27 Ekim 2018 Cumartesi

Yüzeye Düşüş



“Balıklar karınları yukarıda ölür ve yüzeye çıkarlar. Bu onların düşme biçimidir.”

Gitse artık, diye gözünün içine bakıyordum. Bakıyordum ama onun halden anlar bir duruşu yoktu. Gitse keşke, diye geçiriyordum içimden. En başından hiç gelmemiş olsa. Ama gelmişti. Çat kapı üstelik. Yorgun günü istediğimce bitirme hayalimin ortasına bomba gibi düşmüştü. İçeri girip, soyunup dökünmeye kalmadan çalmıştı kapı. Tanımakta zorlanmıştım elbette. Aradan geçen yıllar benim gibi onu da değiştirmişti. Şaşkınca bakakaldığımı biliyorum. O da ayan beyan görmüştü bunu. Pişkince gülmüştü, buyur edilmeyi beklemeden dalıvermişti henüz genç akşamımın orta yerine. Şaşırttığını biliyor, bundan keyif aldığını belli etmekten de kaçınmıyordu. Kafamdaki yüz bin tilki, benden daha fazla şaşırmışlar, ondandır ki dona kalmışlardı. Gelene neden geldin demeyenlerden değildim, gelişinin nedenini sorabilmem için zamana ihtiyacım vardı. Kahve istedi. Bu iyiydi, ona henüz sormadığım soruları kendime sorabileceğim bir aralık bulduğuma sevinerek hızla mutfağa yöneldim. Nereden çıktı, çıktığı yerden niçin çıktı, ne istiyor, istediği her neyse neden benden istiyor? Zihnim Locke’un boş levhasından daha temiz, köpürmek bilmeyen kahveye bakarken sorulardan bağımsız cevapların işgaline uğramak üzere olduğumun bilinciyle aldığım nefesleri usul usul dünyaya iade ediyordum. Geçerken uğrayacağı biri değildim, hiç de olmadım. Epeydir ortak tanıdıklarla, mekânsal aşinalıklarla da işim olmamıştı. Onu neredeyse hiç aklıma getirmemiş, bir kez olsun acaba nerededir ve ne yapıyordum diye merak da etmemiştim. Bir arada olduğumuz – ki handiyse zorunlu bir mekân paylaşımıydı – dönem boyunca mesafenin sabit kalması için özen gösterip ne sokulmuş ne de sokulmasına izin vermiştim. Salonumda şu an oturmuş, köpüğünü çoktan kaçırdığım kahveyi bekliyor olmasının mantıklı bir açıklamasını bulamayışın mantıklı açıklaması, onun yer aldığı geçmişe ilişkin olmayışlardı. Köpüksüz, üstüne soğumuş kahveyi alıp yanına dönerken beni sarmalayan anlamsızlık hissini yüzümdeki bir çizgiye – hangisi? önemi yok şimdi- yerleştirmiş olduğumdan emindim.

Kahvesini verip karşısına oturdum. Beklediğim gibi ilk yudumu almasıyla yüzünü buruşturması bir olmuştu. İçin için sevindim buna. İçimde beliren bu hainliğin hesabını, gerekirse, sonra verirdim kendime. İçin için sevinişimi böyle teselli ettim. Şaşırdın değil mi, dedi o sıra. Soru değildi elbette, onu eğlendiren bir durumun altını çiziyordu sadece. İnsanlar aynı değil. Kimi benim gibi için için sevinir, kimisi de onun yaptığını yapar, sevinci dışın dışın buradayım, der. Her zaman böyleydik biz aslında. O hep dışında ben hep içinde. Ne varsa ne yaşanıyor ne hissediliyorsa. Değişmemiş bir şeylerin varlığı ikimizi de bir parça rahatlatmalıydı. O rahat görünüyordu başından beri, olup biteni bilmenin rahatlığı da eklenince, neredeyse kıskanacağım bir tebessümün hazırlığı seziliyordu yüzünde. Sormayacak mısın, diye sordu pişkince. Soracağım, dedim. Güldü. Gülmedim. Değişmemişsin, demeye hazırlandığını bildiğimden, tasarruf niyetine niçin geldiğini sordum. Keşke gitse. Keşke neden geldiğini söylemeden kalkıp gitse. Keşke geldiği gibi teklifsiz çıksa şu kapıdan. Gülmesi gerekirken gülmediğinden ben güldüm bu kez. Hangi rüzgâr, diye başlayan sabuklamaya eşlik eden sinir bozucu bir gülüştü benimki. Biliyordum. Hiçbir zaman yakınında olmaya çabalamadım biliyorsun, dedi. Hiçbir zaman mı, diye düşündüm. Peki bu zaman? Bu zaman, tam o an evimde oluşu, gönülsüz yapıldığından köpüğü kaçmış ve belki bilerek soğutulmuş kahveyi yudumlayışı, ağzından çıkan o ‘hiçbir zaman’ sözcüğüyle çelişiyor; çelişiklik, aman üstünde durduğun şeye bak denilemeyecek, denilse de kulak asılmayacak bir can sıkıntısı yaratıyordu.
Dilin mantıksız, ama mantıksızlık anlamında mantıksız kullanımı düşüncenin gelişi güzelliğinden doğuyordu. Her zaman seni seveceğim, derdi insanlar ama bir zaman sevmez olurlardı. Hiç unutmayacağım, dedikleri şeyleri unuttukları anların gelmesi kaçınılmaz olurdu. Daima düşüneceğim derlerdi örneğin, kimin sonunda karnı acıkmıyordu ki? Ölesiye nefret ettiklerini söylerlerdi ama soluk alıp vermekten vaz geçmezlerdi ne olsa. Tümel yargıyı yanlışlayan tikelin günün birinde gelip çatması kaçınılmazdı. İnsan söylediklerine dikkat etmeliydi nazarımda. Ama söylemeden önce geleceğin tutarsızlığını düşünebilecek kadar mantıklı olmalıydı. Ağzından dökülen sözdeki ‘hiçbir zaman’ vurgusu, o anda içinde olduğumuz zamanı sıkıntıya boğuyordu ve bunu fark etmesini bekleyecek kadar iyimser biri değildim. Ne istiyorsun, dedim. İstemese bir şey. Keşke gitse. Keşke ne istediğini söylemeden kalkıp gitse. Keşke geldiği gibi teklifsiz çıksa şu kapıdan.

Neyse ki uzatmadı. Çabuk tarafından anlattı derdini, istedi isteyeceğini. Sözünü kesmedim. Cümlelerinin arasına zihnimin yerleştirdiği soru işaretlerine ses vermedim. Dinledim. Umutsuzdu, cesareti yoktu eylemeye ve söylemeye. Başka birinin söylemesi gerekiyordu. Daha doğrusu söyleyeceklerini iletmesi gerekiyordu. Söyleneceklerin söylenmemesi gibi bir seçenek yoktu. Dillendirememek yüzünden ölecek gibi hissediyor, içinde biriktirdiklerinin altında eziliyordu. Onun istediği ve umduğu etkiyi yaratacak şekilde söyleyebilecek bir ben vardığım bildiği, tanıdığı. Bunu onun için yapmak zorundaydım. Halini görmüştüm işte, ona sırt çevirmeyeceğimi bilecek kadar tanıyordu beni. Evet biraz soğuktum, zaman zaman kibirli olduğumu düşündüğü de olmuştu ama kötü biri olduğumu hiç düşünmemişti. O yüzden beni sözcüsü, sözü iletecek kişi olarak istiyordu. Yapabilirdim, hem niye yapmayacaktım ki? Sözün yöneldiği zihin bana açık ederdi anlama kapısını. Endişe etmemi gerektirecek bir şey yoktu, elçiye zeval olmazdı, değil mi? Onu kırmamalıydım, hayır demeyi aklıma bile getirmemeliydim. Önemli olmasa, hayat memat meselesi olmasa, yüzüne şimdi baktığım gibi bakacağımı bildiği halde gelir miydi? Gelmek için gereken cesareti bulabilmesi ne kadar güç olmuştu, biliyor muydum? Tabii bir de şu gönülsüz kahve vardı. Neydi o öyle? İkimiz de güldük sözünün bu kısmında. Gerçekten neydi, o öyle?

Gitse artık, diye gözünün içine bakıyordum. Hiç gidesi yokmuş gibi anlattıkça anlatıyordu. Gitsin istiyordum, istediğini düşüneceğim sözünden başka bir cevap veremeyeceğimi söylemiştim. Bununla yetinsin ve gitsin istiyordum. O ise, anlatmanın, anlatabilmenin ılık rahatlığına çok çabuk alışmış, bundan vaz geçmenin alemi yok diye düşündüğünü saklamaya gerek duymadan başlangıçta hafif diken üstünde oturduğu kanepeye yayılmaya başlamıştı. Bana dair hiçbir şey sormayışı, yanımda olduğu halde yakınımda olmak için çabalamayışı gardımı indirmeye başlamama neden oluyor gibiydi. Bu hal onu görmemek için çektiğim perdenin aralanmasına neden olacak endişesi içimde büyürken acıktığını söylemesi ipin ucunun enikonu kaçtığını anlamama neden oldu.
Ben makarnanın sosunu hazırlarken, salatayı doğramakta ısrar ettiği için küçük mutfağımın dar alanında ona değmemek için girdiğim çabadan yorulmuş, gitse artık dileğimin sussa artık arzusuna dönüşmeye başlamasındaki ironiyi görmezden gelemeyerek sırıttığımı fark edip, şaşırıyordum. Makarnanın yanına açılan bir şişe şarabın dibini görüşümüzün ardından masayı toplamayı bana bırakıp salona dönüşünün yarattığı sessizlik fırsatıyla nefes aldım. Derin ve ağır nefesler. Çayın demlendiğini haber veren kokuyu içime çekip bardakları hazırladım.

Salona döndüğümde kanepeye uzanmıştı. Usulca seslendim. Kıpırdamadı. Gitse artık, diye içimden geçirerek eski yerime oturdum. Onda yüzeye çıkan şeyi, göstermeye geldiğini şeyi görmüştüm. Fazlası ona lüks bana yük olacaktı. Başımı kaldırıp ona baktım bana baksın diye.  Git artık, diyen bakışlarımı görsün istiyordum. Titreyen kirpiklerinin gölgesini gördüm ilkin, ardından usulca inip kalkan göğsünü. Uyumuştu. Uykusunu izledim, izleyişimden hafif tedirgin olarak. Düşüşünden söz edişi geldi aklıma. Sonra gördüm. Gördüğüme güldüm derken: Rüya görüyor ve düştüğü o yeri okşuyor gibiydi. Bıraktım uyusun, bıraktım düştüğünü uykuda sevmenin tadını çıkarsın. Gitsem artık, dedim. Gitmedim.

Mey