30 Eylül 2016 Cuma

Çaba...

Okumaya dalmışken,
uykuya geçmiş; uykudan rüyaya düşmüş,
rüyadaki avuntuya tutunmuş,
gerçeğine çok küs bir düşünce.
Dönüyor döndükçe, deviniyor kıpır kıpır.
Huysuz ve huzursuz. Çabalıyor.
Yakalayabilecekmiş gibi.
Zaman'ı
ve
seni...


Mey




28 Eylül 2016 Çarşamba

Cüneyd...

bakanlar bana
gövdemi görürler

ben başka yerdeyim

gömenler beni
gövdemi gömerler

ben başka yerdeyim

aç cübbeni cüneyd

ne görüyorsun

görünmeyeni

cüneyd nerede
cüneyd ne oldu

sana bana olan
ona da oldu

kendi cübbesi altında
cüneyd yok oldu


Asaf Halet Çelebi



25 Eylül 2016 Pazar

Hiçledikçe Hepleşen Bir Yolda Yürümeye Dair...

Bir çırpıda söyleyiverişime şaşırmıştım. Hani, hep biri sorsun diye bekletilmiş bir cevabı taşımaktan yorgun düşmüşler gibi döküvermiştim eteğimde ne var ne yok. Günlerden bir gün, anlardan bir an. Tasarlanmamış, hesaplanmamış; handiyse, hiç akla getirilmemiş sözcükler dökülmüştü de ağzımdan, bunun sonu nereye varır, diye düşünmek aklıma gelmemişti.

Kış mıydı, kış sonu mu o bile çıkmış şimdi aklımdan. Kardan söz ettiğimi anımsıyorum hayal meyal. Belki soğuktan da yakınmışımdır. Soğuğu sevmeyen ellerimden söz ettiğimi sanmıyorum. Laf lafı açmıştı belki de diye düşünüyorum şimdi aklıma düştükçe. Bahane arayışım yakalanıveriyor, kendime yalandan haz etmeyen zihnime. Öylesi bir lafı açacak başka bir söz mü var ki, diye çıkışıveriyorum. Kaçmaya, olmadı kendini kurtarmaya meyletmiş yanım siniyor akla saygısından. Hatırladıkça ağzımdan çıkanı, utanacak bir yanım var. Var ve bu iyi mi, kötü mü bilemiyorum. İşi utancından utanmaya götürecek kadar da gaddarlaşabilirim kendime.

Tasarlanmamış, hesaplanmamış; handiyse, hiç akla getirilmemiş sözcükler dökülmüştü de ağzımdan, bunun sonu nereye varır, diye düşünmek aklıma gelmemişti. Bunun sonu hiç iyi yerlere varmayacak diye düşünmüştüm akabinde ya, bunun sonunun hiç’e varacağı aklıma gelmemişti. Vakit kaybetmeden inkâr etsem, iyiydi. O kadar değildim yazık ki. Ne kadar olduğumu öğrenmek varmış meğer ağzımdan çıkanın önümde açtığı yolu yürümenin beraberinde. Neyse ki, “ yol yürüyüş öğretir “.  Ve yine: neyse ki, hiçledikçe hepleşen bir yolu yürüme becerisi, sahip olunduğunun farkında olunmayan bir yeti olarak kendini gösterdiğinde teselliye dönüşür.

Bahar mıydı, bahar sonu mu o bile çıkmış aklımdan. Bir çiçekten – ihtimal ki, kırmızı – söz ettiğimi anımsıyorum hayal meyal. Belki ömrünün kısalığından da yakınmışımdır. İçimde bir yerde iflah olmaz bir yaramazlık uyandırdığından söz ettiğimi sanmıyorum. Bir şekilde beni söylemeye tahrik etmişti belki de diye düşünüyorum şimdi aklıma düştükçe. Yakışıyor mu sana böyle düşünmek, azarı gecikmeden yok kılıyor başından patlak can simidini. Bir kalp, batmasını da bilmeli.

Tasarlanmamış, hesaplanmamış; handiyse, hiç akla getirilmemiş sözcükler dökülmüştü de ağzımdan, bunun sonu nereye varır, diye düşünmek aklıma gelmemişti. İksirini gerçeğe değiş tokuş etmiş bir yolun dikenli zemini ise aklımın ucundan geçmemişti.

Yaz mıydı, yaz sonu mu o bile çıkmış aklımdan. Bulut izinden söz ettiğimi anımsıyorum hayal meyal. Belki maviyi delişinin dehşetli imgesinden yakınmışımdır. O bulutun tam da o izinin bendeki devamından söz ettiğimi sanmıyorum. Rüyaya firar etmişimdir de, ondandır belki diye düşünüyorum şimdi aklıma düştükçe. O çok akıllı yanımdan itiraz gelmiyor.

Tasarlanmamış, hesaplanmamış; handiyse, hiç akla getirilmemiş sözcükler dökülmüştü de ağzımdan, bunun sonu nereye varır, diye düşünmek aklıma gelmemişti. Dili öğrendin mi, acıyı da anlarsın diyen filozoftan esinlenmiş; yolu öğrenmenin yürüyüşü anlaşılır kılıp kılmayacağını merak etmiştim.

Hazan mıydı, hazan’ın sonu mu o bile çıkmış aklımdan. Ağzımdan çıkmadan ölmeye ahdetmiş söz, o söz kalmış aklımda…


Mey




22 Eylül 2016 Perşembe

Yolda...

Zamanı gelmişti. Uzanıp önce yolcu koltuğuna ait güneşliği indirdi, ardından kendi tarafındakini. Bunu yaparken, yolcu koltuğunda oturan, kapalı gözlerini güneş gözlüğünün ardına gizleyerek uyumakta olana bakmamıştı bile. Saat henüz erken olsa da, İncek yolundan Gölbaşı’na döner dönmez, araca önden vuran güneş ışığı oldukça güçlüydü.  Uyuyan uyusundu, güneş yüzüne vurur da, uyanır endişesiyle hızlı davranmıştı. Kendinden memnun gülümsedi. Arkada oturan öğrencilerin sabah mahmurluğundan kaynaklanan sessizlikleri de iyiydi. Saate baktı, okula tam zamanında ulaşacaklarını düşündü. Hızını azalttı. Uyuyan uyusundu az daha.

Uyumuyordum oysa. Beni ve öğrencileri her sabah okula ulaştıran servisin şoförü, güneş yüzümü yalar yalamaz uzanıp gölgeliği indirerek, kendince, beni korumaya aldığında kapalı gözlerimin gizleyeceğini umduğum güçlü bir merakla beklemekteydim. Tam o anı. Bir süredir her sabah tam o anı. Acaba bu sabah da yapacak mı?

Her sabah yapmıştı. İncelikle ve doğallıkla. Sabahları yanındaki koltuğa yerleşirken yarım ağızla söylenen günaydın’ların yapmacıklığından incinmeden yapmıştı üstelik. Oturur oturmaz kulaklığından yayılan müziğe ve kapattığı gözlerinin arkasına saklanışını abes bulmadan yapmıştı.

Okul servisi kenti ardında bırakır bırakmaz, daha bir iki yıl öncesine kadar tarım arazisi olan alanda mantar gibi bitmiş inşaatların çirkinliğine katlanamadığım için yumuyordum gözlerimi biraz. Biraz da, yarım kalmış bir düşü olur da yakalarsam telaşıyla. Kiminde içimin geçtiği oluyordu, kiminde de beni çoktan bırakıp gitmiş düşe kurguyla ek yaptığım. Müziğin zihnimi okşayışını, kurguya el verişinin gücünü enikonu duyuyordum gözlerim kapalı olduğunda. O ilk sabahı anımsıyorum şimdi. Güneşin yüzüme vuruşuyla, şoförümüzün benden yana ani hareketini duyumsayarak gözlerimi hafifçe aralayışımı. Onun güneşliği indirişindeki, unutmuşuz deme ki böyle şeyleri, diğerkâmlığı. Kendinden önce beni korumaya alışındaki “ çok insanca “ bir güdünün belirginliğinin beni ne denli şaşırttığını. Sevinmiştim de. Ertesi sabaha kadar aklıma gelmeyen ama servise biner binmez, önceki gün olanın yinelenip yinelenmeyeceğine ilişkin merakın beni uykudan da, düşten de alıkoymasına şaşırışım da cabasıydı.

Her sabah yapmıştı. Düşünmeden, planlamadan, incelikle ve doğallıkla. Uyuyana, su içene dokunulmaz bizde, diyecekti belki soran olsa.

Uyumuyordum oysa. Araç, İncek yolundan Gölbaşı’na döner dönmez, dün sabah olduğu gibi, soluğumu tutup bekledim.  Güneş parladı. O, uzandı. Gölgelik indi. Gözlerim hala kapalıyken, tebessümün içimde büyüyüşünü izledim sessizce. Arkadaki öğrencilerden biri hafifçe öksürdü. Servis, öncekine oranla daha az hızla okula doğru ilerlerken, kaç gündür aklımdan geçirdiğim cümleyi bu sabah söyleyebilirim belki diye düşündüm: Anadolu kokuyorsun Sadık bey!
Belki de yarın söylerim…


Mey




8 Eylül 2016 Perşembe

Akşam Kokusu...

Çatlatıp duvarlarını,
ciğerine sızıyor içine düş doldurulmuş bir koku.
Akşamda ve boynunda. Bir tuzak hayalin...

Mey



4 Eylül 2016 Pazar

Sahafta...

Adı Melek olmasına Melek’ti ya, aslında meleğe benzer bir yanı yoktu. Tabii, tam burada bir melek neye benzer sorusu yerinde olabilir, ama peşin peşin söyleyeyim; soruyu üstüne alınıp cevap verme zahmetine girecek birinin olacağı pek akla yakın olmadığından susun sustuğunuz yerde. Bir meleğin gerçekte neye benzediğinden önemli olan, adı Melek olan kahramanımızın görüntüsünün adıyla uyumsuzluğu, bunda anlaşalım. Tek sorunumuz bu da değil. Hikâyenin diğer kahramanı olan İhsan’ın bünyesinde insana “ ihsan” gibi görünecek herhangi bir şey taşımıyor oluşu da duruyor hikâyemizin girişinde kendini göstere göstere.

Meleğe benzemeyen Melek ile insanın ihsan sözcüğü ile bağdaştırmakta epeyce zorlandığı İhsan, bir araya gelmelerinin insana pek de mantıklı gelmeyeceği bir yerde karşılaştılar. Bir sahafta. İhsan, sahafın, oldukça az insan uğradığı için boşluğu kıyıda köşede kalmış şiir kitapları ve Fransız düşünürlerinin aforizmayı andıran cümlelerini okumakla doldurduğu, dükkânına KPSS hazırlık kitabı sormak için girmişti. Ölmüş eşinden kalma dul maaşının artık oğlunun çay ve sigara masraflarını karşılayamaz hale geldiğini kesin bir dille bildiren annesinin zorlamasına; bir memuriyete kapağı atacağı konusunda garanti vererek göğüs geren İhsan’ı, beş seçeneğe indirgenmiş yeterlilik imtihanına hazırlanmaya niyet etmişliği sürüklemişti bu aradığını bulma ihtimali olmayan sahaf dükkânına.  Görece kısa sürmüş iş deneyimi, özel sektörün asgari ücret karşılığında insanın kemiğindeki iliği çekip aldığı fikrine ulaşmasını kolaylaştırmış ve bu konuda kahvedeki arkadaşlarına uzun süren nutuklar atabileceği bir bilmişliği, iki batak partisi arasını doldurmakta kullanmasını sağlamıştı. Mahallenin tek kıraathanesinin sahibi Mesut abinin de cesaretlenmesiyle, KPSS’nin kendisini iş güç sahibi yapacağına inanmış ve soluğu aradığını aslında aramaması gereken bu sahafta almıştı. Dükkânın kapısını itmesiyle işittiği çan sesiyle gelişini haber alan sahafın okuduğu kitaptan başını kaldırmamak suretiyle istifini bozmamış olması garip geldiyse de, buraların âdeti bu herhalde düşüncesiyle usulca ilerledi rafların gözünü korkutan kitap kalabalığı arasından. Dışarıdan içeri süzülen güneş ışığının tozu görünür hale getirdiği kitaplara baktı şaşkınca. Kendisine ne aradığını sorma zahmetine katlanmayan dükkân sahibinin genişliğine anlam veremeden ilk aklına geleni yaptı. Boğazında rahatsızlık veren bir gıcık varmış gibi öksürdü, dikkat çekme amacıyla. Sahaf başını kaldırıp baktıysa da, ne istediğini sormadan kitabına döndü. İlgiyi üzerine çekemediğini kabul eden İhsan, çıkıp gitmekle aradığını kendi başına bulma arasında kararsız kaldı bir süre. Ne yapacağını bilemediğinden, hemen yanında duran raftan bir kitabı çekip aldı: Niteliksiz Adam, ikinci cilt. Evirdi çevirdi, kapağını açtı. İçindeki yazıya göz attı. Elinde tuttuğunun ihtiyacı olan olmadığı besbelliydi, yine de hemen yerine koymak istemedi. Sahafın göz ucuyla kendisini süzdüğünden emin, bir iki sayfa daha çevirdi.

İzlendiği doğruydu. Ama izleyen elindeki De Ki İşte’ye dalıp gitmiş olan sahaf değildi. İhsan’ın boğazından çıkan sesi işitir işitmez, peşine düştüğü örümceği unutan Melek bir koşu gelmiş, başını hafifçe uzatıp İhsan’ı izlemeye başlamıştı. Kendisi dâhil, hiç kimse için hiçbir zaman bir lütuf olamayacak İhsan’ın dükkâna gelen diğer müşterilere benzemediğini bir bakışta anlamış olmalıydı. Beş para etmez bir serseri, diye düşünmüştü belki de. Yine de adamda Melek’in dikkat kesilmesine neden olan bir yan olmalıydı. Belki yaydığı koku, belki pejmürdeliğiydi İhsan’ın Melek’e örümcekten daha ilgi çekici görünmesini sağlayan. Adamın kitabı elinde tutuşundaki bir şeyin Melek için tanıdık oluşunun açıklaması, hikâyenin sırrı. Tabii şimdilik. 

Bu sırada sahaf;
“ İnsan, eninde sonunda, ancak kendi kurdunu besler…”  cümlesini okuduktan sonra bir an için gözlerini kapayıp açtı. Hikâyeye sorsanız, aklına Melek gelmiştir derdi. Ne düşündüyse, sonunda müşterisiyle ilgilenmeye karar vermişti. Oturduğu yerden doğruldu, İhsan’a seslendi: Aradığın özel bir kitap var mı, diye sordu. Kendi haline bırakılmışlığına alışmış olan İhsan şaşkınlıkla döndü sahaftan yana. Elindeki kitabı ne yapacağını bilemez gibi bir hali vardı. Adama doğru bir iki adım attı. Durdu. Dönüp kitabı aldığı rafa bıraktı aceleyle, Melek’in usulca yaklaştığını fark edemedi. KPSS, dedi çekinerek. KPSS kitabı arıyordum abi ben. Karşısındakinin yüzünü yalayan öfkeye anlam verecek durumda değildi, Melek’in üzerine dikilmiş sarı gözlerini tam da o anda fark ettiğinden. Olmaz kardeşim bizde o aradığın, diyen sahafı duydu ama duyduğunu anlamadı. YGS, LYS, KPSS kitaplarını sormak için dükkânının kapısını aşındıranlardan gına getirmiş olan sahaf burnundan soluyordu. Aruoba’nın kesintiye uğramasına kızmıştı besbelli. Ama İhsan, Aruoba’yı tanımadığı gibi Melek’in bakışlarının neden içine bir buz dağı oturttuğunu da bilmiyordu. Sırtından soğuk ter boşandı. Bakışlarını kaçırmak istedi, beceremedi. Melek istifini bozmadan İhsan’a bakmayı sürdürüyordu. Yüzünü ter basmış İhsan’ın halini fark eden sahaf kızgınlığını unutup, arkasında durduğu masadan hafifçe öne doğru eğilip İhsan’ın karşısında donakaldığının Melek olduğunu görünce gülümsedi. Bir şey yapmaz, endişe etmeyin dedi. İhsan’ın adamı duyduğu yoktu. Nihayetinde kendine bir parça geldiğinde, Melek’in üzerine sabitlenmiş bakışlarının eşliğinde geri geri yürümeye başladı. Telaşından az önce rafa bıraktığı kitaba çarpıp düşürerek kaçarcasına çıktı dükkândan.  Sahaf, adamın arkasından şaşkınca bakıp güldü. Amma da korktu, dedi gözleri İhsan’ın geçtiği yoldan bir an için ayrılmamış olan Melek’e. Melek sahafa döndü, sarı gözlerini kocaman açarak baktı bir süre. Sonra dönüp huzursuzca yalanmaya başladı.

Bir başka hayatta sahaf olan adli tabip, otopsi masasında kendisini bekleyen kadının bedenine doğru eğilmişti. Kadının sol gözkapağını kaldırdı. Canı çekilmiş göze oturmuş kanı inceledi. Elaymış, diye düşündü. Sarıya çalan bir ela. Kenarda duran otopsi raporuna göz attı. Kadının adını okudu. Bir melek neye benzer diye düşündü neşteri eline alırken…



Mey