6 Haziran 2017 Salı

On Dakika…

                                                                                                                 Babamla.

Duramıyorum burada, diyorsun Seçil’e. Duvarlar üstüme üstüme geliyor. Babama gideceğim. Kalan son iki ders ve seni şehre indirecek araç ayarlanıyor. Hem kan vermem lazım, diyorsun kendine. Dün geceden borçlu kaldık kan merkezine. Borçlu kalmaktan haz etmezsin, babadan miras bir ilke. İçindeki huzursuzluk, göğsünün üstün o ağırlık yol uzadıkça uzuyor. Hırsını ellerinden almışsın, parmaklarında umursamadığın bir sızıyla iniyorsun hastanenin önünde. Önce anne bulunmalı. Ya hastanenin bahçesindedir ya da yoğun bakımın önünde. Kimsenin perişanlığını düşünecek halde değilsin. Merhametinin tek adresi var. Yine de bulduğunda anneni, için yanacak haline. Sen eve git, biraz dinlen diyeceksin. Ben buradayım. Kardeş de gelir çok geçmeden.

Şansını denemeye karar veriyorsun, kan vermeye gitmeden önce. Cebine para sokuşturduğun hasta bakıcı oradaysa içeri girmene birkaç dakika için izin verecektir. O cebe sokuşturma meselesini akıl edene kadar geçen zamanda adamın nemrutluğunu hatırlıyorsun o anda. Yoğun bakımın önünde bekleşen hasta yakınlarından biri kulağına fısıldayıvermişti. Nasıl yaparım? Yaptın ama. O günden sonra içeri girmek kolaylaştı. Merdivenleri hızlıca iniyorsun bu kez seni tanıyıp tanımayacağının merakıyla. Dün tanımamıştı hiçbirinizi. Adam tek kelime etmene izin vermeden, bekle diyor. Biraz bekle, alacağım içeri. Bekliyorsun. Son kırk gündür beklemekten başka bir şey yapmadın. Kapıyı açıp eliyle içeri girmeni işaret ediyor. Çabucak dalıyorsun yoğun bakıma. Diğer hastalara bakmadan, hedefteki yatağa doğru ilerliyorsun. İçinde bir yakarma. Bugün beni bilsin!

Uyuyor. Yumruk yaptığı elleri sinesinde. Durumun ne kadar ciddi olduğuna henüz aymadığınız o günlerde, o uyuma pozisyonuna çokça gülmüştünüz kardeşinle. Şimdiyse… Sesleniyorsun. Duymuyor. Bir kez daha. Üçüncü de açıyor gözlerini. Hafif şaşalamış. Uzunca bakıyor yüzüne. Sonra başını çevirip tavana dikiyor gözlerini. Küçücüktün, diyor. Tanıdı seni. Sevinç yalıyor içini. Öyle seviyordum ki seni, öyle güzeldin ki. Hepinizi çok seviyorum. Ağlayamazsın. Onun yanında olmaz. Ben de, diyorsun. Düzeltmelisin. Biz de seni çok seviyoruz. Artık yeter, dediğini işitiyorsun. Seni duymamış besbelli. Bakışlarını tavandan ayırıp sana bakıyor. Tereddütlü gibi. Sonunda karar verip, bir sırrı bildiğini söylüyor. Bana da söyle diyorsun. Ben de bileyim. Kelimelerim yok ki, diyor. Bunu bilirsin işte. Anlatacak sözcüklere sahip olamamanın anlamını bilirsin. Yine de zorlamalı kendini. Israr ediyorsun. Nafile. Uyudu. Doktor gelip seni çıkarana kadar durup izliyorsun. Doktora çıkışacak gibisin. Vazgeçiyorsun, saat altıda ziyaret var. Tekrar gelirim, Sibel de gelir diye avutuyorsun kendini.

Kan merkezinden çıktığında arıyor kardeşin. Bahçede buluşuyorsunuz. Heyecanla konuşmanızı anlatıyorsun. İkiniz de tutuyorsunuz kendinizi. Ziyaret saatinde ilk giren olmak için anlaşıyor kardeşin seninle. Tamam diyorsun. Saat altıyı bekleyeceksiniz hastanenin bahçesinde. Sigara ve çay eşliğinde, korkanı, ondan daha çok korkanın avutmaya çalıştığı cümleler kuracak; yoğun bakımın önünden tanıdığınız diğer hasta yakınlarıyla selamlaşıp, hâl hatır ve hastalarının durumunu soracaksınız. Saatin altı olmasına ne kadar kaldığını hesaplayarak geçireceksiniz zamanı. Beş buçukta çalıyor telefonun. Yoğun bakımdan çağırıyorlar. Kan yetmedi herhalde diye avutacaksın kardeşini oraya doğru koştururken. Doktor kapıda karşılıyor sizi. Yüzündeki ifadeden anlıyorsun o gün saatin altı olmayacağını. Hayatın boyunca, on dakikalık bir zaman diliminin varlığına minnettar kalacağını anlamana ise daha vakit var…


Mey