16 Şubat 2015 Pazartesi

Su, Taş ve Yara *

Yeryüzünün şiddet gören tüm kadınlarına
          

Önlerine deniz çıkınca durdular. Çok su var, dedi içlerinden biri. Çok,  kendileriydi aslında. Öyle çoktular ki yan yana sıralansalar sahil boyunca uzayacak bir zincir oluşturabilirlerdi. Bıkkınlık ve umutsuzlukla birbirlerine bakıyorlardı. Yüzleri onca yaralı olmasaydı, yorgunlukları elle tutulur bir görünüm kazanabilirdi. Her bir bereli yüzde ışıldayan göz, şimdi ne olacak sorusunun aynasıydı diğerlerine tuttuğu. Çok su var, dedi biri yine. İlerleyemeyiz. Aynı anda dönüp, düşe kalka geldikleri yola baktılar. Arkalarında bıraktıkları yolun daha da gerisindeki korkuyu düşündükleri belliydi. Öndekilerden biri, dönüp yarenlerine baktı önce, sonra acele etmeden oturdu sahilin henüz ısınmamış kumuna. Diğerleri de birer ikişer onu izledi.  Kimseden çıt çıkmıyordu. Gün ışımış ancak denizin üstüne doğacağı belli olan güneş henüz yüzünü göstermemişti. Sabah serinliğiyle titreyenler birbirlerine sokulmaya başladı. Ufukta güçlükle seçilen karşı kıyıya bakmaya başlayanların yanında, bulduğu omuza başını yaslayıp gözlerini kapatarak tedirgin bir uykuya dalanlar da vardı. Gözünü karşıya dikmiş olanlardan biri, karşıya geçemeyiz; bu saatten sonra geri de dönemeyiz diye düşündü. Geri dönmektense ölmeyi tercih edecek yol arkadaşlarına baktı göz ucuyla ardından. Kaç kişiyiz, merakı yola çıkmalarından bu yana ilk kez düştü aklına. Sayacak oldu ilkin, ardından ne fark eder diye düşünüp yanı başındaki kadının dizlerine koydu başını. Gözlerini kapatmadan önce denize baktı ve mırıldandı: şu su kadarız işte.

Yol boyunca çoğalmışlardı. Zihnin ve korkunun ipini ilk kıran üçe beşe, geçtikleri her köyde, her kasabada, her şehirde eklendikçe eklenmişti yenileri. Peşlerine düşene şöyle bir bakıyor, bakmalarıyla acıyı tanımaları bir oluyor; adımları arasında yeni bir adıma yer açıyorlardı. Kendilerini arsız bir sarmaşığa benzeten de vardı aralarında, kurtuluşun türküsünü yalnızca kurtulmaya ahdetmişlerin işitebileceği bir koroya da. Dayağın, horlanmanın, insan yerine konmamanın kaderi olduğuna inanarak onlarca yıl geçirmiş olanlar yanında, saçlarına zamansız takılmış gelin çiçeklerinden can havliyle kurtulup kaçmışlar da sayıca çoktu içlerinde. Yanlarında olanlar kadar, olmaya dermanı yetmeyenlerin acılarını da sürüyorlardı peşleri sıra.

Onca yol, dağ, tepe, dere geçtikten sonra şimdi iki uçsuz bucaksızın arasında kalakalmışlar. Arkalarında geçmenin onlarca gün sürdüğü ova, önlerinde ilerlemeye yol vermeyen deniz.  Çareyi uykuya sığınmada görenler, çarenin nerede olduğunu bulmaya kafa yoranlar, cezalarının bu dünyaya gelmekle başlamış olduğuna iyiden iyiye kanaat getirmiş olanlar, vazgeçmişler ve asla vazgeçmeyecekler; Aziz Thomas’ın dediği gibi, hızla yayılıp büyüyen yabani otlar: kadınlar. Önlerinde uzanan ve geçit vermeyen su kadarlar. Kötülüğün eril elinden sıyrılıp, diğerinin derdini derdi bilmiş; yarayı yaralanmış onarır diyen sesi yüreğinde işitmiş; kanla ve ezayla ısınan ocaklarını terk etmiş kadınlar onlar.

Güneş denizin üzerinde yükselip günü aydınlattığı kadar ısıtmaya da başladığında uyuyanlar uyandı.  Önlerinde kımıldanan o büyük engelin hala orada durduğunu görüp, bakışlarını birbirlerinden gizlediler. Umut gibi umutsuzluk da bulaşıcıydı çünkü. Sessizlik bitmeyecekmiş gibi görünüyordu. Derken bir esinti, bir büyük dalga ve söz aynı anda koptu. Kimisi suya yürüme taraftarıydı kimisi de ovayı işaret ediyordu ısrarla.  Tartışma uzayıp giderken, küçüklerden biri, kırık kolu yanlış kaynamış olan, suya atıverdi kendini çığlık çığlığa. Derken nereden geliverdiği belli olmayan bir neşe sardı sahili. Su ve kadınlar birbirine aktı. Var oldukları andan bu yana kimliklerini hiçleyen korku yitip gitti. Neşe ile otalandı bedenlerinde, yüreklerinde dağlanmış ne kadar yara varsa.

Akşama doğruydu. Hayatımın en güzel günü diye düşünüyordu her biri. Kıyıya çıkıp birbirilerine baktılar. Söz’e gerek yoktu, anlaştılar. Diğerinin acısını okşayarak sokuldular birbirlerine. Vedasız uzandılar deniz ile ova arasındaki boşluğa. Başlarının altında taştan bir yastık binlerce yıllık o uykuya daldılar. O günden bu yana, binlerce kadından yapılmış o dağ uyur oracıkta. Yorgunluğu ve bıraktıklarını almış üstüne. Uyur da uyur. Dağ gibi...

Mey

* Öykü daha önce Süje Dergi'nin altıncı sayısında yayımlanmıştır.
http://www.yersizyurtsuz.com/suje/eylul_2014/sayfalar/suje_sf_5.htm