28 Şubat 2016 Pazar

" Seni Artık korkunç Karıştırıyorum " *

Kendimden bahsetme havasındayım, dedi adam.
Sus!
Hesap edilmemiş " sus ", şaşırttı onu.
Sustu.
Seni arasınlar diye yolladığım rüzgarlardan haber yok, deyince beriki;
ilk konuşan ağzından dökülmeye hevesli sözü yuttu bu kez de.
Buradayım, dedi neden sonra.
Sus!
Yine.
Çaresiz sessiz kaldı.
Rastlaşmış olmalısınız, dedi kendisine kimsenin " sus " diye çıkışmadığı. Yine da rahat değildi konuşurken.
Adam ses vermedi bu kez.
Çok rüzgarlar geçmişti;
çok daha fazla rüzgar onun içinden geçmişti. Birazını taşımıştı onca ağırlığa karşın, yanında getirmişti karşısındaki sevindirmeye.
Tanımadılar demek seni, dedi diğeri. İhtimali mantıklı bulmuş gibiydi.
Adamın içinden yükselen kızgınlığı, sinesinde taşıdığı rüzgarlar soğutuverdi neyse ki.
Normal, dedi beriki yine. Tanımamaları çok normal.
Nedenmiş, diye sordu adam.
Karıştırmışlardır, cevabını alınca soru büyüdü zihninde.
Üsteledi: Nasıl yani?
Tanınmaz haldesin, dedi sakin bir sesle. Ben de " seni artık korkunç karıştırıyorum. "
Sus!
bu kez adamdandı " sus" emri. İçinde uğuldayan rüzgarların sesi işitilmesin için, usulca uzaklaştı oradan.
Diğeri hala meraktaydı. Rüzgarlarını...


Mey

*  İlhan Berk dizesi. Kızartabilir...




22 Şubat 2016 Pazartesi

Ve Sonra..

Ve sonra, ne olurdu sonra?
Sonra, belki ben başımı önüme eğerdim;
sen derin bir soluğu içine çekerdin.
Sonra, belki konuşur, belki konuşmaz; yok yok hiç konuşmazdık belki sonra.
Ve sonra, ne olurdu sonra?
Sonra, belki ve sonra'nın anlamını tekrar tekrar kurardık iç seslerimizin yardımıyla.
Ve sonra, belki iç seslerimiz  bizi bırakıp birbirleriyle konuşurlardı.
Sonra belki, bizim gücümüzü aşan bir derinlik ve içtenlikte olurdu sözleri.
Ve sonra, ne olurdu sonra?
Sonra belki, kulak kesilir, dinlerdik onları.
Ve sonra, ne olurdu sonra?
Onlar konuşur, biz işitirdik mırıltılarını.
Ve sonra,
durduk yerde gülümserdik belki...

Mey




20 Şubat 2016 Cumartesi

Öykü Batması...

Yitik bir kurgunun
döllediği dikenli öyküler taşıdım içimde.
Kurgu sindirildi, susacaktı elbet, kapandı odasına enikonu.
Taşıdığım ağır ve ağrılıydı; çokça da suçlu.
Susacaktım elbet. Sustum ben de.
Öyküler? Onlar büyüyor. Hala...

Mey




19 Şubat 2016 Cuma

Tümlenme…

Girmek zorunda olduğu binaya yöneldiğinde, zihninin geride bıraktığı o an’a kilitlenmiş olduğunu biliyor. Geride kalmış bir zihinle, önündeki dakikaları nasıl geçireceği ise bilmediği şey o anda.  Son dönemde bunun, yani bir an’a önce gözlerinin ardından zihninin takılı kalmasının, sıklaşmaya başlamasının ardındaki nedeni – nedensizliğin kabulü bir seçenek olmadığından -  arayacak hali yok. Bireysel bir hüzünden kaynaklanmadığından emin çokça yaşanmaya başlanan durumun. Daha çok “ insan “ kavramı içinde ama onu çevreleyerek gelişen ve yayılan bir ağırlaşma belki. Henüz başka birinde gözlemlemediyse de benzer bir durumu – hoş dışardan görülmesi ya da fark edilmesinin güç olduğunun ayrımında – yalnız olmadığını seziyor. İsteksiz adımlarının yavaşlığına gülecek gibi oluyor, metala değen o ince dal parçasına bakmanın, bakakalmanın; hatta bakakaldığı o an’ın yarattığı kopuş duygusunun verdiği huzuru anımsıyor. Anlatabilse ve az akıllı biri olsa karşısında, yaşadığının bir tür zihinsel kaçış olduğu yorumuyla karşılaşabileceğinin farkında. Ancak bunun yeterli bir açıklama olmadığını fısıldıyor içinden bir ses. Kaçışı da – belki – kapsayan, kaçışı aşıp giden, bildiği tüm mantıksal temellendirmelerin az daha ötesinde bir şeyi yaşamakta olduğunu anlıyor. Anladığının – henüz – anlamsız olması ise kafa karıştırıcı elbette.

Dal ve metal örneğin. Değil düşünmeye, soluk almaya bile izin vermeyen bir yoğunluğun arasına sıkıştırılmış on dakikalık çay ve sigara molası için çıktığı binanın karşısındaki apartmanın demirlerine yaslandığında tek arzusu biraz sessizlikti. Hava soğuk değildi ve ılık sayılabilecek hafif bir esinti vardı. Sırtını az önce çıktığı binaya döndü, görmemek ve görünmemek için. Sığındığı duvar dibini çevreleyen metalin rengine kaydı gözü ilkin ve demirin renginin solgunluğu bir an için hüzünlendirdi onu. Derken yaprağını epeyce önce yitirmiş, çıplaklığını ortadan kaldıracak mevsimin çıkıp gelmesine henüz çok zaman olan o cılız dalın temasına kaydı gözü. Esintinin ritim verdiği periyodik dokunuşlar. Yumuşak, ses vermeyen, inatçı küçük temasın yinelenmesine bakarken, büyü desek küçümseyici bir tebessümle cevap vereceği bir kopuş hissetti. Kütlesinden kurtulmuş da süzülüyormuş, bir şarkının ağır notalarının esrikliğiyle gözleri kendiliğinden kapanıvermiş, metafizik anlamıyla bir ruhu varmış da, o ruh kendisini ve bedenini ağırlaştıran her şeyden sıyrılmayı başarıvermiş, dalı birkaç santim uzaklaştırıp ardından tekrar temasa iten rüzgâra tapınma arzusu veren bir iman duygusuyla doluvermiş gibi. Sona ermesin dileği ağzının içinde dolanıp duruyor, sese dönüştü dönüşecek. An’ı uzatmak için her şeyi yapabilir, bunu görüyor kendinde. Unutuşun içinde kayboluş. Kayboluşun içinde unutuş. An’la sınırlı olduğunu bal gibi bildiği bir arınış. Kendisine canavar düdüğü gibi gelen o metalik sesin canhıraş çınlamasıyla az sonra kopacak sımsıkı bağlandığından. Şimdi bunu düşünemez, bir an sonra olacakla, hali hazırda olan’ı bozamaz. İçeri girmesi gerektiğini haber verecek sesi beklentisinden sıyrılıp içinde olduğunun içine olabildiğince girmesine izin veriyor.

Kopuştan kopuş gerçekleşip de binaya doğru yürümeye başladığında birkaç haftadır, farklı durumlarda ve tamamen alakasız nesneler aracılığıyla yinelenen yaşantısının, nedenselliğe sıkı sıkıya bağlı zihnini allak bullak edişinden haince bir keyif duyduğunu saklamıyor kendinden. Belediye işçilerinin gözünden nasılsa kaçmış, kurumuş bir yaprağın önünden usulca sürüklenişi, başını yasladığı otomobil camına yağmur damlalarının usulca düşüşü, çayın buharının havaya karışıp az önce bir şeyken ardından hiç oluşu ve şimdi de şu cılız dalın metale dokunuşu. Özü varoluşundan önce varlıklar’a bakmanın verdiği o tümlenme duygusu. Kendi özünü teslim alan, aldığını dışındaki varlıklarla yoğurup tekrar geri veren bir oluş hali.

Binanın kapısından girerken, kendiliğindenliğine müdahale edemeyeceğini bildiği bu şeye – neydiyse artık o şey – ihtiyacı olduğunu düşünüyor.  Maratonuna kaldığı yerden devam etmek için merdivenin basamaklarını tırmanmaya başlıyor ardından. Yoksa nasıl dayanırım dayanmaya, diye mırıldandığını kuruyorum ben de tam o esnada.

Mey






13 Şubat 2016 Cumartesi

Köstebek…

Unuttum mu, unutuldum mu üstüne bir de, diye düşünürken, arada bir gelen o hafif temas hazza benzedi benzeyecek bir duyguyu zihne hafifçe zerk edip bir çuval inciri berbat ediyordu. Değil mi? Ama kendini ne kadar tutarsan tut; tuttuğun, ikna olmaya meylinin avuçlarının arasından yitip gitmesiyle oluşan boşluk oluyordu en nihayetinde. Beteri, dünya batıyordu gözlerinin önünde. Batmakla kalmıyor bir yandan da alev almış, yanıyordu. Batıştan geriye hafif bir esintiyle savrulacak küller kalacaktı, bu ayandı. Olanlar oluyorken, gözlerini diktiğin avuçlarının boşluğuydu tüm endişen. Bundan utanman gerektiğini söyleyen aklın sesi de yeterince huzursuzluk verici değildi. Nasılsa her şey şimdiden ibaretti; şimdiyi geride bırakacak olan henüz gerçekleşmemişti. O kadar da endişelenme, diye avutuyordun kendini. Var olan sadece şimdidir. Var olmayanın da sadece şimdi denen şey olduğunu söylediğimizde, zamanın akıl - dışılığı'na el sallıyoruz demektir, gibi cümleler kurup sahte bir rahatlamanın seni kollarına almasına izin veriyordun. Dünya batıyordu oysa. Göstere göstere batıyordu ve bir yandan da yanıyordu. Şanssızlık şuydu ki,  kışın soğuğu dünyanın bir de alev almışlığının kaygıya dönüşmesini erteliyordu. İnsan umut eşeleyen bir köstebekti senin gözünde. Sen de köstebeklikte fena sayılmazdın. Hayata bir gün daha eklemeyi mümkün kılacak umut parçacıklarını kazıp çıkaracağın yerlerin kokusunu almakta da ustaydın, diş ve tırnakla çıkardığını bir an içinde kaybetmekte de. Belki de dünya batmıyordur da, alt üst oluyordur sanını bir öngörü kabul ediyor; alt üste dönüştüğünde herkese yetecek umudun görünür olacağı fikriyle avunuyor ve avutuyordun çevrendekileri. Sözün bittiği yerlerdeki manevra kabiliyetin tornistanını garanti altında tutuyordu. Kalbinin aynı sevda nesnesine dönüp durmasının açıklaması da, dünyanın aslında batmıyor, yalnızca altı ile üstünün mütemadiyen yer değiştiriyor olmasıydı sana kalırsa.

Oysa dünya batıyordu, avuçlarındaki boşluğu umursamadan; o boşluğu dolduracak umudu günün birinde kazıp çıkaracağına inancını dert etmeden, batıyordu.

İnsan hazzı arayan bir köstebekti ayrıca senin nezdinde. Ondandır ki haz, kendini geriye çekip dönmeyecekmiş süsü verdiğinde kendine, sen de saflarına çekiliyor, döneceğinden adın kadar eminken kendini dönmeyişe hazırlıyordun. Daha büyük ve daha çok kaz. Elin boş dönmezdin avlanmaya çıktığında. Tırnakların kan içinde, dişlerin kökünden sızlarken ganimetine bakıp bırakıp gitmiş gibi yapan hazzın bulduğuna kayıtsız kalamayıp vakur bir edayla geri döneceğini bilmenin güveniyle gülümserdin. Gelmesi geciktikçe sıkılır, sıkıldıkça saf zamanı hissetmenin de az şey olmadığını kendine söyleyerek oyalanırdın. Sonra temas gerçekleşirdi. Bir çuval inciri berbat etti çıkışmanın sahteliğini nereye gizleyeceğini bilemeden kapıp koyuverirdin kendini. Dünyanın batış hızıyla doğru orantılı artıyordu temasın verdiği hazzın miktarı. Üstünde olduğumuzun altında kalacaksak günün birinde, birbirimizi bulmamız mümkün olmayabilir bir daha kaygısı, olabilirdi hazzı verenle alanın,  “ olabildiğince “ verme ve alma telaşının altında yatan. Alanın da verenin de aslında rızaları yokmuş gibi durmaları külliyen roldü; sahte olanı bilmenin ve anlayışla karşılamanın yatağında, med’in cezire ve yine cezir’in de med’e sevdası boylu boyunca uzanması vardı.

Dünya hala batıyordu oysa. Alevlerini savurarak, önüne çıkanı yakarak batıyordu. Kimsenin görmezden gelemeyeceği o batışı gözüne gözüne soktuklarında bir an için korkuya kapılıyordun. Derken içindeki köstebek cilveyle fısıldıyordu: Anka’sını doğuracak külü senden daha iyi kim bulabilir ki, telaş etme. Etmiyordun…


Mey



5 Şubat 2016 Cuma

Patchwork...

Çatlak haksız, sızıntı yersizdi, dedim. Üşür gibi bir hali vardı. Sormadı. Anlatacaktım.
Söz'le tıkadım, diye sürdürdüm konuşmayı. Sordu:
Neyi?
İçime süzüldüğü o geçirgenliği, dedim cevap olarak. Baktı. Şaştı gibi de. Soru muydu, yoksa bıkkınlık mı belirsiz seslendi: Eeee?
Üstünü yamadım bir güzel, dedim. Hiç etkilenmedi. Sakince sordu, sorulması gerektiğinden:
Neyle?
Aklıma düşen her bir şarkıyla, dedim gülümseyerek. O da gülümsedi aklına o anda bir şarkı düşmüş gibi.
Sonra ne oldu, diye sordu.
Nicedir hiç üşümüyorum, dedim gururla. Baktı.
Soğuk oysa, dedi.
Soğuk, diye onayladım. Çok soğuktu...


Mey




3 Şubat 2016 Çarşamba

Diken...

Unutulmaya yüz tuttuğunda
sözleri şarkının,
ukde kılığında o diken
devinir orta yerinde belleğin.
Anımsarsın...


Mey