31 Temmuz 2014 Perşembe

Kabataslak...

Mükemmellik umudunu canlı tutan mükemmel olmayan bir evrende, dedi. Kabataslak'tır insan ve insani olan her şey.
Ancak zihin evlerimizden mükemmel görünen,
hayatlar,
düşünmeler,
duymalar,
duygulanmalar,
söylemeler,
söylememeler,
alınganlıkar,
aldanışlar,
aldırışsızlıklar,
sevmeler,
özlemeler
ve
aşk'lar belirdi gözümün önünde.
Ancak iğreti bir varoluş mükemmelliği arzulayabilirdi zaten, dedim.
anladığıma memnun gülümsedi. Vurgu yine de bir ihtiyaçtı:
Kabataslak her şey, dedi.
Vurgu asıl benim için hayati, biraz da marazi bir ihtiyaçtı:
Kabataslak her şey, dedim yüzümü buruşturarak.
Kabataslak bir konuşma böylece son buldu. Daha iyisi can sağlığıydı...

Mey



                                               S. Brunia

29 Temmuz 2014 Salı

Keşkeler Listesi...

Aklındaki , yok bu değil; 
kalbindeki desem,  o da değil;
rüya'ndaki - şimdi oldu -  hikayeye bunca benzemeseydi dilimdeki...

Mey




Asla!

Günün birinde affedebilecek misin, diye sordum.
Düşünmeden cevap verdi: Affetmeme neden olacak bir şey yapmasını affetmeyeceğim.
Asla, vurgusuna gerek yoktu. Anlamıştım...

Mey



28 Temmuz 2014 Pazartesi

Hikâyenin Tıkırtısı…

Karanlık bir sokakta, kendisini de taşıdığı ayakların sahibini de henüz göremediğimiz bir ayakkabının tıkırdayan sesiyle - yeniden - başlayacaktı hikâye. Vakit epeyce geç olacaktı; o saatte uyumamış olmaya ilişkin, her uyanığın kendine göre bir nedeni olacaktı. Sen içerinin sıcağından, rutubetin yarı ıslak kıldığı çarşaflardan kaçıp balkona atmış olacaktın kendini.  Ben huzursuz bir rüyayı neden gösterecektim, tıkırdayan ayakkabının sahibi ise, sokağı acelesiz adımlarla geçişiyle hikâyeyi mümkün kılmak için orada olacaktı.

Gece ilerlemiş olacaktı; hava rahatsız edici ölçüde sıcak ve nemliydi. Yapış yapış olmuş tenime dokunmaktan kendini alamayıp, ılıkça bir duşun kısa süreli rahatlamasına başvurup başvurmamayı düşünürken işitecektim sokağın henüz görünmeyen kısmından gelen ayak sesini.  Sen defalarca okuduğun o öyküyü elinde tutmuş ve öykünün canını en çok sıkan cümlesinde takılmış olacaktın ayak sesiyle irkildiğinde. İstemsizce uzatacaktık başlarımızı sokağın beklenmedik gürültüsüne doğru. Sessizleşmiş sokağın olduğundan daha işitilir kıldığı topuk sesine şaşırmışlığımızın saatle, sıcakla, gecenin karanlığıyla ilgili olduğunu düşünecek okuru hesaba katmadan, belli belirsiz bir  - tüm bekleyenlerin sotada tuttuğu – heyecanın peyda olduğunu fark edecektik biraz da şaşırarak. Şaşkınlığımızın bekleyişimizi kendimizden gizlemede çok başarılı olduğumuza inançtan geldiğini ise çok sonra düşünebilecektik.

Ben ‘ saçma’, sen ise ‘ anlık bir zaaf’ ile açıklayacaktın durumu muhtemelen. Boş vermeyi birbirine öğreten insanların en büyük başarısıdır öğretmenini anımsamamayı başarmak. Oysa unutuş kaypaktır, kapı aralığında bekleyen hatırlayışa yer açmaya meyilli bir haindir o. Ama henüz değil. Henüz değil çünkü unutuş, anımsayış ve hüzün meraktan sonra gelir. Nefesimizi tutarak bakacaktık, ayak sesinin yaklaşmakta olduğu yöne doğru. İşitme duyumunun yoldan çıkardığı görme arzusu gecikmiş görüntünün beklentisiyle tetikte olacaktı. Kurguya meyilli zihinlerimiz ise sesi taşıyana dair olabilirlikler üzerine çeşitlemelere başlayacaktı.  Kendisini artık sevmeyen adamın kayıtsız varlığına tahammülsüzlüğünden kendini sokağa dar atmış, uzaklaşabilmenin onarıcılığından medet uman bir kadın getirecektin aklına. Yüksek topuklardan çıktığı çok belli olan sesi işaret ederek dudak bükecekti zihnim ilk kurguna.  Ekmek parasını bacak arasından çıkaran bir kadın fikrimi klişe bulduğunu ima edecekti parmaklarının kalemimden çıkmış bir öyküyü tutuş şekli.  Geç saatlere kadar sürmüş bir eğlencenin dönüşü olasılığına ihtimal vermek istemeyecektik her ikimiz de kalplerimizin olağandışı olanın kurgulanmasına düşkünlüğünden. Olasılıklar arasında gidip gelen zihinlerimizin şiddeti değişmeyen sesin bir türlü görüntüye dönüşmediğini fark etmesi zaman alacaktı. Orada olduğunun, sakin adımlarla yürüdüğünün, bize doğru ilerlediğinin ama bir türlü görünür olmadığının bilincine varışımızla mümkün olacaktı kapı aralığında bekleyen anımsayışın, tıkırtının nedeni olanı önemsiz kılmaya başlaması. Oradaydın ve oradaydım. Yönün bana ve yönüm sana doğruydu.  Birbirimizi yürüdüğümüz yollar kesiyordu önümüzü. Ne sen nettin görüşümde ne de ben seninkinde. Söylenir, sorulur, yanıtlanır olmayan bir hikâyenin tıkırtısına kulak kabartmışlığımızda yok saymaya çalıştıkça kendini var kılmanın yolunu bir şekilde bulan bir hikâyede yan yana gelmiş ve yalnızca orada birbirine yakışan sözcükler gibiydik. Bunları düşünmek canımızı sıkacaktı elbet. Boş sokakta tıkırdayan ayakların sahibini görebilmeyi rahatlamanın tek yolu olarak görecektik. Rahata ermenin ve unutmanın. Sesin geldiği yöne dikilmiş bakışlarımızın buğulandığını söylemek duyuşa haksızlık olacağından aklımızdan bile geçirmeyecektik.

Kalbimizdeki kırıklığa eklenecek bir tıkırtıyı kabullenmeye direnecek, ses vermeden ‘nerede bu’ diyecektik. Nerede bu?

Nihayetinde anlar insan. Nihayetinde anlayacaktık elbette. Sen elinde tuttuğun öyküyü, kalemimden çıkmış o öyküyü avucunun içinde buruşturarak sırtını dönecektin sokağına. Ben ise kendi sokağıma son kez bakıp, ılık bir duşun – geçici de olsa – yok edemeyeceği bir yapışma olmadığını düşünerek banyoya doğru yollanacaktım.
Tıkırtısını sevmiş hikâye ise bildiğini okumayı sürdürecekti…


Mey



                                Emillo Munoz Blanco

27 Temmuz 2014 Pazar

Tanımsız Boşluk...

Bir şey eksildi.
Bilemedik.
Hala atıyordu; kalp olamaz, dedik.
Hesaplar tutuyordu; akıl yerinde, dedik.
Nedensiz ağlayabiliyorduk; duygu da var, dedik.
Kimseyi özlemiyorduk; belki de tamamız, dedik.
Konuşmuyorduk; dürüstüz işte daha ne olsun, dedik.
Bunca çokluk içinde bu neyin yokluğu diye sormuyorduk; yanılıyoruz galiba, dedik.
Dediklerimizi can kulağıyla dinledik; ikna olacak gibiydik.
Henüz çekilmiş bir dişin boşluğuna kaymaktan kendini alamayan bir dil gibi; orada olduğunu buz gibi bildğimiz bir yoksunluğa dikilmiş gözlerimize söz dinletemedik...

Mey




25 Temmuz 2014 Cuma

Gitme Dersleri..

Alaz'ı taşıyacaksın peşinsıra.
Oluru yokmuşçasına,
alevden önce eskiyeceksin...

Mey




23 Temmuz 2014 Çarşamba

Cimri...

Başka bir varoluşa ertelenmiş söz'ün cimrisi;
her gece çıkarıp sayıyor,
sayarken okşuyor
en çok kendinden  gizlediğini.
Varmış gibi.
Varoluşun
başkası...

Mey



22 Temmuz 2014 Salı

Şarkının Gizi...

Zamanın arka yüzüne sakladı kendini bir şarkı.
Bilirdi ki orada,
o kuytuda;
her şeye inanılabilir
yahut
hiçbir şeye inanılmayabilirdi.
Ne önemi var, diye düşündü: Gerçeğin bile kimileyin gerçekleşmediği bir hayatta...

Mey





20 Temmuz 2014 Pazar

Yap - Boz...

Üç parçası yitik bir yap - bozdu masal.
Birini ben sakladım - adın -
biri sende gizli - söz -
sonuncusunu hınzır bir karga kaptı - belirsiz -
Eksiği taşımaya yazgılı kaldık...

Mey




Poyraz’ın Bilgeliğine Reddiye…

Poyraza durmuştu hava. Çırpınan denize dikilmişti tüm sorularını yitirmiş gözleri.
Uçuşuyordu şeyler. Saçlar, etekler, yelken bezleri, güneşlikler. Poyraz bu, diye düşündü. Elbet dökecekti eteğindeki taşları. Dikkatle baktı fısıltısını şiddetine saklayışına. Taşların birbirine çarpışını duydu. Kulak kesildi:
Yorgun yalnızı taşımaz, yalnız yorgunu beklemez, diyordu. Hışmına hışımla sırt çevirdi işiten.  Hızla uzaklaşırken lodos senden bilge, diye söylendi. İşi başından aşkın poyraz aldırmadı, nasibini başını suya sokarak aramakta olan karabatağa söyleyecekleri vardı…


Mey



Sunu Ya da Bir Parça Matematik...

Her gün bir kez bu kitabın başına geçtim. Her gün bir kez dışarı çıktım kırık bir bulutla yürüdüm, her gün bir insana bakıp, yüzümü yere eğdim. Her gün bir gazeteye boş gözlerle baktım. Her gün birileri konuştu, onları dinliyor gibi yaptım. Her gün bir kez "neredeyim" diye sordum kendime. Her gün bir kuzey kışı indi içime. Her gün karşımda duran fotoğraflarına baktım. Bir kez öfkelendim her gün bir kez sordum kendime neden bu kadar bağlandın. Her gün adalet ve zalimlik üzerine düşündüm. Belki de her şey. Her gün bir barbar, bir medeni ile gezdim sokaklarda. Minareleri her gün sabaha ezan sesleriyle ben açtım. Her gün bir perdeyi aralamaya çalıştım. Her gün hiçbir şeyi anlamadığımı düşündüm, her gün her şeyi anladığımı düşündüm. Güvercinleri yolculadım. Her gün, günlere dayanamadığımı düşündüm. Kitapları alt alta dergileri kıvırarak yan yana dizdim. Ne idüğü belirsiz yerler benimle yürüdü. Gördüğüm her "cümle" bana bir bıçak gibi battı, anlamadım. Her gün bir taş parçası söktüm içimden. Her gün uyku beni koynuna alsın diye yalvardım. Her gün, gün bitiyor gece bitmiyor dedim. Her gün işlerin beni avutmadığını gördüm. Ayrılık günlerini sonradan niçin sisli bir perde gibi hatırlarız diye sordum. Öfkeni unutma dedim kendime her gün, unutursan düşersin dedim. Her gün en az bir saati ayakta durmaya, dimdik durmaya ayırdım. Her gün ömür sözcüğünü bir kez kalbimden geçirdim. Her gün ömür sözcüğü kömür gibi tınladı içimde. Her gün sana içimden bir kez "sevgilim" diye seslendim. Her gün sana bir kez "zalim" diye seslendim. Her gün, yan yana oturup birbirine rikkatle bakan iki yaşlı kadını düşündüm. Her gün o Kadınların bu fotoğrafı yırtıldı dedim. Her gün "âh" ettim bir kere, bir kere o âh'ı geri aldım. Her gün "yol arkadaşım" dedim, kahırla kapladım sözlerimi. Her gün acını tattım. Her gün unutmak için değil, unutmamak için ağu kattım kalbime. Her gün insan olmak ne çok kusur içeriyor diye düşündüm. Her gün bir kilidi açmaya çalıştım. Başka bir şey vardı, başka bir şey; ben sana dünyanın değil yeryüzünün diliyle seslenmiştim. Çile nedir, günah ne? Bana ne bunlardan. Dünyanın merkezi sendin her gün ben senden uzayan uçsuz bucaksız bir kara.
Karrrrrrrrrraaaaaaaaaaaaaa.


Birhan Keskin



19 Temmuz 2014 Cumartesi

Kötülük ve İnsan...

Sabah olmamıştı, ama gece de değildi.
Uzak ve yakın olmayan bir coğrafyanın göğünden yağan kötücül yağmurları düşündün,
kıyıya vuran dalgaların gürültüsünde.
İki uyku,
iki yemek arası düşünülürdü kötülüğün en fecisi.
Biraz ciğerin yanar,
birkaç damla  belirir belki göz pınarlarında,
vicdanını anımsardın.Yine de yenilirdi utanç. Öyle oldu:
Küçük insan büyük hayvana yenildi.
Uyudun...

Mey







15 Temmuz 2014 Salı

Akıbet...

Kendi kalbine ihanet etmişlerin,
parmak uçlarının esintisinde salt söz'dür uçup giden, dedi.
Kalandan bahsetme, diye atıldım. Oralı değildi.
İşte şuracıkta, diye işaret etti. Kararlıydım. Bakmayacaktım.
Biliyorum, dedim. Şuracıkta olduğunu biliyorum. Onu oraya ben koymuştum...

Mey




Aslı Saklı...

Bunlar suret,
asılları bende, diye düşündü.
___düşündü ve işitemediğimiz o sözcükleri aceleyle fısıldadı, zihnindeki bir fotoğrafa ____
önemsiz,
küçürek
hikayeleri
peş peşe sıralarken...

Mey



                                Maria J. Jacinto

Kıyısız...

Sürükleniyor - an -
sürükleniyor - be -
sürükleniyor - an -
kıyısının,
kıyısızlık olduğunu bilmeden. 
Bir his - siz - lik - te...

Mey




13 Temmuz 2014 Pazar

Anlatmaya Dair...

...

Anlatmak hemen her zaman bir armağandır,  anlatılan hikaye zehir taşısa ve saçsa bile; aynı zamanda bir bağdır, güven duymaktır; er veya geç ihanete uğramayan güven ise nadirdir; dolanıp düğümlenmeyen, sonunda sıktığı için bıçak ya da jiletle kesilmesi gerekmeyen bağ da nadirdir.
....

Belki bir sevda gecesinin ya da umutsuz bir günün, belki suçluluk duyulan bir akşamüstünün ya da kimsesiz bir uyanışın, belki de bir uykusuzluğun esrik gevezeliğinin itirafları: konuşan kişinin,  o gecenin ya da günün ötesinde bir gelecek yokmuşçasına, çözülmüş dili onlarla birlikte ölecekmişçesine konuştuğu, daima bir şeyler daha olaca, daima biraz daha vakit,  bir dakika daha,  mızrak, bir saniye daha, ateş,  bir saniye daha, rüya - mızrak,  ateş,  ıstırabım ve söz, rüya - olduğunu,  ayrıca bizim sonumuzdan sonra tökezlemeden, yavaşlamadan süren sonsuz zamanın biz duymadığımız, sustuğumuz halde eklemeye, konuşmaya,  mırıldanmaya, soruşturmaya, anlatmaya devam ettiğini bilmediği bir gece ya da gün. Susmak, susmak, hiç kimsenin öldükten sonra bile ulaşamadığı bir hedef...

Javier Marias / Yarınki Yüzün'den alıntı



12 Temmuz 2014 Cumartesi

Sustuklarımıza Dair...

Söz'üne göz değmemiş
bir öykü gibiydi sustuklarımız.
Öyle saklı,
öyle kendine dönük,
öyle bekler gibi geniş bir zamanı. Öyle işte!

Mey




9 Temmuz 2014 Çarşamba

Gecede Büyüyen…

Büyüyor. Geceden geceye.
Ay büyüyor misal, yasemin kokulu bir şehrin göğünde. Bir de,
ruhunda, nasılsa açılmış, o sarıya çalan kahverengi göz. Büyüyor.
Bir geceden diğerine…

Mey



                                                 S. Lambertini

6 Temmuz 2014 Pazar

Sus Büyüsü...

Beni sevmiş dilsiz adamların, diye başladı söze.
Gözleri, sayfalarını içinde çevirdiği bir fotoğraf albümüne kilitlenmiş gibiydi. Biraz durdu.
Sonra yine:
Beni sevmiş dilsiz adamların,
suskusunda serpildi kalbimdeki büyü, dedi.
Ne olmuş yani, dedim küçüksemişçe. Anladı. Güldü.
Büyü işte, dedi. Kalpte durduğu gibi durmuyor.
Yani, diye sordum cevabı ikimizin de bildiğinden emin. 
Sirayet ediyor, dedi. 
Çoğalıyor, dedim.
Büyü işte, dedi.
Büyümeyince, dedim.
Öyle, diye hak verdi. Albümü kapatıp, yakamoza baktık...

Mey







4 Temmuz 2014 Cuma

Söylendim Durdum...

Şöyle bakıyorum şehre de, yeşil yeşil bir şey geçiyor içimden. Su mu, çayırlık mı orman mı? Değil. Yeşil bir şey,  zehir yeşili bir şey. Birtakım yeşil renkli zehirlerle zehirlenmiş yeşil bir su. Köpek leşi gibi uyuyor şehir: yok, değil, öyle değil... Köpek leşi, kokusu yönünden iğrenç yoksa ölmüş bir köpekte kırılmış bir çocuk oyuncağının hüznünden başka, tatsız ne vardır? Koku cihetinden öyle bu şehir. Pis şehir bu alabildiğine pis şehir: bit gezmemiş  kanepe, sümük sürülmemiş, tükürülmemiş, balgam atılmamış hiçbir yeri yok. Yakamızdaki kir, fabrika dumanından değil, pislikten, tozdan, mikroptan. Bu şehir laubaliliğin, kötülüğün, ikiyüzlülüğün kaynaştığı bir şehir. İyi insanları yok mu? dolu. Ama nasıl çekilmişler, nasıl ürkmüşler, nasıl kapanmışlar bir yere? Neredeler? Bu şehirde düşünülmez. Düşünmek iyi değil, sıhhate muzurdur.  Allah'ı bile düşünemezsin. Düşündün müydü karşına onun namına iğrenç mecmualar, nefesleri yırtık para kokan şairler, ölü bekleyen imamlar çıkar. Avaidini isterler. Ben fukarayı severim dersin, kendi kendine, yalandır. Kendin de inanmazsın. Hangi fukarayı, nasıl fukarayı? Bu canavar gibi dilenci kadını mı? Bu arsız, edepsiz, huysuz çocuğu mu? Bu iki paralık adamın önünde secdeye varan balıkçıyı mı? Yoksa köşe başında oturup çürüklerini; yüzündeki açlığı, kimsesizliği, hafifçe deliliği, dünyadan bıkkınlığı akan adama yutturan külhanbeyi kestaneciyi mi? Kimdir şu sevdiğin insan? Anladık fakir, kimsesiz, bahtsız... Ama kim? Kim olacak? Sensin. Kendi kendisisin. Evet, bu şehirde herkes dönüp dolaşıp kendisinde karar kılacak. Başkasını seven tek adam bulamazsın. Olmasına da imkân yoktur. Hani bazı insanlar vardır, iyilik edersin. Bir edersin, iki edersin, üç edersin. Sonra edemeyecek hale gelirsin de elinden bir şey yapmak gelmez. O zaman da bir de bakarsın ki, karşındaki sana düşman kesilmiştir. Hepimiz öyleyiz işte. Bütün iyilikleri, bütün dostlukları tulumba gibi emeriz. Sonra dostluklar, iyilikler de kuyular misali kurur. İşte o zaman başlar Pandomima, kocaman dedikodu. Çekilecek bir köşemiz olacak. Yatağımız olacak. Yorganı gözlerimize çekeceğiz. Belki bir deniz kenarı, bir ağaç altı, bir rüzgâr, bir sessiz kahve, bir bardak çay, bir simit, bir dilim kaşar peyniri, bir yarım kilo şarap bulursak dost olarak bu en iyisi. Ama insan? Yok kardeşim, yok, insan bulamayacağız. Bu şehir bu kadar pisken, bu kadar laubali, bu kadar düşkünken, para kazanıp da kendinden ötesini, beygirini kullanan arabacıdan daha merhametsizce kullanıp da rahat edenler, sessizce, tereyağından kıl çeker gibi kendini aramızdan çekmişleri bir bakıma haklı buluyorum, gibime geldi. Sonra da düşündüm. Onlar böyle ettiler şehri. Belki de bu şehre vebalar, belki de bu şehre koleralar gelecek yakında. Kime bütün bunları istiyorum gibi geliyorsa, namussuz olan odur. İstemiyorum. Aldanma konuşmama. Bırak allah'ı bir tarafa! O nasıl bizi sessizce bırakıp gittiyse, biz onu tekrar buluncaya yahut büsbütün yoktur deyinceye kadar, o bizim işimize karışacağa benzemiyor. Ama bu şehir artık şehre benzemeli, ama nasıl? Nasıl mı? Sen mi çare düşüneceksin? gülerim. Ama evvela sen! Sen yazıcı! Bırak eşekliği artık! Olmazsa yazma. Çekil, otur oturduğun yerde. Sen mi süsleyeceksin, sen mi temin edeceksin metresini gazete çıkaranın, sen mi onun şöhretini, kalemini, otomobilini Avrupa'dan getireceksin. Sonra gidip haşet kütüphanesi'nin vitrinlerindeki üç yüz elli franklık kitaba hasretle bakacaksın. İki kuruştan üç yüz elli frank ne eder, diye düşüneceksin. Şu J. P. Sartre müthiş adam. İsmini duydun. Okumak istiyorsun ama, alamayacaksın o kitabı. Alırsan enayilik edersin. Yarın ayran bile içemezsin. O bardağı on kuruşa olan ayran. Yani bir kaşık yoğurtla bir bardak suyu karıştırıp da on kuruşa satan adamın namussuz olduğunu bile bile elinden içtiğin enayicesine bütün şehir insanlarının gözü önünde yapılan hırsızlığı, dolandırıcılığı bile bile... Değiştir mesleğini be! Dur ayrancının önünde sabahları. Yap bir güğüm ayran evde. Koy herifin önüne kaldırıma. İki kuruştan ayranı sat, sat da herif gözünü oysun. Seni parayla fukaralar tutup dövdürsün. Daha olmazsa öldürtsün. Kestane sat çıkmaz bir sokağın başında. Çürüklerini ayır ayır, sokağa at yine üç yüzden okut. Korkma ziyan etmezsin. Ama başına bela musallat olurmuş; aldırma, koru kendini. Seni tanıyan kimse senden kestane almazmış; senin gözünün önünde, giderler çürüklerini inadına başkasından alırlar da senden almazlarmış. Varsın almasınlar. Bütün şehirle dost değilsin a! sen başla bir defa işe. Bir haftaya kalmaz; şapkası delik, gözleri uçuk, rüzgâra karşı içi yünsüz bir adamcağıza çürüklerini, pişmemişlerini dayayacaksın. Bunu yapacaksın. Yapmazsan hayatından, kestanecilikten hiçbir şey anlamayacaksın. Manav çırağını, bakkal oğlunu, tüccar kâtibini, gazeteci muharririni böyle yetiştiriyor. Bu şehir böyleyken, bu böyle sürüp gidecek.

Sait Faik Abasıyanık



                                              Robert Doisneau

3 Temmuz 2014 Perşembe

Japon Gülü'nün Sevdası...

Gece biriktirdiği kırmızısını
güneşle,
gün'e verir bir çiçek. 
Ona sorsanız, geceye başka vurgun güne başka.
İkisi de sevda...

Mey


                                                   Mey

1 Temmuz 2014 Salı

Söğüt ve Irmağın Küçük Hikâyesine Dair…

Kıyısına
kök salmıştı bir söğüt.
Akmayı beceremeyen bir ırmağın. 
Biri akmadı,
diğeri vazgeçmedi.
Irmak vazgeçmeyişe inanmadı.
Söğüt akmaya direnmenin tutkunluktan olduğunu hiç anlamadı…


Mey


                                                              Jone Reed