17 Nisan 2023 Pazartesi

İKİNCİ CÜMLE

Hangisiyle başlayacağıma, üçünün de ilk cümlesini okuduktan sonra karar verecektim. Yaşadığım kararsızlığa çözümüm buydu. Dakikalardır üçünü evirip çeviriyordum. İsimleri cezbediciydi, birinin de yazarı bildikti. On saat süren yolculuğun ardından aylardır kapalı olan evi açmanın yorucu çabasıyla o ana kadar hiç oturmamıştım. Evi ilk açışımdı. Yıllardır ya annem ya da kız kardeşimin işi olmuştu bu; temizlik, düzen, yerleşme çoktan bitmiş olurdu geldiğimde. İlk kez bu mevsimde buradayım. Nisan ortası. Bitkiler yeşermiş, yeşermekle de kalmamış çiçeklenmiş, çiçeklenmekle de kalmamış kokarmış. Her yerden baş döndürücü kokular geliyor. Limon çiçekleri ayrı kokuyor, ıhlamurlar ayrı. Melisa ve yaseminler desen sarsıcı bir koku yayıyorlar. Buna sevinmeye çok vaktim olmadı başlangıçta çünkü evin içine girmek gerekiyordu. Veranda mobilyaları salonun içinde üst üste. Onca yolun ardından elzem olanları dışarı çıkarıp, yine elzem olan yerleri temizlemek vakit aldı. Çay demlendi. Kokudan söz ettik durup durup. Kitapları çıkardım sonra. Üçünü de. Yorgunluğum gözlerimde sızıldanıyor. Yine de üç beş sayfa da olsa okuyacağım. Kararsızlığım bedenimin bahanesi bence. “İlk cümle” böyle aklıma geliyor. Hangi ilk cümle koku alma duyumumun sarhoşluğunu ezip geçerse onunla başlayacağım. Birini elime alıyorum. İlk cümlesi bir Paul Eluard dizesi. Başlangıç alıntısı yapmış. Bu sayılmaz. Diğeri, doğrudan bir mektup girişi. Geç kalma durumu üzerine. Tam zamanında tam olmam gereken yerdeyim ben. Üçüncü, yazarı tanıdık olan, tanımanın verdiği sıcaklıkla avantajlı gibi. İlk cümle de ilk cümle ama. İkinciye geçmesen olmaz türünden. Denizin kokusunu alamadığımı fark ediyorum o anda. Yakınına gitmek gerek. Gün ışısın deniz, diyorum kendime. Şimdi gece ve ikinci cümle zamanı. 

Zor geçen ayların ardından buradayım. Benden çok daha zor şeyler yaşayanlar oldu bu süreçte. Onları düşününce kendi yaşadıklarıma zor demek, utandırıyor. Evini, şehrini kaybeden Gönül mesela. Hala ışıl ışıl gözleri. Üniversite yıllarında çok yakındık. Sonra okul bitti, uzaktık. Yıllar sonra, yazdığım ders kitaplarından biri eline geçince yayınevi aracılığıyla bulmuştu beni. Telefonlar, buluşmalar, gidip gelmeler başladı. Gönül, çok güzel “canım” der. Yaşadığı onca acı ve yıkıma rağmen hala “canım” derken çok güzel. İlk ona sormuştum Yasin’i birkaç yıl önce. Sonra bölümden arkadaşlar bir buluşmada usulca yanaşıp her birine sordum: “Yasin’i hatırlıyor musun?” Gönül de diğerleri de Yasin’i hayal meyal hatırlıyor ama hiçbiri onu tanımıyor. Vardı öyle biri, değil mi diyorlar. Bir ara hep senin etrafındaydı. Ses etmiyorum. Vardı tabi.

Geçende Gönül ve Mehtap’la otururken, Mehtap’a sordum bu kez. Bir yıl önce de sormuştun, dedi. Ne yapacaksın bu Yasin’i. Ona bir şey demem lazım. Yasin’e o çok önemli şeyi söyleyemezsem, sonradan çok önemli olduğunu anladığım o şeyin ciğerime batışına dayanamayabilirim. Aradın mı peki onu, diye soruyor Mehtap. Çok mantıklı bir soru elbette. Hiç aramadım sadece onu tanımamış insanlara soruyorum: Yasin’i gördün mü? Neler yapıyor biliyor musun?

İlk cümleyi okuduktan sonra ikincisi için kendimi tutuyor oluşumun Yasin’le bir ilgisi olduğuna eminim. İlk harfi görmemle soluğumu tutmam bir oldu. Gönül bilmeden biliyor gibiydi. Mehtap’ın bana bakışındaki merakı görür görmez, “Yasin’e bir şey yaptı bu” dedi beni göstererek. Reddetmediğim gibi kabul de etmedim.

Eluard alıntısı, girizgâh için fena olmayabilir. Limon çiçeği kokusu kadar keskin. Geçmişte alınmış bir yaranın içine parmağını daldırır gibi cüretkâr. Yasin’i aramayıp sormayı sürdürmeme benziyor. Belleğimde bir delik açtım ve parmağım hep orada.

Sakladığım bir görüntü var: Atatürk Bulvarı’nda yürüyoruz. Gülüştüğümüzü ben kuruyorum muhtemelen. Bu öyküyü okusaydı caz dinelemeye gidişlerimizi, caza düşkünlüğümüzü de Yasin anımsardı. Bu şarkı çalıyorken kıkırdayamazsın, demiş miydim ona diye düşünür ama emin olamazdı.

Gönül’e anlatsam beni paylar. Okul günlerinde de sık sık yapardı. “Canım” derken, deyişinin güzelliğinden habersiz “kendine gel, canım” derdi. Kendimden epeyce uzak olduğumdan o günlerde Yasin’den söz etmemiştim ona, paylanmayı çok fazla hak ettiğimi de biliyordum. Derken bizi görmüştü ders çıkışı. Ne oluyor der gibi bakmıştı, oralı olmamıştım. Yasin çok güzeldi, ben ise düşüncesiz bir deliydim. İkinci cümleyi okumaya direnmekten daha acımasız olan onu yazmış olmak, diye düşünerek kendimi kurtarabilirdim belki. Gözüm hala ilk cümlede. İkincisinin ilk sözcüğü ödümü koparıyor. Melisa koku salıyor o esnada bir imdat gibi. Saate bakıyorum, gece ilerlemiş. Gönül’ü arasam diye kuruyorum. Gönül, desem ikinci cümleyi okuyamam. Gönül’ün uykulu sesi “ ne oluyor canım bu saatte” diye kınasa beni. Aldırmasam. İkinci cümle, desem. Gönül, “ canım geç oldu, git yat” derdi. Uysallaşsam. Sözünü dinlesem. Yatağa giderken beni sarsan yasemin kokusuna söylerdim: İkinci cümle adımla başlıyor.

 

Melek Ekim Yıldız

 




16 Aralık 2022 Cuma

Yön Bilgisi

tek bir cümle.

acıttı,

tohumladı, 

filizlendi.

doğu'sundaydım.

birkaç uzun saat

ılıttı.

Mey




21 Kasım 2022 Pazartesi

ŞEY GİBİ

Uyumuş uyanmışsın da her şey bitmiş,

fenası; o şeyler, yani bitenler bitişe yanaşırken

bir şey başlamamış gibi.

Uykunda bir şey her şey olmuş,

uyanıklığında bir şey hiç olmuş gibi.

Varlık - şey. 

Hiç - gibi.  



Mey




28 Ekim 2022 Cuma

UNUTTUĞUNU UNUTANIN HİKÂYESİ

 

Gözünü deliğe dayayıp gelenin kim olduğunu gördüğünde aklından peş peşe üç düşünce geçti: beni eve kadar takip etmiş. Verdiğini geri istiyor. Gözlerindeki hüznü büyütmüş. Geriye çekilip ne yapacağını düşündü. Kapıyı açacak mıydı yoksa evde olmadığını düşünmesini sağlayacak bir cevapsızlığa gömülüp,  geldiği gibi gitmesini mi umacaktı? Böyle olacağını daha onu ilk gördüğü anda biliyordu. Bildiğinin sıkıntısı kapladı içini. Çoğu geri isterdi ya, bunun isteyeceği, verdiği anda pişmanlıkla kıvranmaya başlayacağı en başından belliydi.  Hiç almamalıydım, diye geçirdi aklından ve elini kapı koluna doğru uzattı.

 

Buluşmaya on beş dakika gecikmişti. Beklerken saatine bakıp iki dakika daha, demişti ve sonra giderim.  Bakışlarını saatinden ayırır ayırmaz karşısında buluvermişti onu. O olmalı diye düşünmüştü geleni dikkatle süzerken. Nefes nefese, saçları rüzgârdan dağılmış; gözlerinde de hüzün var. Hepsinin olurdu. Hemen hepsi gözlerinde gizleyemedikleri büyük bir hüznü güçlükle taşıyarak ona gelirler ve acınası bir boşluk içeren bakışlara sahip olmuş olarak veda ederlerdi.  Karşısındakinin ağzından dökülen, özre benzeyen ama tam da özür olmayan sözlere dikkat etmemişti bu sırada. Sıkışmış trafik, gelmeyen otobüsler, yapmak üzere olduğuna ilişkin duyulan şüphe… Hepsinin benzer bahaneler kullandığını düşünüyordu ki, bu seferkinin sizi bir süre uzaktan izlemek istedim, dediğini duymuştu. Bu yeniydi. Yenilikle birlikte gelenin, eylemeye geldiğine hazır olmadığının farkındalığı da belirginleşmişti.  Eliyle az ilerideki kahvehaneyi işaret etmişti, vermeye hazır olmadığını ona nasıl anlatacağını düşünüyordu bir yandan da. Boş bir masa bulup oturuncaya dek her ikisi de konuşmamıştı. Bu iyi diye düşünmüştü. Genellikle çok konuşurlardı. Kaybetmeye can attıklarına dair söylenecek son sözler biriktirmiş olur ve birikimi akıtacak mecrayı bir an önce doldurma telaşıyla mütemadiyen anlatırlardı. Oturup karşısındakinin sessizliğine bakmıştı uzunca. Sessizlik izlenmeye alışkın bir edayla boynuna asılı gibiydi; içi sıkılmıştı bu izlenime. İzlendiğimi fark etmedim, demişti bundan hoşlanmadığını gizlemek istercesine gülümseyerek. Beriki yaptığında bir kötülük olduğunu düşünmüyor olmalıydı ki açıklama yapma gereği duymadan omuz silkmişti. Hemen yapabilir miyiz diye sormuştu ardından. Hemen yapabilir miyiz? Hemen yapamayız, diye atılmıştı. Yapamayız çünkü bunu gerçekten istediğinden emin olmalıyım. İkna edilmen mi gerekiyor, sorusunu hiç beklemediğini sonradan itiraf edecekti kendisine. İtiraz etmek istemişse de yalın gerçek buydu. Başını sallamıştı, evet ikna edilmem gerekiyor manasına geleceğini umarak. Sen bir anı alıcısısın ve bende de verilecek anılar var, daha ne, diye sormuştu beriki. Soru cümlelerinden ibaret bir kadın diye düşünmüştü alıcı içinden. Dönüşsüz bir durum olduğunu iyice anladığından emin olmak isterim açıklamasını sabırla yapmıştı. Çay mı içsek, diyerek sözünü kesişine sinirlenmişti sonra. Az ilerideki garsona iki çay diye seslenmiş ve kadına dönmüştü. Ondan yeni bir soru gelmeden aceleyle, bana bir neden vermelisin, demişti. Sende olanı almamı istenir kılacak bir nedene ihtiyacım var. Önüne bırakılan çaya şeker atıp karıştırmakta olan kadın, gözlerini bardaktan ayırmadan çayımı şekersiz içerim, diye karşılamıştı kendisini. Ardından çay kaşığını bardaktan çıkarıp arkasına yaslanmış ve gözlerini alıcıya dikmişti. Alacak mısın, sorusu gelmeden almaya karar verdiğini biliyordu kadın. Kendisi de almaması gerektiğini. Düştüğü kuyuya sevdalı bir hüznü taşımanın zor olup olmayacağını düşünmemişti bile.

 

Aktarım acılı olmuştu. Kadın şekerli çayı yüzünü buruşturarak içmiş, kendisine uzatılan eli tutmuş ve söyleneni ikiletmeden yaparak, gözlerini alıcısının gözlerine kenetlemişti.  Alıcı kendisini kaplayan ağırlıktan boğulacak gibi olmuştu;  bedeni durmak istediyse de durmamıştı. Yaptığını yapma konusundaki deneyimiyle bir aktarımdan daha sağ çıkmayı başaracağını biliyordu. Sonrasında sandalyesinde bir süre sessiz oturmuş ve sonunda bakışlarını kadından yana çevirip, gözlerindeki boşluğa bakmak istemişti. Kadın onu görmüyordu. Zihni silinmiş belleğindeki boşluğa şaşırırken, etrafının farkında değil gibiydi. Bu normal diye düşünmüştü alıcı yerinden doğrulurken, hep böyle olurlar. Çayların parasını ödeyip oradan uzaklaşırken kadına son bir kez bakmış ve boş bakışlarının arkasında parıldayan küçük, çok küçük bir acı taneciği gördüğünü sanmıştı. Yanlış gördüğüne ikna olması uzun sürmemiş, hızla oradan uzaklaşmıştı.

 

Şimdi, bu olan bitenden bir hafta sonra kadın kapısındaydı. Kapı kolunda tuttuğu eline bakıyor, tekrar etmeyen kapı ziline karşın kadının beklemekte olduğunu biliyordu. Alnını kapıya yasladı. Bekledi. Açmaması gerektiğini biliyordu, ilk başarısızlığıyla yüz yüze gelmemesi gerektiğini. Git buradan, diye fısıldadı. Kadın onu duyamazdı, bunu biliyordu. Art arda tekrar etti. Git, git, git… Bu sırada kapının ardında bekleyen kadının konuştuğunu, mırıldanır gibi bir şeyler söylediğini duydu. Kulak kabarttı duyduğu sesleri anlamlı kılmak için. Sebebini bilmediği bir acının içini kemirdiğinden söz ediyor gibiydi. Kahveden kaçarcasına uzaklaşırken, kadının gözlerinde gördüğünü sandığı parçanın bir sanı olmadığı anlaşılır hale geliyordu duyduklarıyla. Bağlamını kaybetmiş sızı, acı verici anılardan daha keskince yakıyor olmalıydı canını. Yine de kapıyı açamazdı. Açamazsın, dedi kendine. Açmayacaktı. Bu esnada kadının tekrar konuşmaya başladığını işitti. Dikkat kesildi. Açabilir miydi? Geri veremeyeceği bir şeyi talep ettiğini ona anlatabilir miydi mesela? Karasızlık içinde bekledi uzunca. Nihayetinde, duyduğunu duymamış olmayı dileyerek kapı kolunu çevirdi. Kapının önündeki kimsesizliğe şaşkınlıkla bakarken, kadından duyduğu son cümleleri düşündü.

 

Neyi unuttuğumu söyle, diyordu kadın. Hiç değilse bunu söyle. En azından neyi unuttuğumu…

 

 

 Mey  

                                                    Adriana Caruso



19 Mayıs 2022 Perşembe

HİKÂYESİZLERE HİKÂYE

 


                                                        Bir ihtiyar taşçı kayayı yontmaktadır.

                                                                                                    Nietzsche

İnsanlar hikâyeleri olsun isterler, bir hikâyeye sahip olmanın boşunalık duygusuna birebir olduğunu içten içe sezerler çünkü. Yatma vakti geldi yatağa uzandın, delik deşik uyudun, uyandın, bir önceki ile neredeyse birebir aynı yolu izleyecek başka bir güne daha başlayacaksın. Düşünmeyeceksin – düşünsen zor çünkü günü sürdürmek – eyleyecek, dişe dokunur bir şey söylemesen de dillenecek, işitecek, devinecek, günlük endişelerin peşine düşecek ve o yatağa geri döneceksin. Gördün mü? Boş! Hikâye arzusu burada devreye girer. Kısa, uzun, benzersiz, sıradan gibi görünse de aslında derin, kabuklaşmış bir yaranın altına gömülmüş, sizi sokakta yanınızdan geçen anlamını yitirmiş yüzlerden farklı kılan, yaşanmışlıklarım var diyebilmenizi olanaklı hale getiren, yüzünüze yalnızca sizin görebildiğiniz ince bir çizgi eklemiş, küçük – büyük fark etmez ama iyi bir hikâye.

Arayıştan önce fark ediş gelir. Tek tük gözüne çarpmaya başlar hikâyeler. Kimini seversin kiminde için burkulur, olmaz olsun böylesi dediklerini görebilmen uzun bir süre gerektirir. Onda var, bende yok! Şunda da var, e benim neden yok! Fark ediş, elinden bırakamadığın saçma bir oyun gibi daha fazlasını fark etme çabasını getirir beraberinde. Bölümü – level atlama da diyorlar buna - geçme! Daha iyisi, daha uzunu, dur bakalım daha kısa ama soluk kesici olan da var. Türlüsü, rengi, kokusu, bıraktığı izi ile benliğinde kazıntı hissini başlatmıştır bile. Ama bende yok! Açlık hissinin yarattığı etkiye benzer. Sıralama aynı:    

                                       

İhtiyaç – dürtü – güdü – davranış – doyum ( ? )

 

Son basamak öyle kolay gelmez. Doyum olmazsa süreç başa döner. Sonsuz bir bengidönüş açlığı azdırır.  Biliyorum. Öğrendim çünkü. Şimdi benim söylemine bilimsel kavramlar ekleyerek satışı garantilemeyi amaçlayan bir satıcı olduğumu düşünmeye başladınız. Haksız sayılmazsınız ama çok da haklı değilsiniz.  

 

Haddinden fazla hikâyem vardı. Ki bu beni hikâyesiz birine denk kılıyordu. Elbette bu denkliği fark etmem çok uzun sürdü. Zihin değil Çıfıt çarşısı. Ne yana düşünsem başka bir hikâyeye çarpıyordu zihnim. Sonrası kilitleniş. Yaşamayı dışarıda bırakan bir kilitlenişten söz ediyorum burada, ciddiye alın! Gereksiz çokluk ve yokluk aynı şeymiş demek. Yoksullar içinde tuhaf bir varsıllık ki beni diğerlerinin arasından çekip farkında olmadığım bir verme arzusunun peşine düşürüyordu. Onda yok, şunda yok, bunda da yok. Bende çok. Hikâyesizleri görmemle hikâyesizlerin de beni görmelerini beklerdim ama ruhları bile duymamıştı. Şurada, eli kolu, cepleri, dilleri, zihni hikâye taşan biri var demediler, kendi boşunalıklarına yansalar da yanmasalar da fark etmediler. Bu körlük başlangıçta canımı çok sıksa, şaşırmama, hayret etmeme neden olsa da, dedim ya hayatımın cömert olma aşamasındaydım ve paylaşmaya çoktan hazırdım. Sonuçta hikâyeleri yazıp sağa sola saçmaya başladım ki ihtiyacı olan bulsun ya da hikâyeler gereksinimi olana yapışsın. Çok ilginç! Bulunan veya bulan olmadı. Çaresiz hissettim tabi, anlamaya çalışmak çok olanın daha da çoğalmasından başka bir sonuç vermedi. Sorun insanlarda değil de hikâyelerde miydi, telaşına düşmem olay örgüsünün gereğiydi. Bu çok zor, çoğun umut kırıcı, şüphenin rahatsız edici sularında yüzmeyi gerektiren çaba yıllarımı aldı desem yanlış olmaz. Her birine tek tek bakmak, bu gerçekten bir hikâye mi sorusunu kaçınılmaz biçimde sormak; nelik, kaynak, sınır, ölçü sorunlarıyla boğuşmak derken işin içinden çıkamayacağımı düşünecek gibiydim. Düşünmedim ama. Hikâyesizlerin bir hikâyeyi tanıma ve kendisine sunulduğunda alma konusunda yetersiz ve beceriksiz olduklarını iddia etmek gibi kolaycı bir yol da seçmedim. İnsan doğasına gitmeyi akıl etmem kardeşimin tamamen bu bağlamın dışında kurduğu bir cümlenin sonucunda akıl edebildiğim bir şey oldu. “ Veriyorsun almıyorlar, illa elini ceplerine atacaksın o zaman kıymete biniyor verdiğin” demişti tümüyle sorunumla ilgisi olmayan sıradan bir konudan söz ederken. O an aydım ama kabullenmek zor oldu. Hikâyeler nesne miydi ki? Nesneydi, değildi derken epey bir zaman daha geçti. Çare, hikâyelerimden birinden geldi: Özneye dönmek. Özneden çıkar oysa hikâye değil mi, çıkışı varış yapmak, demek ki deva. Parlak bir fikir gibi görünen bu klişe, kendi sorunlarını da beraberinde getirdi elbette. Aksi olsa şaşardım! Kendisi çıkış yapılacak özne ile varılacak öznenin aynı özne olması şart mıydı, örneğin? Birinden çıkıp diğerine varmaya kalksam genel bir “insanlık durumu” yaratmış mı olacaktım yani? Varmaya değer özne hangisidir, gibi sorulmaması gereken sorular da varmış meğer. Bir yerde “ Ah!” diyecektim, bu kaçınılmazdı. Ah! Oysa “ an” demeli insan. Çıkmak ve varmak söz konusu olduğunda ise “an”ın ne denli uzun bir süreyi içine alabileceğinin öğrenimi için yaşım geçkince gibi geliyordu bana. Ah ve an ikileminde, çıkmak ve varmak arasında bellemek ve unutmak duruyordu. Her ikisinde de iyi değildim, hikâyelerimi bilenler bilir. Berbattım. Bellerken de bellediğimi unutmaya çabalarken de. Bundandır ki an ve ah’ın birbirine girdiği o umutsuz yaşamalarda “ biri olsa” diyordum – ki umut arayışıydı – “ birisi olsa ve şuradan bir hikâyeyi şartsız pazarlıksız kendinin kılsa”. Bir birisi bile yok muydu, diye soracak olan olursa yok’la hiç’in özdeş olmadığını söyleyecek dermanım yoktu. Kimseyi kandıramayınca kendini kandırıyor insan.

Hikâye iyilik midir? Bir hikâye ile iyilik özdeş olabilir mi? Denize atılmış iyilikler gibi, ardı sıra ne olduğunu, ne olacağını, kime varacağını dert etmeksizin bırakılabilir mi hikâyesizlerin geçeceği yol üzerlerine?

 Düşünmeden evetlediğim ve sonrasında da evetlemekte tereddüt etmeyeceğim sorular sormaktan vazgeçerek tasarruf edeceğime inandığımdan neyim var neyim yok döktüm denizlere. Kıyıya vuranlar, dibe çökenler, bir düşün orta yerine yapışanlar, balıklara yem olanlar, balıkların midesinden insan sofralarına meze duranlar. Hepsi benden, hepsi bende.

Geçerken duraklayıp bakacak gibi olanlar için hazırda söz: “ nasıl bir şey bakmıştınız?”

 

Mey

 

 


13 Mart 2022 Pazar

NOCTURNE 20

 

Çiçeğe dokundu. Plansızdı. Planlamış olsaydı, belki de bu kadar beklenmedik; beklenmedik olduğundan da şaşırtıcı, şaşırtıcı olduğundan da akışı birden kesen; akışı birden kesişinden de sarsıcı olmazdı. Plansızlık ona göre olmasa da, bu kadar kendiliğindenlik başka bir zaman olsa onu huzursuz edecek olsa da bu kez ne huzursuzlandı ne de huysuzlandı. Temasın ne kadar sürdüğünü söylemek zor. An veya anlar toplamı. Geçen süre umurunda değil şimdi. Parmaklarının ucunda minik bir alazlanma, alazlanma yüzünden belki teninde belli belirsiz bir elektriklenme duydu. Benzer bir duyum anısı aradı belleği hızla. Bulamadı ilkin. Bulamayış anı, benzersizlik heyecanını tetiklemiş olmalı ki içine çektiği havayı bırakacak yer yokmuş gibi ciğerinde bir sızı ile kalakaldı. Parmakları istemsiz hareketlendi ve kadifemsi yaprağın üzerinde kısa bir gezinti geldi peşi sıra. Parmaklarının baskısıyla titredi mor yaprak, bakan olsa göremezdi öyle yokmuş gibi. Belleğinin puslu bir yolda pusu ve karanlığı delerek ilerlediğinin farkındaydı ama dikkati çiçekteydi şimdi. Belleği boş verdi. Bir kez daha hareketlendirdi elini. Bu kez tek parmak: Serçe parmağı. Usul bir dokunuş. O an buna temas denmeyeceğini fark etti. Tek yanlı çünkü. İkinci farkındalık teninin altındaki hassaslığa biraz daha baskı uygulama arzuna ilişkindi. Her arzu gibi az çok vahşiydi. Tuttu kendini. Rengini düşünmek işe yaradı. Mor ama çok belirgin değil. Soluk neredeyse. Lila mı diyorlardı buna? Leylakların rengini andırıyor ama parmağının ucunda titreyenin leylak olmadığını biliyor. Elini çekmeli mi? Bu izinsiz dokunuşun verdiği hazzı az daha uzatmalı mı, kararsız kaldı. Koku araya girmemiş olsa kararsızlık uzardı. Kokuyu aldı ve belleğinin hızlıca devimini duydu. Duyumsal bellek devrede. Sesleri, tatları, dokunuşları anımsamaktan daha kolaymış kokuyu anımsamak. Bir yerde okumuş olmalı bunu. Çiçeğe dokunmayan eliyle alnını sıvazladı önce, sonra parmaklarıyla hafif bir tempo tutturdu. Cılız bir melodi canlandı parmaklarının vuruşunda. Daha baskıcı daha sert. Çiçek büzülmek ister gibi hareketlendi serçe parmağının altında o anda. Dillense, bırak artık diyecek gibi. Hazır olduğumda diye düşündü. Henüz değil. Şimdi değil. Tam şu anda değil. Kokuyu tanıyacak gibiydi. Cılız duyumsal dilin yaklaşıp uzaklaşışı alay edilmiş gibi içerlemesine neden oluyordu. Tanım için, daha doğrusu tanıma için gereken sözcüklerin eksikliği büyük bir yoksunluk şimdi.  Düş kırıklığı ile iç geçirse yeri. Yapmadı. Hafifçe titredi bir şey. O veya çiçek. Hemen adlandırdı: Titrek an. Ansızın yağmur indirmiş, içinden buz gibi bir düşünce geçmiş, içtiği soğuk su dişini kamaştırmış, burnunun ucuna bir kar tanesi değmiş gibi. Belli belirsiz ve şiddetli bir titreyiş. Onda veya çiçekte. Hangisinde, sorusunun bir anlamı varsa da, o anda anlam arayışının yeri yok. Geri bas zihin, dedi. Dilsiz alışverişin keyfini sürmeye henüz başlamışken aklı buyur etme mahal yok.

İnsan dış dünyayı zihninin yapısına göre şekillendirir; algılarını biçimlendirir, diyenleri biliyor. Bu bilgi onda. Bilgi istemiyor şimdi. Duyumsama aşamasında kalsa iyi, bunu anlıyor ve bir kalkan arayışıyla etrafına bakınıyor. Bu büyük bir hata. An’a fazladan nesne sokmak, gereksiz ayrıntıları dâhil etmek olan bitene genişlemeye, genişleme de sözcük arayışına, sözcük arayışı da nihayetinde bulmaya, bulma da yordama çabasına neden olacak. Gözlerini kapat, diyor panikle. Derhal kapatıyor paniğine itaat ederek. Ses yükseliyor. Şaşırtıcı. Piyanoydu, keman nereden çıktı, diyor çiçeğe. Çiçekten cevap umacak değil, eli yanına düşüyor. Kulak kesiliyorlar. O ve çiçek. İçinden bir “ hııımmmm” nidası peyda oluyor. Hayretle karışık bir hazla yükseliyor nida. Çiçeğe kıyamadığından alt dudağını dişliyor.

Çiçeğin yanında uzaklaşmadan hemen önce, “ her sabah bunu dinleyelim “ diyor. Günü kabul etmeden hemen önce. Sen de dinle. Gözlerini uyanıkla zorladıktan hemen sonra. Sen de dinle. Sesi belleğine, an’ı cebine atıp uzaklaşırken çiçeğin kırmızı olduğunu görecek halde değil.

Melek Ekim Yıldız





5 Kasım 2021 Cuma

KURULMAMIŞ SORULARIN UYDURULMUŞ CEVAPLARI

 

Kendisine ardı ardına soru soran yüzlere baktığında ve cevaplara – yani gerçekle uyuşan cevaplara – sahip olmadığını fark ettiğinde A. gülümsedi. Çünkü bazen yapılabilecek tek şey gülümsemektir. Bir gülüşün onlarca farklı anlama gelebileceğini biliyordu elbette ve cevapsızlığına kızmaktan çok haklı çıkmanın kibriyle yaklaşmaya hevesli sorucuların hoşuna gitmeyeceğini de. Önce gülümsedi, ardından “ durum iyi değil” diye düşündü. Düşünmesiyle bir başka gülümseme hazırlığı daha peyda oldu yüzünde. Düşünme, konuş! Bunu, kendine söyledi. Dışarıdan bakılsa sinirlerinin bozulduğu izlemine kapılmak işten değildi: Sinirleri boşaldı, sırıtıp duruyor.

 

“ Seni bekliyoruz A.” dedi sağ baştaki kadın. “ açıklamanı duymaya can atıyoruz” eklemesi saklamaya gerek görmediği bir küçümseme içeriyordu.

 

Büyüksemeye tercih ederdi A. küçüksemeyi. Küçükseme, haksız çıkarma arzusunu getirir, sizi harekete geçirirdi. Büyük görmek ise karşı tarafın ummadığı hayal kırıklığını garanti ederdi. Siz dururdunuz, büyükseyen düşerdi. Küçümseyen sindirmenin keyfini büyütendi öte yandan.

 

Sinmiş değil, sadece gülmüştü. Daha da gülesi vardı beteri. Yüz boyunca genişleyecek ağız, “ açıklamam yok, böyle olduğu haliyle” der gibi küstah, “ kendi boyutumdayım”ı ima edercesine aldırmaz görünecekti. Öyle de oldu.

 

Kıpırdanmalar, diğerlerine anlamlı bakış atmalar belirginleşti. Adamlardan biri hafifçe öksürdü, mesaj vermek ister gibi. Sarışın kadın parmaklarını saçlarının arasına daldırıp duruyordu. Odanın havası ağırlaşırken, uyku bastırmış gibi esneyen soru sorma konusunda diğerleri kadar hevesli olmayandı. A’nın tebessümündeki uçarılık, sözü en fazla geçiyor gibi görüneni en çok rahatsız etmişti belli ki. “ biraz ara verelim” dedi rahatsız. Bunu bekliyor olmalılar ki aniden ayaklandılar. Kısa sürecek bir karmaşa yaşandı; çekilen sandalyeler, fısıldaşmalar, çıkışa ilk ulaşmak için acele edenlerin itişi kakışı dakikalardır tek düze bir havası olan bu kasvetli odayı bir an için katlanılabilir kıldı. “ Sen de yüzünü yıka” dediler A’ya. Oralı olmadı. Odayı terk edişlerinin yarattığı küçük çaplı kaosu hayranlıkla izledi. Çıkanlar çıktı, A. Odada kaldı. Herkes çıktıktan sonra kapanan kapıya dikti gözlerini. Sonra bir şey hatırlamış gibi silkinip, ellerini gülümseyişini korumak ister gibi nazikçe yüzüne kapadı.

 

Boşalan odanın ağırlaşmış sessizliği dikkatini dağıtmasaydı cevapları düşünme fırsatı olabilirdi. Daha önce düşünülmemiş gibi, daha önce düşünülmediği şekliyle. Cevapları değil soruları düşünmeliydi belki de. Düşünmeyip hatırlamak da bir çözüm olabilirdi. Belki.

 

İyi bir sorunun cevabı değil, cevaptan sonra gelecek – ki soru iyiyse getirmeliydi – yeni soruların önünü açması gerektiğini hatırlamalıydı örneğin. Hatırlasa da zihni hatırladığının – felsefi bir klişe olduğu için – reddederdi. Olmadı. Başka bir deneme: İyi bir sorunun tüm zamanlar için “ soru ” olarak kalabilmeyi başarması gerekirdi ki, tekrar tekrar başka zihinlerce de sorulsun. İki etti: Felsefi klişe! Hiç sormamış olmakla çok fazla sormuş olmanın aynı kapıya çıktığını hatırlamalıydı belki de. Ya da soru üstüne düşünmekten vazgeçmeliydi.

Gidenler dönmedi.

Son bir saat içinde sorup durmuşlardı peş peşe oysa.

Oturduğu sandalye bozması koltukta kıpırdandı. Sıkılmış mıydı? Yok, dedi A. Sıkılmadım. Öyle ya bunalmış olsaydı istediklerini verir; sordukları, sormadıkları, sormayı akıllarına dahi getiremediklerinin cevaplarını sıralar, yoluna giderdi.

-          Görür görmez tanımadım!

-          Okur okumaz anladım!

-          İşitir işitmez, unuttum!

-          Dokunur dokunmaz lal oldum!

Tüm cümlelerin sonuna ( uysa da uymasa da ) ünlem koy, konuyu kapat. Ünlem cümlelerinin doğruluk değeri yoktur, belki de bu odadan kurtulmanın – herkes için kurtuluş – yolu budur. Doğruluk değeri olmayan cümlelere en az onlar kadar doğruluk değeri olmayan cümlelerle karşılık verdin mi, soran da cevaplayan da kısır bir döngünün içinde debelenip durur.

-          Ne anladın?

Anlamak; anlam vermenin, sunulanı veya olanı yahut olmayanı zihninde şekillendirmenin sonucudur. Zihnin yapısı belirleyicidir tam da o noktada. Felsefeciler buna duraksamaksızın konseptüalizm, derler. Aristoteles’ten Kant’a uzanan dikenli bir yolda yeşillenmiştir. Söz sizden çıkmadıysa, anlam, sizden çıkmamışın zihninizde bir karşılığının olması koşuluna bağlıdır. Demek ki vardı. Karşılık. Gözlerim sözcüklerin üzerinde gezindi, zihnim karşıladı. Ne anladığım ise bende.

 

-          Nasıl oldu da tanımadın?

Anladığına benzemeyeni tanımıyorsun. Basit. Anladığın sende, tanıman gereken zihninin dışında. Anlam gerçeğin karşısında güdük bir çaba nihayetinde.

 

-          Bir deneyim unutulabilir mi?

 

İnsan kendi zihninden utandı mı , ya kızarır ya unutur ( p V q ): tikel evetleme. Bende başından beri her şey tümel evetlemeydi ( p Ʌ q )

-          Niçin durmaksızın bağırıyordun?

Sormamak veya durmaksızın sormak. Bir ve aynı. Lal olmak ve durmaksızın bağırmak da öyle.

 

A., memnun yaslandı arkasına. Sorucular dönmemişti. Sorucular dönseydi, cevapları hazırdı. Kurulmamış soruların uydurulmuş cevapları.

beklemeyi sürdürdü A. Çünkü cevapları hazırdı. Unutmamak için içinden tekrar tekrar geçirirken o cevapları, gözlerini kapıya dikip bekledi.

 

Melek Ekim Yıldız