28 Şubat 2015 Cumartesi

Şimdi ve Yalnız...

Aldırma ona, diyor. Şimdi'sini parmaklarında kavramış olana tutulup kalmış bakışlarıma tahammülsüz.
Omuz silkiyorum.
Unut onu, diyor yine.
Boş bakıyorum.
Söz, diyorum. Büyülenmiş gibiyim. İçimden defalarca yineliyorum: Onun şimdi'si söz!
Yanımdaki işitmiyor.
Bırak onu, diyor bıkkınca. Körlüğüne şaşırıyorum.
Baksana, diyorum. Nasıl da güzel tutuyor beni.
İnanmıyor. İnanmadıkça uzaklaşıyor.
Şimdi'nin yalnızı okşadığını söylemiyor, öğle güneşinin gözlerimde kamaşışına sevincimi kendime saklıyorum...


Mey





23 Şubat 2015 Pazartesi

Biri / Göz’ün Söz’e Değdiği An…

Fare olmadığından emin olabilse, kediyle dost olabileceklerini düşünmeye başladı Biri. Yalnızlık olur olmaz düşünceleri getirip bırakır işte akla, diye söyleniyordu da kendine bu fikir her aklına düştüğünde. Neden olmasın, diyen bir başka ses bastırıyordu zihnindeki çekingenliği ve bulunduğu yerin eşyayla doldurulmuş ıssızlığından bunalmışlığıyla bir olup tahrik edici bir vurguyla zorluyorlardı onu. Kadının ve çocuğun ev dışında oldukları saatlerde, Biri’nin içerisini yine Biri’nin dışarısından ayıran ve kendisine giderek kötücül bir engel gibi görünen o kapıyı açıp, evin diğer köşelerinde dolaşabileceği, kedinin peşinden evin yaşanılan mekânlarında sessizce süzülebileceği fikri, kaynayan bir sıvı gibi yakıyordu Biri’nin içini. Kedinin gözlerinin yeşilliğinde güvenilmez ışıklar yandığını iddia ederek dizginlemeye çalışıyordu içindeki arzuyu. Oradalığının farkında olduğu belli kedinin, diye susturuyordu o sesi, tahrikin dozunu giderek artıran diğeri. Hadi bir cesaret!

Gereken cesareti, Biri’nin sığınağının bulunduğu odada, kadının ve çocuğun odayı nasıl kullanabileceklerini tartıştıkları o akşamüstü buldu. Kedide oradaydı. Bu evin bir ruhu var, diyenin hangisi olduğunun bir önemi yok artık Biri için. Zaten hatırlamıyor da. İşittiğinin yarattığı heyecan, sonunda “ neyim “ sorusuna akla yakın bir cevap bulmuş olabileceği inancındandı her şeyden önce. Evin ruhu! Olabilir mi? Derinlerde bir yerden gelen, saçmalama çıkışmasını duymazdan gelişi bir cevaba duyduğu ihtiyaçtandı elbette. Saçmaysa da değilse de bu fikre tutunmaya meyilli, ertesi günü; kadının ve çocuğun kapıdan çıkıp gidecekleri anı sabırsızlıkla bekledi.

Temkinlice açtı kapıyı ertesi sabah. Dakikalardır evin sessizliğini dinliyordu. Bu kadar yetti, dedi kendine ve usulca çıktı. Kapının önünde kendisini bekler göreceğinden, neredeyse, emin olduğu kedinin ortalıkta görünmeyişine şaştı ilkin, derken kokunun çoğul yoğunluğuna.  Eve ait koku /ların inine kadar gelen kısmının, olanın küçük bir uzantısı olduğunu anladı. Durdu ve soludu derin derin. Eşyanın kokusunun arasından seçilen kadına, çocuğa ve elbette kediye ait kokuya dikkat kesildi. Rahatsız edici değildi kokuları. İlk adımını attı. Odadaki tek tük eşya ve onlara ait kokuyu şimdilik erteledi, evin diğer kısımlarında olabilmek için duyduğu isteğin ittirmesiyle ilerledi. Kedinin ortalıkta görünmeyişinin aklını kurcalayan merakının da gezintisi sırasında doyurulacağından emin, cılızlığını giderek kaybedip güçlenmeye başlayan güvenle bir başka odaya geçti.

Ne çok nesne, diye düşündü gezindiği odaların kalabalığına bakıp. Nasıl olup da adlarını bildiğine şaşırdığı bir dolu eşyaya temas etmeden aralarında dolaştı. Sonra fotoğrafları gördü. Çocuğa, kadına ve tanımadığı başka insanlara, mekânlara ait fotoğrafları. Gözleri birbirine çok benzeyen kadının ve çocuğun yüzlerini inceledi uzun uzun. Dalıp gitti o gözlerdeki çözemediği bir şeye. Öyle ki, odanın kapısından başını uzatmış sakince onu izlemekte olan kediyi fark etmedi. Biri fotoğraflara, kedi de ona baktı dakikalarca. Çünkü bakabiliyorum, diye düşündü Biri. İşitebilir, koku alabilir ve görebilir bir ruh olduğu fikriyle keyiflenecek gibi olduğu anda kediyi gördü. Durup bakıştılar. İlerleme arzusu kedinin gözlerinin yoğun yeşilliğinin içine hapsolmuş gibi geldi Biri’ne. Şimdi ne olacak? Bir şey olmadı. Sözsüz, söylemesiz ve anlamı yok boşlukta mıhlanıp kalmış gibiydiler. O kıpırdarsa ben de kıpırdarım, diye düşündü Biri. Yo, hayır bunu diliyordu daha çok. Lütfen bir şey yap. Kedi onu duymuş gibi, bir anda ağzını kocaman açıp esnedi. Ardından dönüp aralık kapının arkasında yok oldu. Vakit kaybetmeden peşine düştü Biri de. Başka bir odanın kapısında kaybolmak üzere olan kuyruğu görebildi ve o yana doğru yöneldi.

Karmakarışık bir masa, dört duvarı kitaplarla kaplı kütüphane, pencere önünde yeşil ve şekilsiz bir koltuk. Kedi tembel hareketlerle sıçrayıp koltuğa kurulunca, masaya doğru sokuldu Biri. Kâğıtlar, defterler, renk renk kalemlerin kalabalıklığıyla bulanıklaşan görüşünün düzelmesi için birkaç saniye gerekti. Önünde açık duran deftere karalanmış, ilkin anlamsız gelen şekillerin zihninde sıralanıp, işitebilir, koku alabilir ve görebilir oluşuna ek olarak okuyabilir de olduğunu anlamasıyla, kedinin gelip yazının üzerine oturması ve az önce zihnine kazınan sözcükleri yeniden okuma arzusunu imkânsızlaştırması aynı ana denk geldi.

Bu evin ruhu değilim, dedi kedinin hafif kısılmış gözlerine dalgınca bakıp. Ardından usulca dönüp çıktığı yere, sığınağına doğru yalpalayarak ilerledi. Peşinden aheste aheste gelen kedinin farkında ama buna aldırmayarak, kendisinin içerisini yine kendisinin dışarısından ayıran kapıya ulaşmaya çabaladı. Zihninde yankılanan o cümle kulaklarını yakmaya ahdetmiş gibiydi: “ zihnin diğer bir zihne di…” sonunda kapıya ulaşıp, karanlığına atıverdi kendini yuvasının.  “ bedenin rüyaya…” karanlığın en karanlığına sığınıp zihnini avuçlarının arasına aldı. Artık biliyorum, dedi.

Biri’nin hikâyesinin başladığı an, artık biliyorum’u mümkün kılan bu andı.
Kapının önündeki kedinin, belirgin bir keyifle kuyruğunu, ahşap kapıya vurmakta olduğunu görecek gibi değildik o esnada. Biri de, sonunda hikâyesinin başlangıcını yakalamış olan bu satırların yazarı da. Ve bu kedinin umurunda değildi. Hiç hem de…


Mey








22 Şubat 2015 Pazar

Başarısız Zaman...

Kronos'un
hazımsızlığıydı,
unutamayış.
Çiğneyip yutacağına
bizi,
kusuyor. Bütün bütün...


Mey








19 Şubat 2015 Perşembe

Öykünün Suçu...

Huzuru kaçmış
göğ'ün,
ciğerime yaslanmış başı.
Yazmıyorsun, diyor.
Yazmıyorum, diyorum.
Öykünün suçu ne sorusu hazırda.
Sormuyor,
söylemiyorum. O, soluğuma abanıyor, ben gözlerimi kapıyorum.
Öykü masum kalsın diye suçu üstleniyoruz.
Birazı ben de,
birazı göğ'de. Çoğu ciğerimde...


Mey




18 Şubat 2015 Çarşamba

Katı...

Beni
kas
katı -
bak,
çok katı -
bir
inat'a
tutuşturmuş
şu yaşamaya
söz'ümdür: parmaklarım,
parmaklarım yandı...


Mey





16 Şubat 2015 Pazartesi

Göz İzi...

Oradalar, dedi. Sesinde gizlemeyi gereksiz gördüğü bir sevinç. Benim işte;
görür görmez tanıdım!
Şüphe? ( sordum )
Şüphe tabii, ama... Durakladı ilkin. Sevincinin üstüne ektiğim şüphe ile kırmızıdan nar çiçeğine dönmüştü rengi sesinin.
Yok yok basbayağı benim onlar, dedi ardından.
Acaba? ( Hemen emin olmasını istemiyordum )
Acaba evet, ama başka nereye gitmiş olabilirlerdi ki, diye geçiştirdi temkinliliğe ilişkin arzumu.
Emin misin? ( Gözü kapalı inancı sinirimi bozuyordu )
Yapmaya çalıştığımı mazur görür gibiydi. Gülümsedi. Diğer şüpheci soruları ağzıma tıkayan o son cümleyi çabuk çabuk söyleyip uzaklaştı:
İnsan kendi gözlerini tanımaz mı?..

Mey



Su, Taş ve Yara *

Yeryüzünün şiddet gören tüm kadınlarına
          

Önlerine deniz çıkınca durdular. Çok su var, dedi içlerinden biri. Çok,  kendileriydi aslında. Öyle çoktular ki yan yana sıralansalar sahil boyunca uzayacak bir zincir oluşturabilirlerdi. Bıkkınlık ve umutsuzlukla birbirlerine bakıyorlardı. Yüzleri onca yaralı olmasaydı, yorgunlukları elle tutulur bir görünüm kazanabilirdi. Her bir bereli yüzde ışıldayan göz, şimdi ne olacak sorusunun aynasıydı diğerlerine tuttuğu. Çok su var, dedi biri yine. İlerleyemeyiz. Aynı anda dönüp, düşe kalka geldikleri yola baktılar. Arkalarında bıraktıkları yolun daha da gerisindeki korkuyu düşündükleri belliydi. Öndekilerden biri, dönüp yarenlerine baktı önce, sonra acele etmeden oturdu sahilin henüz ısınmamış kumuna. Diğerleri de birer ikişer onu izledi.  Kimseden çıt çıkmıyordu. Gün ışımış ancak denizin üstüne doğacağı belli olan güneş henüz yüzünü göstermemişti. Sabah serinliğiyle titreyenler birbirlerine sokulmaya başladı. Ufukta güçlükle seçilen karşı kıyıya bakmaya başlayanların yanında, bulduğu omuza başını yaslayıp gözlerini kapatarak tedirgin bir uykuya dalanlar da vardı. Gözünü karşıya dikmiş olanlardan biri, karşıya geçemeyiz; bu saatten sonra geri de dönemeyiz diye düşündü. Geri dönmektense ölmeyi tercih edecek yol arkadaşlarına baktı göz ucuyla ardından. Kaç kişiyiz, merakı yola çıkmalarından bu yana ilk kez düştü aklına. Sayacak oldu ilkin, ardından ne fark eder diye düşünüp yanı başındaki kadının dizlerine koydu başını. Gözlerini kapatmadan önce denize baktı ve mırıldandı: şu su kadarız işte.

Yol boyunca çoğalmışlardı. Zihnin ve korkunun ipini ilk kıran üçe beşe, geçtikleri her köyde, her kasabada, her şehirde eklendikçe eklenmişti yenileri. Peşlerine düşene şöyle bir bakıyor, bakmalarıyla acıyı tanımaları bir oluyor; adımları arasında yeni bir adıma yer açıyorlardı. Kendilerini arsız bir sarmaşığa benzeten de vardı aralarında, kurtuluşun türküsünü yalnızca kurtulmaya ahdetmişlerin işitebileceği bir koroya da. Dayağın, horlanmanın, insan yerine konmamanın kaderi olduğuna inanarak onlarca yıl geçirmiş olanlar yanında, saçlarına zamansız takılmış gelin çiçeklerinden can havliyle kurtulup kaçmışlar da sayıca çoktu içlerinde. Yanlarında olanlar kadar, olmaya dermanı yetmeyenlerin acılarını da sürüyorlardı peşleri sıra.

Onca yol, dağ, tepe, dere geçtikten sonra şimdi iki uçsuz bucaksızın arasında kalakalmışlar. Arkalarında geçmenin onlarca gün sürdüğü ova, önlerinde ilerlemeye yol vermeyen deniz.  Çareyi uykuya sığınmada görenler, çarenin nerede olduğunu bulmaya kafa yoranlar, cezalarının bu dünyaya gelmekle başlamış olduğuna iyiden iyiye kanaat getirmiş olanlar, vazgeçmişler ve asla vazgeçmeyecekler; Aziz Thomas’ın dediği gibi, hızla yayılıp büyüyen yabani otlar: kadınlar. Önlerinde uzanan ve geçit vermeyen su kadarlar. Kötülüğün eril elinden sıyrılıp, diğerinin derdini derdi bilmiş; yarayı yaralanmış onarır diyen sesi yüreğinde işitmiş; kanla ve ezayla ısınan ocaklarını terk etmiş kadınlar onlar.

Güneş denizin üzerinde yükselip günü aydınlattığı kadar ısıtmaya da başladığında uyuyanlar uyandı.  Önlerinde kımıldanan o büyük engelin hala orada durduğunu görüp, bakışlarını birbirlerinden gizlediler. Umut gibi umutsuzluk da bulaşıcıydı çünkü. Sessizlik bitmeyecekmiş gibi görünüyordu. Derken bir esinti, bir büyük dalga ve söz aynı anda koptu. Kimisi suya yürüme taraftarıydı kimisi de ovayı işaret ediyordu ısrarla.  Tartışma uzayıp giderken, küçüklerden biri, kırık kolu yanlış kaynamış olan, suya atıverdi kendini çığlık çığlığa. Derken nereden geliverdiği belli olmayan bir neşe sardı sahili. Su ve kadınlar birbirine aktı. Var oldukları andan bu yana kimliklerini hiçleyen korku yitip gitti. Neşe ile otalandı bedenlerinde, yüreklerinde dağlanmış ne kadar yara varsa.

Akşama doğruydu. Hayatımın en güzel günü diye düşünüyordu her biri. Kıyıya çıkıp birbirilerine baktılar. Söz’e gerek yoktu, anlaştılar. Diğerinin acısını okşayarak sokuldular birbirlerine. Vedasız uzandılar deniz ile ova arasındaki boşluğa. Başlarının altında taştan bir yastık binlerce yıllık o uykuya daldılar. O günden bu yana, binlerce kadından yapılmış o dağ uyur oracıkta. Yorgunluğu ve bıraktıklarını almış üstüne. Uyur da uyur. Dağ gibi...

Mey

* Öykü daha önce Süje Dergi'nin altıncı sayısında yayımlanmıştır.
http://www.yersizyurtsuz.com/suje/eylul_2014/sayfalar/suje_sf_5.htm



13 Şubat 2015 Cuma

Yalnızlığın Yarattığı İnsan...*

Pardösüsünün kürklü yakasını kaldırınca üşüdü mü diye baktım. Aslında soluk esmer yüzü balmumu gibi sararmıştı.

- Üşüdün, dedim.

Kaşını kaldırdı. Yanağındaki çıban yerinde kan yoktu. Durdum. Yüzünü avuçlarıma alıp oğaladım.

- Neden böyle oldun, dedim.

Güldü. Karanlığa doğru tükürdü. Başını iki tarafa şiddetle salladı.

- Olurum bazı bazı böyle, dedi.
- Bir yere girelim, dedim.
- Girelim, dedi. Girelim ama içmeyelim artık.
- İçelim, dedim.
- Öleceksin be, dedi.
- Öleceğim dedim.

Elimizdeki bardaklara baktık. Yüzü ne durgun, sessiz, esmerdi. Yine soluktu ama canlıydı.

- Senin suratın bitkin, dedi.
- Bitkin dedim.

Fıstık yedi, bira içti. Fıstık yedim, bira içtim. Kulağıma bir şeyler öttü. Bayılacak gibi oldum. Dikkatle bana bakıyordu.

- Çok ihtiyarladın sen, dedi.
- İhtiyarladım, dedim.

Saçlarıma baktı. Gözlerime baktı. Güldü.

- Boşver, dedim. Yahu, bakma!

Isınmış olacak yakası kürklü pardesüsünü çıkardı.

Pardesüsünün yakası kürklü, pardesüsünün yakası kürklü dedim içimden. İçimden biri: 'E ne olacak yani?' dedi. Ne olacak, ben de yaptıracağım bir tane böyle.

- Seni bir daha göremeyecek miyim? Dedim.

Kızdı.

- O benim bileceğim şey, dedi.

İki gün sonra yirmi kişiye: "O benim bileceğim şey" ne mânaya gelir diye sordum. Hiçbiri doğru dürüst bir mâna veremedi.

Daha iki gün geçmemişti. Biz hâla birahanede idik. Etrafımı görmüyordum. Onu da görmüyordum. Havayı görür müyüz? Dalmıştım.

- Hadi kalk, gidelim, dedi.
- Nereye? Dedim.
- Maça, dedi.
- Maça mı? Dedim. Bu vakit maç olur mu?
- Avrupa'da gece maçları olur ya, dedi.
- Burada olmuyor ki, demedim. Kalktık. Yokuşu indik. Bir yerde durduk. O soyundu. Aşağıda merdiven başında yarı aydınlıkta oynayan futbolculara karıştı. Sesler duydum. Düdükler duydum. Küfürler duydum. Etrafıma baktım. Binlerce insan vardı.

Bir aralık yanıma geldi.

- Sen oynuyor musun? Dedim.
- Kör müsün? Dedi.
- E ben ne yapıyorum.
- Sen de oynuyorsun, dedi.
- Ben de mi oynuyorum. Ben ne oynuyorum?
- Güldü. Dişlerini gördüm. Bir tanesi kenarından kırıktı.
- Sen, dedi, seyirci oynuyorsun.
- Ha, sâhi! Dedim.

Ben seyirci oynuyordum. Başladım tepinmeğe. El çırpmaya. Üşüyordum. Paltomun yakasını kaldırdım. Onunki gibi koyun kürkü koyduracağım ben de. Yanaklarımda bir kürk serinliği duydum.

Artık hareket etmedim. Seyirciler kayboldu. Futbolcular kayboldu. Neden sonra yanıma geldi.

- Maç bitti, dedi.
- İyi ya, dedim. Kim kazandı?
- Ötekelir! Dedi.
- İşte bu olmadı. Dedim.
- Sen kim kazansın istiyorsun? Dedi.
- Bizimkiler, dedim.
- Bizimkiler kim
- Siz.
- Biz mi? Dedi. Bizim kazanmamızı mi istiyordun?
- Öyle ya, tabii, dedim.
- Neden? Dedi.
- Öbür tarafta tanıdığım kimse yoktu ki?
- Bizim tarafta var mıydı?
- Sen vardın ya; dedim.
- Budala dedi, ben de yoktum.
- Ben seni gördüm, dedim.
- Ne oynuyordum?
- Bek!
- Sâhi görmüşsün, dedi.
- Birisi seni düşürdü, dedim.
- Düşürdü, dedi.
- Topallıyorsun, dedim.
- Topallıyorum, dedi, sana ne?
- Hiç , bana hiç, dedim.

İçim burkuldu.

Birdenbire kaybettim onu. Seslendim:

- Panco, Panco!

Hiçbir cevap alamadım.

Birisi karanlıkta adımı çağırdı.

- İshak, İshak, dedi.

Cevap vermedim. Ses, onun sesi değildi. Ama sonra belki arkadaşımdın bir haber alırım diye:

- Ne var yahu? Dedim.
- İshak, İshak, dedi yine ses.
- Ne var yahu, ne var? Burdayım!
- Yanıma yaklaşan ayak seslerini tanıdım! Dedi. Yanında üç tane genç vardı. Biri kısa boylu, Ermeni suratlı idi. Ötekisi bir balıkçı ceketi giymişti. Mânasız bir yüzü vardı. Üçüncüsü upuzun biri idi. Aralarında kelimelerini binlerce kere duyduğum, mânalarını bilmediğim bir dil konuşuyorlar, anlamıyordum.

Onlar önde, ben arkada bir yokuş çıktık. Caddeye vardık. Cadde asfalttı. Işık içinde idi. Yerler ıslaktı. Yağmur kesilmişti.

- Yağmur yağmış, dedim kendi kendime.

Onları kaybetmiştim. Bir sinemanın gişesinde buldum. O kapıda bekliyordu. Bir tanesi bilet alıyordu. Uzun boylu bir balıkçı ceketli pis pis gülüyorlardı. O esmer, sakin, durgundu. Bana bakmadan benimle ilgili gibi idi.

Kendimi göstermemeğe çalıştım. Ben de bir bilet aldım. Onlar ön tarafta bir yere yerleşmişlerdi. Ben de kenarda ayakta durdum.

Onun karanlıkta sağa sola kıpırdandığını görüyordum. Önündeki adamla beraber o da sağa sola dönüyordu. Bir ara iyice yerine yerleşti. Elini yanağına dayadı. Seyre daldı. Sonra yine doğruldu. Başladı tırnaklarını yemeğe. Kalabalığın içinde pardesülü, kırk yaşlarında bir adam:

- Yeme tırnağını, diye bağırdı.

Gülümsedi. Işıklar yanmıştı. Üç arkadaşı kaybolmuştu. Önündeki tırnaklarını yeme diyen adam yanına geldi. Oturdu.

Bir şeyler konuştular, duymadım. Yakası kürklü eski arkadaşım pardesüsünün kolundan bir kaşkol çıkararak boynuna sardı. Ben siyah saçlarını görüyordum. Dönüp baktı. Beni tanımadı. Taşa, duvara bakmış gibi idi.

- Benim, yahu, benim, ben, arkadaşın, ben İshak demek için ağzımı açtım.
Sinemanın ağır havası ciğerime su gibi doldu. Sustum. Kalktılar. Işıklı çarşılardan geçtiler. Ben arkalarından mahzun baktım. Yapayalnız kalmış gibi idim. Onunla konuşaraktan bir lokantaya girdim. Lokantanın sahibi bir kadındı. Yanağında beni vardı. Halâ çocukluğunun genç kızı gibi idi. Gülümseyerek selâm verdi. Yirmi sene evveline gidiverdim.

Çok hasta olduğum zaman, ateşim kırka yaklaştığı zaman ellerim büyür. Dev gibi ellerim olur. Çoğunca çocukluğumda olmuştu.

- Ellerim büyüyor, derdim.

Büyükanam, yahut anam ellerimi soğumuş elleri içine alırlardı. "Yok bir şey, yavrum yok bir şey! Bak benim elimde ellerin" derlerdi. Sakinlerdim bir iki dakika. Yine büyürdü ellerim.

Ellerim büyürdü ellerim. Ellerim ne kadar büyürdü aman Yarabbi? Sokağa çıktığım zaman soğuktan ellerim küçülüverdi. Caddelerde idim. Binlere karşı birdim. On binlere karşı birdim.

- Panco, Panco diye haykırdım içimden.

Bir saate baktım. On bire çeyrek var. Caddeler tenha idi. Sinemalar dağılmamıştı. Sarhoşlar bana çarpmadı. Aralarından yılan gibi geçtim. Herkes Panco'ya benziyordu. Herkes maça gidiyordu. Pardesüsünün kürkünü kaldırmış gencin arkasından koştum.

Yakasından tutmak geçti aklımdın. Maça gidelim, diyecektim.

Hayır, hayır, seni o Alman lokantasına götüreceğim. Bir patates salatası yapıyorlar. Bir de spitzel yersin?

O pasajdaki birahaneye yine gitsem. O masaya otursam o masaya. İnsanlar gelse otursa çift çift kadınlı erkekli. Ben tek başıma. Milyonlar içinde tek başıma. Acı gitgide acıyor. Kavun acısı gibi, zehir gibi bir acı. Kaybettikten sonra bulduğumuz şey. Nedir o bil? Nedir o bil?

Kaybetmeden bulamadığımız bilemedin kaldır vur! Pencereden kim baktı. Neden baktı? Kapa gözlerini kapa. Ellerin büyüyor mu? Yok büyümüyor. Büyümüyor. Büyümüyor, büyümüyor, yaşasın. Ama acıyor, hayır acımıyor, yalan söyleme. Yüreğinin üstünde bir şey varmış gibi değil mi? Yalan. Mutlak bir yerde okudun. Yahut biri anlattı. Yahut aklında böyle kalmış. Yüreğinin üstünde bir şey yok. Yalnızlık. Yalnızlık güzel. Güzel değil. Kavun acısı. Kavun acısı da ne.

Sıcak sıcak börekler getirtti adamın biri. O olsa yerdi şimdi. Yemeği nasıl yiyordu bilmiyorum. Pardesüsünün yakası koyun kürkündendi koyun. Yanağında ufacı bir eski çıban izi vardı. Derisinin altından kan akmazmış gibi donuk esmer bir rengi vardı. Saçları kara, gözleri kara idi. Ne çıkar onlardan. Kara olmasalardı. Donuk esmer, altından kan akmazmış gibi solgun ve hiddetli rengi severim başka. Başkasında bulsam sevmem ki.

Yıldızlara baktım. Hani yıldızlar. Birahanede yıldız mı olur? Yıldızlara baktım. Bir sinemaya daldım. Geçen gün koşa koşa caddeden geçiyordu. Vakit beşe çeyrek vardı. Geç kalmıştı matineye. Koşa koşa o sinemaya girdi. Ardından baktım kaldım. Giremedim. Aksilik ediyor. Konuşmuyor. Hiç sesini çıkarmıyor. O zaman. O zaman buram buram buhar çıkan bir yere girmiş gibi terliyorum. Sonra üstüme kar yağıyor kar. Pıtır pıtır bir kar yağıyor. Tane tane bir kar. Aklım tabancalara gidiyor. Bıçaklara bıçaklara. Sevmiyorum bıçakları. Tabancalar. Beynimizde bir yerde küçük bir delik, etrafı siyah. Garip bir delik. Kan hafifçe sızmış. Beyin tıkayıvermiş deliği. İrin gibi bir şey akmış.

Ona ne, ona ne bundan. Bu benim kafatasımdaki delik. Ona da mı açmalı. Açmalı ya. Yalnızlıktan başka nasıl kurtulunur? Yalnız ölmek mi? Hayır insanların içinde, milyonun içinde iki ölü. Üç ölü. Dört ölü, beş ölü. Bırak ölüleri saymayı. Bu beşinci bira. Boş ver şu birahaneyi de. Camın dışarısını da. O gelmeyecek ki. Ha! sinemadaydık sâhi. Uçan daireden çıkan adam küçük bobinin elektrik fenerini aldı. Sokağa çıktı. Çocuk da arkasından.

Uçan daireyi iki nöbetçi bekliyor. Uçan dairenin önündeki robot dimdik.

O kürklü pardesüsünü çıkarmamıştı. Kürk hala serindi. O çıban izi olan yanağını serinliğe dayamıştı. Kürkün dudakları öpüyordu. Onu. İrkildi. Beni hatırlamıştı. Silkindi. Masanın üstünde alçıdan bir gemici biblosu dururdu. Ben onu ta uzaktan bir Avrupa şehrinin bayram yerinden kazanmıştım. Altına para kordum.

- Gemici paranı verdi mi?
- Verdi, verdi. Eyvallah gemiciye.
- Gemiciye eyvallah!

Yaz günleri o yanıma uzanınca rahat bir uykuya dalardım. Rüyamda hiçbir şeyi görürdüm. Hiçbir şeyi. Hiçbir şey kadar güzel şey var mı? Varsa ver bir lokma. Şu saatte. Hiçbir şey ölüm gibi güzeldir.

Öteki yıldızdan gelmiş adam taksiden atladı. Bütün ordu peşinde. Vur emri var. Vurdular. Askerler etrafını aldılar.

Geç geldiği zaman deli olurdum. Merdivende ayak sesleri yabancılaşınca kudururdum. Sonra birbenbire onun ayak sesleri, Kapıyı açık bırakmış olurdum. Öteki seyyareden gelir gibi gelirdi. Gözlerinden öperdim.

Çıkmalı. Buradan çıkmalı. Sinema bitti. Sokakların içinde sırtımda talihim, sırtımda kendim, yürümeliyim. Mahalle içlerine gitmeliyim. Evler görmeliyim. Gece yarılarından sonra hafif ışıklar yanan pencereler görmeliyim. Molozların üzerine oturup bekçi gözükünceye kadar bu 2 numaralı evi gözden geçirmeliyim. Yukardaki balkonlarda saksılar var. Yukarısı harap. Aşağısı harap. Ortası mükemmel. Hangi harapta oturuyor. Işık yakmamalı. Ağır ağır bir koridordan geçiyordum.

- Hırsız var! Hırsız var!

Sokaklarda koşmalı. Koşmalı. Bekçiler, polisler, düdükler arkamda. Hayır kimseler duymadı. Bir küçük odanın kapısın açıyordum. Orada harap bir karyolanın içinde, bir ayağı dışarda. İki ayağı da dışarda. İki ayağını yorganın içine sokuyorum. Derin bir nefes alıyor. Benden yana dönüyor. Bakıyorum. Çıban izi öbür tarafta. Tuhaf, hiddetli soluk yüzünde tatlı bir pembelik var. Kaşları ıslak ıslak. Dudakları kuru.

Kandil sönmek üzere. Meryem titriyor. Bu küçük karyoladaki kim? Eğilip ona da bakıyorum. Kocaman kocaman gözü var. Hiddetli bir derisi var. Bağıramıyor.

- Sus, sus diyorum.

Küçük kızın ağzını avucumla tıkıyorum. Çırpınıyorum.

- Gürültü etmezsen açarım avucumu, diyorum.

Kara gözlerini kapayıp açıyor. Avucumu ağzından çekiyorum. Sonra gidip öteki karyolaya oturuyorum. O hâla uyuyor. Gözümle etrafı arıyorum. Yakası kürklü pardesü orda. Giyiyorum. Bileklerim dışarda kamburlaşmış dolanıyorum odada. Küçük kız bana bakıyor. Avucunu ağzına kapayarak gülüyor. Molozların üstünden kalkıp yollara vuruyorum. Caddelerde şimdi yalnız sarhoşlar, pezevenkler ve şunlar bunlar var. Hepsi de hoş hoş adamlar. Hepsinin sırtında talihleri ve kendileri. Yalnız yalnız. Bir karı ile yatarken bile yalnızlar. Bir açık yer bulsam. Bir bira daha içsem. Yok, her yer kapanmış.


O hâla uyuyor. Kaşları ıslak ıslak. Nefesine yüzümü tutuyorum. Başının altındaki iki yastıktan birini çekip alıyor, onun ayak ucuna koyuyorum. Oraya da ben kıvrılıp yatıyorum. Ellerim büyüyor, büyüyor, büyüyor, büyüyor, büyüyor.

Sait Faik Abasıyanık

* Bu öykünün benim için çok özel bir anlamı var. İlk okuyuşum liseye yeni başladığım zaman denk düşüyor. Söz tarafından ilk vuruluşum, diyorum buna. Gençliğin küstahlığından belki ya da söz'ün büyüsünün sarhoşluğundan öykünün sonuna yaklaştıkça kendime son cümleyi yazma hakkını verişimi ve bendeki son ile öyküdeki sonun tamı tamına aynı sözcüklerden oluştuğunu gördüğüm an yakalandığım iflah olmaz hastalığın elinde bu günlere gelişim...Bulaştırdığın illete minnetle / Mey





10 Şubat 2015 Salı

Dar'lık...

Suskunluğunun konuştuğu insanlardanım ben, dedi. o, yani suskunluğum konuşur benimle.
Tuhaf bu, dedim. Meraklanmıştım.
Ne diyor peki, diye sordum.
Biraz düşündü. Anımsamaya çalışmaktan çok, söylemeye dair gibiydi ikircikliği.
Üsteledim: Ne diyor?
Yüzünden belliydi. Söyleyecekti.
Vaz geç diyor, dedi sonunda. bu söz senin kalbine dar.
Dinliyor musun onu, diye sordum. Ağdalı anlatımı bir an komik gelmişti.
anladı. Güldü.
Seviyorum ben, dedi. Dar'lığı.
Anladım. Gülmedim ama...


Mey



9 Şubat 2015 Pazartesi

Korkağın Gücü...

Çölü örten
gece gibi
örttüm aklımı kalbimin üzerine.
Tuttum götürdüm. Senden...


Mey






8 Şubat 2015 Pazar

Ters...

                                                                                                                                                                    
Yüreğim kadar açabiliyorum kollarımı, dedim.
Sen yine de
gelme istersen....


Mey 








5 Şubat 2015 Perşembe

Aşkın Döngüsü...

Sana ektiğim tohumlardan
baş vermiş filizler,
yeşile durmadan sana ölüyor!
Kendine dönüyor işte aşk, böyle böyle...


Mey






4 Şubat 2015 Çarşamba

Biri / Hüznün Nesnesi…

Seslerini işitmesinden önce kokuyu almıştı Biri. Yeni bir koku bu, dedi karanlık köşesinden çıkıp; Biri’nin içerisini yine Biri’nin dışarısından ayıran kapıya yaklaşırken. Yeni bir varlığın kokusu. Yabancı. Bu evden olmayan biri. Kapıya, kapısına, yaklaştıkça uğultular konuşmaya başladı. Kadının burası da konuk odası, dediğini işitti. Ayak sesleri yakınlaştı. Şimdi Biri’nin kapısının bulunduğu odadaydılar. Ya kapıyı açarlarsa? Görünür olup olmadığını bilmediğini akıl edene kadar duyduğu panik yüzünden, köşesine kaçmakla kapı açılırsa neler olacağını görme merakının arasında bocaladı. Geldiklerinden – geldiğimizden mi yoksa – bu yana kapı hiç açılmamıştı. Çocuk orada fare olduğunu düşündüğü için kapıdan uzak duruyor; kedi, muhtemelen aynı nedenle kapının önünde arzulu nöbetlere yatıyor, kadınsa kapının varlığından haberdar görünmüyordu.

Görür görmez sevdim, dediğini işitti kadının. Yabancı onayladı: Güzel bir ev sahiden. Bizim için biraz büyük ama, dedi kadın. Yine onay bekler gibiydi. Sen sevdiysen, demekle yetindi yabancı. Kadının beklentisinin havada kalması Biri’nin hoşuna gitmedi. Yabancıdan hoşlanmadığına karar verdi. Burayı nasıl kullanacağıma karar vermedim henüz, dedi kadın bu sıra. Belki kendime ayırabilirim belki de ufaklığa resim atölyesi yaparız. Yabancı sessiz kaldı önce, derken orada ne var, diye sordu.

Soru, Biri’nin az öncekine benzer bir panikle yeniden sarılmasına neden oldu. Geriye, kuytusuna kaçma düşüncesiyle kıpırdandıysa da, olacağa meydan okuma arzusu daha güçlüydü. Bizden önce burada oturanların kullanmadıkları eşyalar var sanırım, diye cevap geldi kadından. Ivır zıvır işte. Bakmadın mı hiç, diye sordu beriki. Şaşırmış gibiydi. Aynı şaşkınlığı bir süredir taşımakta olan Biri, yabancıyla ortak bir noktası olmasından rahatsız kıpırdandı. Kadının vereceği cevabı bekledi. Temizlenmesi lazım, diyordu kadın. Ama elim varmadı daha. Bırakılmış eşyalar, dedi yabancı bilmiş bilmiş bunun üzerine. Hüznün nesneleri, diye karşıladı yabancıyı kadın, bir yandan gülüyordu. Kadının gülüşündeki kırıklığa dikkat kesilmiş olan birinin ayması biraz zaman aldı:

Bırakılmış eşya mıyım yoksa?

Yakında bir cesaret oraya gireceğim, dediğini işitti kadının Biri önce, sonradan odayı terk etmekte olan ayakların sesini.

Bir hüzün nesnesiyim belki, diye seslendi gidenlerin ardından işitilmeyeceğinden emin olmanın güveniyle. Nesne miyim yoksa salt hüzün mü, sorusu düştü aklına.

Biri’nin hikâyesinin başladığı an bu olabilirdi. Ama henüz bundan emin olamayız…

( sürecek elbette!)


Mey




3 Şubat 2015 Salı

Rüzgarın Eylediğidir...

Kendi şiddetinden ürkmüş
o haşin rüzgarın
savurduğu, şu köşede duruyor işte. Özleme.
Sessiz,
şikayetsiz,
kanaatkar
ve kendine dönük.
Esse de olur, diyor.
Esmese de...


Mey







2 Şubat 2015 Pazartesi

kendikendi'ne teslim olan akrep...

01:05' kuyruğunu tutuyor güneş
02:10' ayakları üşüyen akrebin;
03:15' susmuyor üşümesi,
04:20' konuşuyor, konuşuyor, konuşuyor
05:25' yakarcasına batan bir güz gibi!
06:30' soğuk ve sıcak:
07:35' ateşler içinde yanan bir çölün
08:40' t-i-r-t-i-r t-i-t-r-e-m-e-s-i-.-.-.-
09:45' içi sarara sarara
10:50' göğüslerini yakıyor,
11:55' akrebi saatlerdir bekleyen yelkovan!
12:00' bir elinde rüzgârdan ibrik
13:05' bir elinde kemandan kovan.
14:10' çıplak çarpık bacaklarıyla
15:15' çölün tuşları üzerinde geziniyor akrep
16:20' kuyruğundan tutmuş güneşin altında kendine kendi(ni) çalan...
17:25' fırtına başı amuda kalkan kum saati
18:30' hiçbitmeyen nöbetini tutuyor çölün
19:35' her çevrilişin çağırdığı köftehor içli iç fırtınalarda
20:40' yüzü çiziliyor akrebin
21:45' kayıyor zehri, canına
22:50' sarılıyor vücûdu yelkovanına!
23:55' duruyor ossaat fırtına, ateş, üşüme, saat

00:00'

reha yünlüel / şiirhane







Kasıtsız...

I

dur durak bilmez
fırtına,
sarı'sından başka bir şeyi kalmamış
otların direncini de bilmiyor.

II

yengi arayışı yok
savuruşunda
oysa
fırtınanın
ve de
yenilgi korkusu
toprağa tutunmuşluğunda
otların.

III

savurmak
ve
tutunmak,
kasıtsız. hep öyleydi...


Mey