerçek.
Sen'den gitti,
" ben ".
Hınca hınç düş.


Mey



6 Ocak 2016 Çarşamba

Kapı Ağzı…

Daha fazla erteleyemezdim. Sigarayı yaktım. Sırtımı kapının pervazına yaslayıp, ağzımdan savrulan dumanın yarattığı griliğin içinden baktım yüzüne. Yüzünde yabancı bir çizgi aramayı bırakalı epey olmuştu, yine de alışkanlıktan olsa gerek, zaman zaman dikkatle bakmayı ihmal etmiyordum. Onun sırtı, karşımdaki pervaza dayanmıştı, bakışıma bakan gözlerindeki kayıtsızlığın benimkinin bir örneği olduğunu düşünmek yanlış olmazdı. Kapı ağzında durmuştuk. Epeydir oradaydık. Aklı kekemeliğe mahkûmların utancının beslediği bir sessizlikle bakıyorduk zaman zaman birbirimize. Kapıdan rahatça geçip gidebileceğimizi düşündüğümüz, belli ki aymazlık içeren, ilk girişimimizin üzerinden ne kadar zaman geçtiğini hesaplamaktan kaçındığımızı, birbirimize söylemeden, sakınıyorduk. Seçme şansım olsaydı, kıstırıldığımız bu kapı ağzında yanımda durmasını isteyeceğim kişi olmadığını biliyordu. Benzer bir tercihe sahip olsaydı, karşısında beni istemeyeceği gün gibi ortadaydı. Seçme şansı yalnızca hayata aittir oysa bunu öğrenmiştik. Geri dönme ya da ileriye yönelme konusundaki seçeneksizliğimizde boğulup gideceğimizi düşünmeden edemediğimiz bir tuhaf bekleyişin içindeydik. Ne açık ne kapalı, ne dışlayan ne buyur eden, ne içerisi ne dışarısı; kendi başına bir mekân bile sayılamayacak bir kapı ağzının gönülsüz ve belki de hoş karşılanmamış konuklarıydık.

Söndür şu sigarayı artık, dedi birden. Hiç demezdi. Şaşırdım. Öyle şaşalamasam, sigarayı düşünmeden atıp ayağımla üzerine bastırıp söndürmezdim. Daha ayağımı izmaritin üzerinde hafifçe çevirirken, orada öyle duruşumuza renk katacak, küçük bir tartışma şansını yok ettiğimi fark etmiştim. O saatten sonra, niye söndürüyor muşum, diye sormanın anlamı kalmamıştı. Kızdım kendime. İçine hafif teması da alan bir kavga, azıcık itişip kakışma her ikimize de iyi gelebilirdi. Bana geleceği kesindi. Mıhlanmışlığımıza yeni bir soluk, sessizliğimizin aramıza gerdiği o ince tülde minik bir yırtık nefes almayı kolay kılabilirdi. Kaçırdığımız şansın farkında olup olmadığını anlamak için yüzüne baktığımda, bana yönelmiş –  kendime duyduğuma benzer nedenler içeren – küçük kızgınlık kıvılcımlarının rengine renk kattığını gördüm. İçin için sevinmese miydim buna?

Kendimden hiç beklemediğimi yapacağımı, daha yapmadan sezinlediğimden boğazımdan yükselen minik çığlığın yerini, sende benimle bu kapıdan geçebilecek dirayet olabileceğini nasıl oldu da düşünebildim, hiç bilmiyorum cümlesinin aldığını fark edince dilimi ısırıp kopartasım geldi. Benzer bir arzunun onda da peyda olduğunu görmek, dilimin bana lazım olduğunu hatırlamama neden olduysa da, yapacaksa hak etmişliğimden boyun eğebilirdim. Sen kendine bak, dedi. Saçma bir karşılıktı; olduğumuz yer ondan başka birine bakabilmemi olanaksız kılıyordu. Dediğinin saçmalığı onda da ayan durumda olduğundan bıyık altından güldüğünü görmek beni şaşırtmadı. Bir sigara versene, dedi neden sonra. Ben de yakarım ama, diye uyardım. Aldırmazlığını vurgulayan omuz silkişini sevebileceğimi düşündüğümü her ikimizden de gizleyerek sigarayı uzattım, bir başkasını da ağzıma yerleştirdim. Sigarayı burnuna götürüp koklayışına baktım. Ağzımdakini henüz yakmamıştım. Dudaklarının arasına yerleştirdiği sigarayı cebinden çıkardığı bir kibritle yakışını, benimkini yakmaya yeltenmeden yanan kibriti hafifçe üfleyerek söndürüşünü, çektiği ilk nefesin ciğerlerine doluşuyla belli belirsiz titreyişini izledim. Ben de ilk nefesi aldım açgözlülükle. Dumanım onunkine karıştı.

Geri dönemeyiz biliyorsun, dedim. Bunu derken gayri ihtiyari başımı çevirip geride kalana bakmıştım. İstersek geçeriz kapıdan, sen de bunu biliyorsun dedi. O kapıdan geçişimize dair kurduğum sayısız farklı düş’ün bir tanesinin bile gerçekleşme olasılığının düşüncesinin ben de yarattığı korkuyu sezdirmekten ürkerek güldüm.

Seçebilseydim seni seçmezdim, dedim aniden. Bu kez gülen oydu. Ben de, demesine gerek yoktu. Aynı anda kıpırdandık. Ama kapı ağzının bizi seçmiş olmasından şikâyetçi değilim, demek istedim. O, içine çektiği dumanı yüzüme boca etti. Demek istediklerimi kendinde boğup, işitilemez kılan kekemeliğimin aynını taşıdığını bilmez gibiydi. Yüzümü buruşturup, sigarayı attım. Bizi seçmiş kapının ağzında, gözüm üstünde, gözü üstümde öylece durmayı sürdürdük…



Mey





3 Ocak 2016 Pazar

Salınışı Öykü'nün...

Elbet uzayacaktı
öykü,
özlem'enin ardına kadar açılmış
gözlerinin önünde salınırken...


Mey