27 Ekim 2016 Perşembe

Yanılsamanın Kırmızısı…

                                              “Gerçeklik, yanılsama olduğunu unutmuş yanılsamadır.”  J. Derrida


Yanılsamanın bilgisi oracıkta duruyordu fakat onu görecek halde değildi; çünkü Made İn Heigthts’i dinlemeye dalmıştı. Müzik odada yükseliyor, görüşü örtecek bir kaplanışa dönüşüyordu. Bir tür sisi andırdığını düşünmüştü. Düşünce kendi rotasından çıkıp bu sisin içine gizlediği bir şeyin peşine düşecek gibiydi. Gündeliğin ortasına aniden düşen ayrıksılık; ertesi gün yapılacakların planlanmasına sert bir sekte vurmuştu. Şarkıyı ilk dinleyişi değildi elbette, öncesinde de defalarca okumalarına, masa başı işlerine, kısa yolculuklarına, mutfağının telaşına eşlik ettiği olmuştu. Ama sis. Yok, kaplanış. Her neydiyse, işte bu sis / kaplanış yeniydi. Başka neyin yeni olabileceğini anlamak için etrafına göz gezdirdi. Çıkrıkçılar Yokuşu’ndan alınmış ve yenilenmiş küçük çalışma masasının üstündeki, sıcak bardakların sorumlu olduğu, bir iki leke gördü. Canı sıkılacak gibi oldu, yıllardır yükünü taşımış olana özensizliğine. Az kahır çekmedi bu masa diye hakkını teslim etti. Üstüne ne yüklediyse taşımıştı. Nesnenin yükünü kat kat aşan, can yükünü de gıkını çıkarmadan üstlendiği olmuştu. Gözü kitaplığa takıldı, kitaplara ek olarak epeyce bir ıvır zıvır da duruyordu sağında solunda. Belleğin kendiliğinden yok edeceklerinin unutulmamasını garanti altında tutmaya yarayacak nesnelere baktı. Başkalarının verdikleri, kendisinin anlam atfettikleri, anlamı kalmamışları, anlamını unuttukları. Tek tek sınıfladı. Ölçtü biçti. Sisi / kaplanışı mümkün kılacak bir şey bulamadı. Pencereyi örten tül perdeye baktı. Etekleri hafifçe titriyordu. Şarkı yüzünden odayı kaplayanın tedirginliği kadar belirsizdi titreyişleri. Kiminde iç’im gibi, diye düşünecek oldu. İzin vermedi kendine. Kapıp koyvermenin alemi yoktu. Duvarda asılı resimler. Anlamı çoktan teslim edilmiş; ilk günlerinde hevesle izlenmiş ve nihayetinde bulundukları yerdeki varlıkları kanıksanmış imgeler olarak duruyorlardı durdukları yerde. Kısa araştırmasından eli boş çıktı. Böyle olacağı baştan belliydi de, akılcı yanını tatmin etmeden öteye, aklın ötesine uzanamayacağını, müziği durdurmanın faydası olmayacağını bildiği gibi biliyordu.

Yanılsamanın bilgisi yanı başındaydı. Görebilseydi bile başını çevirirdi; çünkü şarkı yavaşlamıştı. Şarkıyla birlikte, sis de hızını kesti. Görebilmek için zaman tanımak ister gibi kaplayışını ağırlaştırdı. Ağırlık odadan gözlerine sirayet etmiş gibiydi. Kendilerini aşağıya bırakmaya meyletmiş göz kapaklarının zorlayıcılığını görmezden gelerek odada kontrol etmediği bir şey kalıp kalmadığını sordu kendine. Nesneyle işin bitti, dedi şarkının sakinliğini aniden yırtan sert bir emir kipi. Zihninden geliyordu. Nesneyle işi bitmiş; özne olmaklığına temkinli yaklaşan bir özneydi o andan itibaren. İçebakış, öyle sanıldığı kadar basit bir iş değildi, bunu biliyordu. Baktığın iç’in çıfıt çarşısı karmaşası taşıması sorun olabilirdi ilk elden. Korkma, dedi kendine. Korkmamasına korkmazdı da kaplanış gibi şarkı da bitmeyecekmiş gibi görünüyordu. Neden bakacakmışım ki, diye itiraz etmeye yeltendi içe bakmaktan haz etmeyen yanı. Görülebilecek, daha önce görülmemiş, ne olabilirdi ki? Şarkı güzeldi, insanı heyecanlandıran inişleri çıkışları vardı ve belli belirsiz bir ‘ aniden ‘lik duygusu veriyordu. Ötesini boş ver! Peki ya, kaplanış? Onu da boş ver. Boş vermedi. İçinden doğru yükselen bir şeyin, bulunduğu odayı kaplamaya başladığını görmezden gelmeyecekti. Yanılsamanın bilgisi nerede duruyor olursa olsun. Bakışlarını epeydir çevirmediğine yöneltti kararlılıkla.

Sisin saydamlığına alışmış gözleri gördüğünün asıl yanılsama olduğunu düşündü ilkin. Ne çok kırmızı. İçerden yukarı yükselirken rengi atıyor olmalıydı. Rengin anlamını çözmüştü de kaynağının neresi olduğunun merakıyla bakıyordu şimdi. Oralar toz duman, diye dalga geçti gördüğü karmaşayla. Öz karmaşasıyla. Olmuş bitmişler gördü, olmayı sürdürenler, henüz başlamamışlar, bir gün başlamak üzere sırasını bekleyenler, kurumuş ama iyileşmeye niyeti olmayan yaralar, tazeleri de vardı elbette irin tutmuşları da. Ama ne çok kırmızı. Görünür olanların hiçbirinin, bu ne çok kırmızının kaynağı olmadığını, olamayacağını içten içe seziyor; görebilmenin imkanının iç’i ve dış’ı kaplayan bu tabaka tarafından olanaksızlaştırıldığının bilincine varıyordu. Gerçeği örten yanılsamanın şarkı sustuğunda, geldiği yere çekileceği umudunun boşluğunun farkında; zihninin kurduğu o tek tespit cümlesine takılmış öylece duruyordu: Ne çok kırmızı!

Kendi ağırlığından sıkılmış gibi, şarkı yükseldi birden o esnada. Gerçeğin ne ölçüde yanılsamalardan yapılmış olduğu sorununu zihnini doldurmuşken, bu yükselişi fark edemezdi. Duyusal yanılmanın ne kadarının zihinsel bir aksaklıktan kaynaklandığını, bunca kırmızının mümkün olup olmadığını düşünmekten yorgun, bir şarkının başına açtığı beladan bıkkın sordu: neden bu kadar çok kırmızı?

Cevap umduğundan değildi soru. Yine de bir cevap olsa fena olmazdı, diye düşünüyordu. Kimden geldiğinin ne önemi var?

Cevap geldi. Yükselmiş şarkının kalp atışını andıran vuruşlarının arasında zor işitildi:
Ne saçma soru, diyordu sanki. Hanımefendi, birisi vurulursa kanı akar.
Yanılsama oracıkta duruyor ve galiba, pis pis sırıtıyordu.



Mey




22 Ekim 2016 Cumartesi

İnfilak...

Çıt yok!
Susuyorsunuz ve uzaklığa dönüşüyor
kapanmış ağzınızın karanlığında yuttuklarınız.
Kelimeler zihninizde patlıyor. Belki de orta yerimde kalbinizin.
Oysa,
bir söz boyuydu aranızdaki mesafe...


Mey



18 Ekim 2016 Salı

' Kim ' Sorunu...

İlk büyük  itiraz, benim elbette diye düşünenden geldi: Ben değilim, dedi.
İnandırıcıydı üstelik.
Beriki eksik kalmadı: Ben de olamam, diye atıldı.
Kendisi olduğundan şüphesi yoktu öte yandan.
Aslında ' benim ' diyebilirdim. Demedim. Kimse kim, diye kestirip attım.  Cevap değil, soruydu kalbi diri tutan.
Belirginliğin yolumuza koyacağı noktaya hiçbirimizin tahammülü yoktu.
Kim sorunu'nun uzattıkça uzattığı bir hikayede kaybolup gittik. ' Ben ' olan da olmayan da...

Mey













9 Ekim 2016 Pazar

Garda...

                                                                                                            Anıları önünde, sözle….

Saatine baktı. Hesapladı: Üç dakikaya oradayım. Ankara Radyo’sunun önünde randevulaşmışlardı. Bilinçli bir tercih değildi, diyecekti sonradan. Belki bilinçaltlarımızın kendini rahatlatmaya odaklanmış bencilce bir oyunu. Radyodan yukarıya vurdular mıydı, rahat rahat beş dakikada Gar’da olurlardı. Rahat rahat değil, ucu ucuna olacak biçimde ayarlamışlardı zamanı. Treni beklerken Gar’da oyalanmayı, belki Gar Lokantasında bir çorba içmeyi sevdikleri günler geride kalmıştı. İçinde olduğu taksi, normal seyrinde akan trafikte zorlanmadan ilerlerken bu yolculuk şart mıydı, diye geçirmişti içinden. Yolculuk şartsa bile tren yolculuğu tercihi, acıyan yerlerimizi sınama derdinden başka bir şey değildi diyecekti görür görmez D.’ye.

Radyo binasını uzaktan gördü. Önünde kimse yoktu. Gelmemişti. Gelir, diye düşündü. O da benim gibi; ucu ucuna. Radyo’nun önünün boşluğu yaklaştıkça büyüyordu. D. ‘nin çok sonra anlattıkları gözünde canlandı o boşluğa bakarken:

Miting alanına akan coşkulu kalabalığa ters istikamette ilerlerken, Ankara Radyo’sunun önünde görmüştü sendika flaması taşıyan meslektaşlarını. Durmuşlardı onu görünce, selamlaşma, hoş beş. Gelmiyor musun, diye sormuşlardı. Dersim var, demişti ezile büzüle. Özel okulda çalışıyor olmasının şakası yapılmıştı. Gülüşmüşlerdi. Senin yerine de oradayız, diye gönlünü almıştı kara gözlü bir kadın. Minnettar bakmıştı. Yüreğim sizinle diyememişti. Keşke… On dakika geçmiş geçmemişti ki bu karşılaşmanın üzerinden, o ses.

Radyo’nun önünde indi taksiden. Sağına soluna bakındı. Görünürde yoktu. Daha iyi, diye düşündü. Az daha geç kalsa zararı yok. Radyo binasını oldum olası sevmişti. Eski Ankara kokuyordu her şeyiyle. Sırt çantasını mermer basamaklardan birine bıraktı, oturdu sonra aynı basamağa. Saatine baktı. Şu anda içerideki stüdyolardan birinde eğitimli bir ses; “ burası TRT Ankara Radyo’su…” diye başlayan bir cümle kuruyor olmalıydı: Sıradaki parça, bundan gayrı, içinde hep bir  “ gar “ taşıyacak olanlara gelsin! Gözleri dolardı dolmasına da, uzaktan D.’nin kendisine doğru yürümekte olduğunu görmüştü çoktan. Kendini tuttu. Ayağa kalktı. Güç bela bir gülümseyiş bulup yerleştirdi yüzüne. Sarıldılar. Geciktim mi? Yok, daha vakit var. Hadi o zaman. Hadi…

Karşıya geçtiler ilk yaya geçidinden. Bu arada nasılsın, diye soruldu ve iyiyim’ler ikna edici bulunmasa da kabul edildi. Ağır bir ritim tutturdular Gar’a doğru. O zamandan beri ilk kez miydi? İlk kezdi. Bakışlarını buluşturmadılar. Öylesi iyiydi. Tren şart mıydı, sorusu sorulmadı. Yine de iç sesler cevapladı soruyu. Uzaktan önce Gar göründü, ardından yüzler belirdi. Bir bir bir bir bir bir…

Tren perona girdi. O ana kadar ne birbirlerine baktılar ne konuştular. Zihnin dili uzunsa da, sese bürünmesine geçit vermeyeceklerdi. Tren durdu. Hadi, dedi D. Koşar adım ilerlediler trene. Yerlerini bulup oturdular. Kalkış düdüğü geciktikçe gecikti. Zaman, havadaki ağır çok ağır bir şeye sıkı sıkıya tutunmuş gibiydi. Hayır, dedi D. Zaman değil, acı! O sıra tren beklenen çığlığını tutturdu. Yolcular tuttukları soluklarını gürültüyle bıraktılar. D., başını cama yasladı. Beriki belli belirsiz mırıldandı: “ burası TRT Ankara Radyosu…”



Mey




                                                  Aslı Alpar

4 Ekim 2016 Salı

Yıldız Sorgusu...

Size büyük suskular verdim, diyor
göğ'ümüzden geçen üzgün bir yıldız.
Soruyor bir de: Bağışladınız mı kendinizi?


Mey




2 Ekim 2016 Pazar

Durakta...

Sokağı boylu boyunca inince görünür olan durağa diktim gözümü. Boştu. Ya otobüsü kaçırmış ya da – nihayetinde – ondan önce davranmayı başarmıştım. Göğ’ün sıkıntısının farkında ama yine de neşelenmekten kendimi alamayarak caddenin karşı tarafına yöneldim. Görünürde hiç araç yoktu, sağa sola bakma gereği duymadan, biraz da sallanarak geçtim karşıya. Otobüsü kaçırdıysam kötü, diye düşündüysem de herhangi bir şeyi kaçırmadığımı biliyordum. Otobüsün beş dakikası vardı hesaplarıma göre. Kadının? Geç kalmıştı? Yoksa gelmeyecek mi? Tam gününü buldu, dedim kendi kendime. Ondan önce orada oluşumun boşuna bir sevince dönüşmesi canımı sıkardı. Olasılıkları sıraladım. Önceki otobüse binmiş olabilir, uyuyakalmış veya hasta olabilir. Hiçbiri olmasa iyi olurdu. Bu kez ben, görünür olur olmaz onun durağa doğru gelişini izleme arzusundaydım.

Durağı ve bu saatteki otobüsü haftada iki gün kullanıyordum ve yaklaşık bir yıldır kadın da oradaydı. Sokağın başında görünmemle hiperaktif yürüyüşüne ara verip durup yanına ulaşmamı bekler, bu sırada da o rahatsız edici bakışlarını üzerime kilitlemiş olurdu. Bakışları, şimdi başımı kaldırdığımda gördüğüm göğ’ün sıkıntısına çok benzerdi ve onun bu hali, bir sabah tedirginliği olan varlığına eninde sonunda alışmamın önüne geçerdi. Durakta karşılaşmaya başladığımız ilk günlerdeki günaydın’larımı cevapsız bırakışına artık aldırmıyordum. Günaydın’ı filan bırakmıştım tabii, epey oluyordu. Bakışlarındaki karanlığın nedenini düşünerek uyuyakaldığım geceler de yok değildi hani. Bir önceki veya bir sonraki otobüsü tercih etmek mümkünse de; artık bilinçli mi yoksa bilinçsizce mi olduğundan çok da emin olmadığım bir inat, haftanın aynı günleri hep aynı saatte durağa yöneltiyordu beni. Şu sabaha kadar, hemen her sabah benden önce durağa inmiş ve histerik voltasına başlamış oluyordu. Ne oldu ki bu kadına, diye düşünürken bir yandan da hızlıca saatime göz attım. Bir iki dakikası vardı, artık gelmeliydi.

İnsanların yaşlarını tahmin etme konusunda pek de iyi değildim. Bazı sabahlar gözüme orta yaşlı görünüyor, bazen de göründüğünden daha yıllanmış olduğunu düşünüyordum. Simsiyah boyadığı saçlarını daima tepesinde topluyor, her mevsim koyu renkli takımlar ve ince topuklarının çıkarttığı seslerle beni delirten siyah ayakkabılar giyiyordu. Nedense, hukukçu olduğunu düşünmüştüm. Muhtemelen de yargıç. Onaylamamaya hazır yargılayan bakışlarının bu tahminle ilgisinin oldukça yakından olduğunu rahatlıkla söyleyebilirdim. Bedeninden yayılan gerginlik, hiçbir mevsim aşırılığının engelleyemediği sabahın güzelliğine çekilmiş geçici bir perde gibiydi ve sinirimi olması gerekenden fazla bozuyordu. Uzaktan gelişimi fark etmesiyle, durağın çevresinde yaptığı gereksiz ölçüde tempolu yürüyüşüne ara veriyor; durup izlemeye başlıyordu. Bende hoşlanmadığı bir şey olduğu belliydi. Belki saçlarımı sevmiyordu belki de giydiklerimi. Ya da başlı başına olduğum halimle ‘ ben ‘ tümel bir hoşnutsuzluk nedeniydi onun için. Durağa ulaşmamla ara verdiği yürüyüşüne geri dönüyor, otobüs durağa yanaşana dek, hiddetli olduğunu düşündüğüm adımlarıyla topuklarını tıkırdatıyordu. Otobüs geldiğinde geride durur önce onun binmesini beklerdim. Öne atılışında, bunu kendinde hak görmenin dikliği olurdu. Zaten boş olan otobüse belirgin bir aceleyle biner ve ön sıralardaki tek kişilik koltuklardan birine yerleşirdi. Ardından otobüse bindiğimden, onun arkasındaki koltuklardan birine yönelirken son kez göz göze gelir, elle tutulur bir olumsuzluk yayardık. Metro istasyonuna ulaşana dek yol boyu, koltuğunda oturuşunun dikliğine, kafasının arkadan görünüşündeki sabitliğe bakardım. Bahçeleri rengârenk çiçeklerle, yemyeşil ağaçlarla dolu evlerin önünden geçerken bir kez bile başını çevirip oralara baktığını görmemiştim. Ne baharla albeni kazanmışlıklarına, ne son baharın kızılımsı hüznünü taşıyışlarına, ne de kışın karasına tezat karla kaplanmışlıklarına bakardı.  İstasyona kadar başını milim kıpırdatmaksızın öylece otururdu koltuğunda.

Göğ sıkıntılı. Demiştim önceden de. Gün boyu güneşe geçit vermeyecek, hatta fırsatını bulursa şiddetle indirecek gibi. Severim böyle havaları da, kadının hala ortada görünmeyişinden midir, tadını çıkarasın yok gibi. Artık zamanıdır, otobüs her an gelebilir. Kadın yok. Sert siyaha boyalı saçları yok. Koyu renk etek – ceket takımı yok. Topuk tıkırtısı hiç yok. Uykuya kalmaz öyle biri. Hasta mı? Niye huzursuzlandın şimdi diye söyleniyorum kendime, yoksa yok. Daha iyi ya. Bedenimde yükselen gerilimin ne denli şiddetli olduğunu, otobüs durağa yanaştığı için durmak zorunda kaldığımda fark ediyorum. Kaç dakikadır volta atmakta olduğumu hesaplayacak halde değilim. Otobüs hareket ettiğinde henüz oturmamış olduğumdan görebiliyorum, kalkışını durduramadığı otobüse yetişmek için koşuşunu. Zihnimde onunla bütünleşmiş olduğunu hayretle fark ettiğim koltuğa geçip oturuyorum. Gülümsediğimi görecek kimse yok.


Mey