25 Ocak 2016 Pazartesi

“ Buyurun Dolaba *”

Rüzgâr şiddetlendikçe o da huysuzlandı. Zorluyor, diye düşündü. Zorlaştırıyordu da bir yandan. Yürümeyi de yürümemeyi de. Bir sıkıntısı var belli, dedi duyulur duyulmaz bir sesle. Öyle bir esmek değil; söküp koparmak, kopartıp sürüklemek, sürükleyip götürmek ister gibi. Belki haksız değil, dedi yine fısıltıyla, fısıltısını alıp götürdü o sıra rüzgâr. Sıkıntılı olan sadece bu esip gürleyen değildi aslında. Çevresine bakındı. Soluk alan her varlığı içine alan o bıkkınlıktan yapılma kubbenin giderek genişlediğini, gün gün koyulaşan grisiyle semte, şehre ve tahminleri doğruysa tüm ülkeye yayıldığını görememenin neredeyse olanaksız olduğunun farkında olmayan yok gibiydi. Farkındalık çözüm için gereken çabayı beraberinde getirir düşüncesinin baştan ayağa bir yanılgı olduğu her geçen gün daha fazla anlaşılır hale geliyor, gidişata dair susanlar ve avaz avaz bağıranların etkisizliği rüzgârın önüne kattığını alıp götürüşü gibi insanların güç bela yeşerttikleri az bir umudu da solduruyordu. Kimi evinden çıkamıyor, kimi evine giremiyor,  ama her iki grup da dışarısının şiddetine razı gelmek zorunda kalıyordu.

Soluğu kesilince durdu. Duruşundan faydalanıp paltosunun yakasını olabildiğince kaldırdı, esintinin kulaklarında bıraktığı izi aza indirgeyecek bir şapkası olmadığına hayıflandı. Rüzgâr bir an için hafifler gibi olunca yürüyüşüne devam etti. İkinci adımını atmıştı ki, öncekine oranla daha da sertleşmiş esinti yüzüne çarptı, hafifçe sendeledi. O sırada cebindeki telefonun titrediğini fark etti. Kim arayacak beni, düşüncesi yerini buluşmanın ertelenmiş olabileceği olasılığına bıraktı. Telefonu çıkarıp ekranı görünür hale getirecek düğmeye dokundu. Mesaj imleci yanıp sönüyordu. Mesajı açtı. Buluşmayı ertelemiyor ancak yerini değiştiriyorlardı. Adrese baktı, öncekinin tam tersi istikametteydi. Zamanında yetişip yetişemeyeceğini tarttı. Ana caddeye çıkıp dolmuşu yakalayabilirse, bir ihtimal, zamanında ulaşabilirdi. Nereden girdim bu işlere, hayıflanması işte o an gelip oturdu içine.

Neden o fırsatı teptim, neden anneme karşı o kadar kabaydım, neden umut varken ve doğru sözcükleri seçebilecek noktadayken söylemem gerekenleri söylemedim, neden şu yolu değil de öbür yolu seçtim… Geride kalmış, artık dönülmesi imkânsız eylememelerin pişmanlığını hep içinde taşıyan ve hep da taşıyacak olan o insanlardan kahramanımız, artık anladınız. Doğru’yu arama, doğru olanı yapmaya çalışma görüntüsünün ardına gizlediği mükemmeliyetçiliğinin biçimlendirdiği bir hayatın mutsuzu olanlardan işte. Kendisine teklif edileni, daha doğrusu kendisinden talep edileni yapmayı kabul etmenin, insan – iyi bir insan – olma adına yapılması gereken olduğuna daha o an ikna olmuş, ikna olmuşluğunun beşinci dakikasında ise yakın gelecekte açığa çıkacak hayıflanışın içinde filiz vermeye başladığını duyumsamıştı. Giremediğimiz veya çıkamadığımız evlerimizde korkak fareler gibi yaşamaya devam edemeyiz, gidişatı değiştirmek için bir şey yapmak her birimizin görevi, cümlelerini işittiği anda duyduğu heyecanın gümbürtüsünden akli selim yanının itirazlarının cılızlığını işitememişti. Tehlikesi az işlerle başlayacağını söylemişlerdi. Ufak tefek getir götür işleri. Yine de bu tehlikenin hiç olmadığı anlamına gelmiyordu. Kör bir kurşunun sizi bulması veya sokakta birden bire, nedensiz, karga tulumba bir otomobilin içine atılmanız şans işiydi. Hiçbir şey olmasa, şu delice esen rüzgâr canınıza okuyordu. Birileri bir şeyler yapmalıydı elbette. Niye ben, sorusunun yanıtı çok netti. Ben de biriydim. Ben olmayan birilerini harekete geçirecek güçten yoksundum. Sözümün geçtiği tek biri, “ ben “ olan biriydi. Bunları düşünmek, kahramanımızın bir parça rahatlamasını sağladı, adımları hızlandı, kendisini caddeye çıkaracak kestirme olduğunu düşündüğü ara sokağa hevesle girmesine neden oldu. İşi değil, sonrasını düşünmenin ona iyi geldiğini fark etti. Daha sonra, her şey olup bittikten, yani yapılması gerekeni yaptıktan sonra nasıl hissedeceğini tahmin etmeye çalıştı. Akşama kızla sözleştiklerini de unutmuş değildi. Her zaman buluştukları kahvehaneye girişini canlandırdı. Dur bakayım, yüzünde öncesinde hiç rastlamadığı ve gizlemekte acemi olduğundan kendini ele veren bir gurur mu vardı? Önce gülümsedi, derken yüzüne şiddetle çarpan esintiyle kendine geldi. N’oluyorsun kuzum, dedi. Dağınık bir dikkat ve boş hayaller en son ihtiyacı olan şeydi. Akıllı ol. Uzaktan sokağı kesen ana cadde göründü bu sıra. Dolmuşu yakalayamazsa, zamanında varamayacağını düşündü. Daha ilk görevde çuvallama düşüncesiyle karardı yüzü. Caddeye ulaşır ulaşmaz, az önce yürüdüğü sokağın sakinliğine tezat bir insan ve otomobil kalabalığıyla karşılaşınca başı döner gibi oldu. Kentin, doğrusu insanların üstüne çökmüş o gri kubbe burada daha görünürdü artık. İnsanlarda cisimleşmiş bir umutsuzluğun kendine çektiği o görünmez hapishane varlığını haber veriyordu şuradaki kadının ayaklarını sürüyerek yürüyüşünde, öbür adamın görmeme ve görünmeme kaygısıyla önüne eğdiği başında, çocuğunun elinden sıkıca tutmuş belirgin bir telaşla çekiştiren kadının gözlerinde. Buradayım ve sizi almama ramak kaldı. Tek bakış yetmişti bütün bunları görebilmesine. Bu kez hayıflandığına hayıflandı. Daha önce hissetmediği bir kıvanç duygusu yayıldı içine. Her şey düzelecek, diye seslenmek istedi, az önce tek bakışına tümünü yerleştirebildiği o koyu umutsuzluğun taşıyıcılarına. Durağa yaklaşmakta olan dolmuşu fark etmesiyle yatıştı heyecanı. Cebindeki bozuklukları çıkarıp dolmuş parasını hazırladı. Değil adım atacak, soluk alacak yer kalmamış dolmuşa güçlükle bindi. Kimini ittirdi bunu yaparken, kimine sokuldu. Tutunacak yer aramaya ihtiyaç bırakmayacak denli birbirlerine yapışmış insanlardan en uygun bulduğuna yapıştırdı o da sırtını. Allahtan trafik açıktı. Başını uzatıp üzerinde ilerledikleri caddeyi görmeye çalıştı, pek mümkün değildi görüş alanının kapalılığından. O da dönüp kendine baktı. Baktığı yerde karmaşık duygular göreceğini, belki biraz heyecan biraz tedirginlik, nasıl sonuçlanacağını bilmemenin gerginliği mesela, düşünüyordu. Şaşırtıcı bir donukluktan başka bir şeyin olmamasıyla bir parça sarsıldı. Hayıflanmayla sonuçlanması olası kuşku oturdu içine yine. Ya beceremezse verilen işi, eline yüzüne bulaştırırsa? Doğrusu gerçekten bu muydu? Ya neydi, içimizde insani bir şey kalmayana dek sindirilmeyi kabul etmek miydi? Düşüncelere dalıp, ineceği durağı kaçırabileceğini akıl edene kadar iç çatışması devam etti. Bu esnada ter içinde kalmış olduğunu, önünde duran kızın yüzünü buruşturduğunu fark edince anladı. Hafifçe kızarmasına neden olmuş da olabilir bu kavrayış. Dolmuşun havasızlığından şikâyet eden birkaç kişinin pencerelerin açılmasına yönelik ısrarlarına inatla karşı duran şoförün, kaygısına hak verenlerle vermeyenlerin arasındaki filiz verdi verecek tartışmayı dinlemeye tahammülü olmadığını düşündüğü sıra, ineceği noktaya ulaştıklarını fark edip rahatladı. Kendisinden önce davranan başka birinin isteğiyle dolmuş durdu. İndiler. Durup etrafına bakındı. Rüzgâr bir nebze sakinlememiş, aksine şiddetlenmişti.  Şu yokuşu çıkmam gerek, diye düşündü. Esintinin zorlaştıracağı tırmanışına başlamadan önce bir sigara yaktı. Aklına oranla daha tereddütsüz olan ayaklarına bıraktı kendini. Tıknefes tırmanış düşündüğünden zorlu oldu. Yokuşun iki yanına sıralanmış köhne binalardan gelen sesler rüzgârın sesine karışıyor, pencerelere gerilmiş koyu renk perdelerin kapalı camlara karşın dalgalandığı görülüyordu. Koyu renk perdelerin geçici bir çözüm olduğu aşikârdı. Ses yalıtımı yapılmış duvarlar da aynı oranda işe yaramaz çıkmamış mıydı? İnsanların sorunu, geçiştirmekti en başından beri. Savuşsun gitsin, mantığı bulunulan noktayı getirmişti. Çöreklenmiş kötülüğün kendiliğinden çekip gideceği yoktu. Üstelik kendiliğinden gelmemiş bir kötülüktü bu. Başını öte yana çevirmenin, yok saymanın boşluğundan yararlanarak yerleşmiş, o gri kubbeye dönüşmüş ve yaşayan her şeye düşmanlığının bir tür özgecilik olduğuna insanları inandıracak kadar da başarılı olmuştu. Şimdi duvarlarına süngerler yapıştırsan ne, pencerelerine kara örtüler gersen ne?

Görevinin ne olabileceğini düşünmeye başladı yine. Getir götür işi başlangıçta demişlerdi. Belki yasak bölgeye girmesi gerekecekti. Bu ihtimale bacaklarında bir titreyiş ile itiraz etti vücudu. Aklına kız düştü. Akşam için sözleştiklerini, gözlerindeki gülüşü yitirmemek için direnen o nadir insanların çevresine yaydığı sıcaklığın onda fazla fazla olduğunu, bütün gün maruz kaldığı rüzgârın üşüttüğü yerlerini onun varlığıyla ısıtabileceğini düşündü. Bacaklarındaki titreme geçer gibi oldu. O sırada yokuşun başında beliren gençten adamı fark etti. Üzerindeki montun kapüşonunu başına geçirmişliğine karşın tanıdı onu. Yüzünde ciddi bir ifade ile tırmanışını izliyordu. Az önce dolmuştayken arayıp da bulamadığı heyecan işte o an gösterdi varlığını. Ya beceremezse verilen işi, eline yüzüne bulaştırırsa? Doğrusu gerçekten bu muydu? Ya neydi, içimizde insani bir şey kalmayana dek sindirilmeyi kabul etmek miydi? Yokuşun başındaki belli belirsiz bir hareketle sokağın köşesini işaret etti o sıra. Eski bir apartmanın kuytusu. O tarafa yöneldi. Birer baş hareketi selamlaşmanın yerine geçti. Bakıştılar, beriki hazır olup olmadığını tartar gibiydi. Değildi ya da bilmiyordu ama bunu karşısındakinin anlamasına izin veremezdi. Yüzüne kararlı bir maske taktı, bekledi.  Adam kolundan tutup biraz daha kuytuya çekti onu. Kısa ve açık cümlelerle anlattı yapması gerekenleri bir bir. Her cümlenin ardından duyduğu şaşkınlığı gizlemekte zorlanarak, anladım manasında başını sallıyordu o da. Açıklama faslı bittikten sonra, gideceği yeri tarif etti ve eline kitabı tutuşturdu. Pastaneyi biliyordu, kızla birkaç kez oturmuşlukları vardı. Yine de dikkatle dinledi tarifi, kitabı paltosunun cebine attı. Şans dileyen beriki, temkinli adımlarla uzaklaşırken arkasından baktı. Bu muydu yani? Yol boyunca kurduklarına güldü.  İçindeki sinsi mükemmeliyetçinin rahatladığını bilse de, küçümsendiği duygusuyla biraz öfkelenir gibi oldu. Görev görevdir, diye ikna etmeye çalışmadı kendini. Saatine bakıp pastaneye doğru yola çıktı.

Geç bir masaya otur, çayını ısmarla ve kitabını açıp okumaya başla, demişti habercisi. Merak etme, başka masalarda oturanların tümü bizdendir, senin gibi ilk görevleri çoğunun. Kitabın ikinci bölümüne geldiğinde, hesabı iste ve kalk. Sonra haberleşiriz. Bu muydu yani? Buysa, neden hala korku doluydu içi? Sorma artık, diye uyardı kendini. O sıra pastaneye ulaşmıştı. Masaların çoğu doluydu. İnsanların yüzüne tek tek bakıp, kimlerle aynı konumda olduğunu görmek istedi. Pek akıllıca olmazdı, kimseyle göz göze gelmemeye özen göstererek ilerledi. Köşedeki boş masayı gözüne kestirdi, gidip oturdu. Kış bahçesinin camları sıkıca örtülmüş, dışarıdaki esintinin içeridekileri etkilememesine çabalanmıştı. Oysa rüzgâr kolay lokma değildi. Camlara vurabildiğince vuruyor, ne derdi varsa, bildiği tek dille anlatmaya çalışıyor gibiydi. Çay istedi ve paltosunun cebindeki kitabı çıkardı. Sigara için bir şey söylememişti haberci. Bir tane çıkarıp yaktı. O sırada, gri kubbenin her zamanki saatinde olduğu gibi, o akıl almaz gürültüyle biraz daha aşağı inişinin çıkardığı sesi işitip irkildi. Diğer herkes gibi. Sokaktaki, pastanedeki bütün kafalar istemsizce gökyüzüne çevrilmişti. Baktılar ve tümünün yüzlerine inen karanlığın farkında değilmiş gibi başlarını çevirdiler sonra. Çayı geldi. Kitabı aldı, adına baktı. Tanıdı. Sağına soluna bakındı. Sohbete dalmış iki – üç kişilik masalar gördü. Kendisi gibi tek başına oturan ve önünde okunmayı bekleyen bir kitap olan insanlar gördü. Anladı. Mükemmel değilse de bir başlangıçtı. Açıp kitabı okumaya başladı.

*Montaigne, deyimi kısır döngüden kurtulamayan insan aklı için kullanmış.



Mey