En güzel hikayem'e, Ada'ya...
Yüzün gülmüyor, şikayetine hak verdiğinden zorluyorsun. Gerilmiş ağzında zoraki bir yayılış.
Neden, diye soruyor. Dermanın yok ya, o iri gözlerdeki saflığa kıyamıyorsun.
Nasıl anlatsam?
Nasıl anlatılır?
Anlatmalı mı?
İçindeki griliği karartan bu kifayetsizliğin kaynağı kuruyup gitmedikçe... Söz'e dökülen kadar dökülemeyenin de bir ağrı oluşu ekleniyor bir işe yaramayan bilmeler hanesine.
O sıra çıkarıyor ardında bir yere gizlediği tuvali.
Bak, diyor gururla. Ben yaptım.
Bakıyorsun.
Bir daha.
Daha bakıyorsun.
zorlanmadan gülümsüyorsun en güzel hikayenin hikayesine...
Mey
Ada Melekoğlu
31 Mayıs 2014 Cumartesi
29 Mayıs 2014 Perşembe
Bizi Taşıyan O Duman...
Bizi taşıyan o duman, taşı yerinden eden sopanın ve gökyüzünü açan bulutun kız kardeşiydi.
Küçümsemezdi, olduğumuz gibi kabul ederi bizi; çenelerinde bir sürgü, bakışlarında bir dağ, umut ve şaşkınlıkla beslenen ince dereler gibi...
Rene Char
Küçümsemezdi, olduğumuz gibi kabul ederi bizi; çenelerinde bir sürgü, bakışlarında bir dağ, umut ve şaşkınlıkla beslenen ince dereler gibi...
Rene Char
Gerçeğin Katli...
Birine gerçeği söyleyemiyorsanız, onu öldürmeniz gerekir Oscar Wilde'dan bu yana, diye yazmış bıraktığı notta ve kayıplara karışmış; söyleyemediğini kentin kalesinin burçlarından aşağı bırakmadan az önce...
Mey
Mey
28 Mayıs 2014 Çarşamba
Öyküde…
Bir öyküyle bir araya geldiniz yani, diye sordum. Çok anlaşılmaz bir şey değildi, yine de
sordum. Şaşkınca baktığını görünce tespitin ya da sorunun hatalı olduğunu
anlamıştım ya, o daha hızlı davranıp düzeltti:
Hayır, dedi. Öyküyle bir araya gelmedik; öyküde bir araya
geldik.
Şaşırmanın adresi değişmişti. Sorar gibi baktım. Bir an durdu.
Nasıl anlatabileceğini düşünür gibi
kaşlarını hafifçe çatmıştı.
Yeni bir öykü fikri dolanıyordu zihnimde, diye anlatmaya
başladı. Metindeki karakterlerden biri için bir modele ihtiyacım vardı. Onu seçtim.
Ne demek onu seçtim, diye araya girdim. Güldü.
Bazen öyle yaparım, dedi.
Öyküye alacağım kişiyi gerçeklikten seçerim. Ama sadece gözlerimin
önünde bir yüz belirsin diye, dedi çabuk çabuk. Soluklandı. İşte o yüz
karakterin içini doldurmama yardım eder.
Sonra, diye sordum. İlgimi çekmeye başlamıştı anlattıkları.
Neden yaptım, bilmiyorum, dedi. Hiç yapmam oysa - kendimi de ekledim bu kez öyküye. Anlattıklarını
anlatmak hoşuna gitmiyormuş gibi bir tını yakaladım sesinde. Böylece o öyküde
bir araya geldik ilk, diye devam etti.
Ne oldu peki, diye sordum.
Çok güzel oldu, dedi gülerek. Yani öykü güzeldi. Öyküde olmaktan,
olmasından mutlu olmuştum. Kendimi neden durduracakmışım ki, hem kime ne zararı
var diye düşünüp bir iki öyküye daha ekledim ikimizi.
Hikâyesi giderek enteresanlaşıyordu. Bir şey dersem,
anlatmaktan vazgeçer korkumdan sessizce devam etmesini bekledim.
Ardından, diye sürdürdü. Bir, iki öykü oldu mu sana on,
elli, yüz. İkimizi söz’ün içine hapsetmekle kalmayıp, bunu devasa bir tutkuya
dönüştürdüğümü fark ettiğimde iş işten geçmişti. Beteri bir süre sonra fark
etti. Karakter olanı değil, diyerek güldü. Sahicisi, benden çıkmış ne varsa
içinde olduğunu anladı.
Ne yaptı anladığında, diye sordum kendimi tutamayarak.
Razı oldu, dedi.
Cidden mi, diye soruverdim inanmayarak. Başını salladı,
yüzünde kendisinin bile bir öyküde anlatamayacağı bir tebessüm oluşmuştu.
Orada olmayı sevdi, dedi. Orada olmasını sevdim.
Bunun ne zararı var, sorum üzerine biraz düşündü.
Emin değilim, dedi. Ellerimle kurduğum bir haksızlık, bir
olmazlığın tüm hayatımıza yayılmaya başladığından endişe ediyorum belki de. Düşündü.
Emin değilim ama, dedi. Hiç olmayabilirim de.
Eee, dedim. Anlatmayı sürdürsün istiyordum.
E’si, dedi. İçine almadığım her öyküde kaybolup gidecekmiş
gibi geldiğinden yazmak da oradaki varlığı da bir tür deliliğe dönüştü. Kendimi
ve onu özgür bırakmam gerektiğini düşüncesini göz ardı ediyor, onun da bu
deliliği bölüştüğüne ikna olmanın yollarını buluyordum.
Konuştunuz mu bundan, diye araya girdim.
Hayır, dedi. Tek kelime bile.
Sonra?
Sonra, dedi. Akıllanayım dedim. Bizi reddedecek bir gerçekliğin varlığı
ayandı. Kurtulsun istedim.
Ne yaptın, diye sordum. Merak, ikide bir araya girmeme neden
oluyordu.
Çık dedim, diye cevap verdi.
Zor olmuştur, diye yorumladım. Başını salladı ‘zordu ‘
manasında.
Ne oldu?
Güldü. Güzel, ancak tanık olunarak anlamı kavranabilecek o
gülüşlerdendi.
Çıkmadı, dedi. Çıkmayı reddetti. Ondandır ki öykünün içindeyiz. Hep.
Tuhafmış, dedim duyduklarımın gerçekliğine pek ihtimal
vermeden.
Öyle, diye yineledi. Tuhaf…
Mey
Betina la Pante
Keşkeler Listesi...
Yazgısı akla teslim
bir duyuşun korkağı olmuşluğumuzun utancını gizleyecek bir
sota bulabilseydik.
Bütün ya da hiç. Razı olurduk yarımlıktansa. Böyle…
Mey
Seanen Middleton
Seni Günlere Böldüm...
Seni günlere böldüm, seni aylara
Daha yıllara, yüzyıllara böleceğim
Ve her zaman söyleyeceğim ki beni anla
Böyle eskitilmiş de olsa bu kalbi
Minesi çatlamış bir diş gibi durduracağım karşısında.
Şiirler söylenir, şiirler biter
Biz bu sevdayı neresine sakladıktı sen ona bak da
Kahverengi avuçlarına mı gözlerinin
Tam oradan mı kahverengi yağan bir aydınlığa.
Bütün günler yenileşir her bekleyişte
Ve bütün dünler, bütün geçmişler
Kapını açarsın ki bir de, hiç kimseler yok
Çaresiz, benim sana gelişim de hep böyle.
Dün akşama doğru turuncu bir bulut geçti
Sonra bütün bulutlar hep birden geçti
Anılar, anılar, belki hepsi bir kelime...
Edip Cansever
27 Mayıs 2014 Salı
His…
İçimde kötü bir his var, dedim. İçimde kötü bir his vardı.
Bunu yüksek sesle söylersem azalır, diye düşündüm.
Seni kim duyacak, sorusunu es geçip içimdeki hissin; şu
çekilirken alacalanan güne, az önce sularını verirken yapraklarını okşadığım
beyaz karanfille küpe çiçeğine, birer ikişer seslerini duyurmaya başlayan gece
ötücülerine, dolma kalemden bileğime bulaşmış mürekkep lekesine; sahipsiz
kalacağını bilerek yazıp bir köşeye attığım mektuba, zihni ikna etmeyi kalbi
etmekten üstün tutuşuma, kendi sesimi duymaya tahammülsüzlüğümden bütün gün
çalan telefonları açmayışıma; unutursam korkusuyla kalbime, zihnime, en
sevdiğim kitabın iç kapağına ve acı yeşil cildi olan o defterin ilk sayfasına
not düştüğüm o kısacık şiire; yüzlerce öykücüğün arasına gizlediğim o ada
değmeyeceğini bilerek;
içimde kötü bir his var, dedim. Vardı. O his...
Mey
Söz Verilmiş Hikaye...
Olmayabilirim ve olmayabilirsin, dedim giderken.
Hikayesiz kalmayacağız hiçbirimiz.
ne sen,
ne ben,,
ne de hikaye...
Mey
Piet Flour Senior
Hikayesiz kalmayacağız hiçbirimiz.
ne sen,
ne ben,,
ne de hikaye...
Mey
Piet Flour Senior
26 Mayıs 2014 Pazartesi
Düş Dağıtıcısı ile Masal Kurucusu…
Düş dağıtıcısı ile masal kurucusunun yolları nerede kesişir,
diye sordu.
Yapma, dedim. Ne gereksiz sorular bunlar!
Cidden, dedi. Düşün hangi gerçeklik buluşturur onları?
Düşündüm. Hangi gerçeklik? Hangi? Gerçeklik?
Hiçbir gerçeklik kabul etmez onları, dedim sonunda işin
içinden çıkamayarak.
Yanılıyorsun, cevabını yapıştırdı.
Nedenmiş, diye itiraz ettim. Madem cevabı biliyorsun; sen
söyle o vakit!
Bir büyük gitme’de buluşurlar, dedi. Boş bakışlarıma aldırıyor gibi değildi. Kısa bir duraklamanın ardından ekledi: Teselli için.
Neyi teselli, diye sorarken alacağım cevaba, bir şarkıyı
siper etmeye başlamıştım bile.
Gerçeği, dedi.
Gerçeği, diye yineledim onu. Neyse ki bir şarkının teselliye
ihtiyacı yoktur, diye düşündüğümü ise söylemedim. Düş dağıtıcısı ile masal
kurucusunun bunu kendi başlarına keşfetmeleri gerekecekti. Onlardan yana
umutluydum. Gerçek ise umurumda değildi…
Mey
Sarah Lawrie
Usul…
Birden olmamıştı. Aniden değil.
Usuldu. Ayaklarında sesi yoktu. Duyulmadı.
Birden değil. Akmaya meyilli sular gibi geldi. Görülmedi.
Öyle değil, aniden değil. Bahçedeki ağacın aniden
çiçeklenmesi gibi değil.
Geldi. Kime ait olduğu belirsiz’i aldı ve gitti.
Ona daha çok yaraşırdı;
sessizliğine,
sezdirmezliğine. Aldığının yerine bıraktığına razıydım.
Sesimi çıkarmadım. Gitti…
Mey
Jone Reed
Kanlı Masal...
Aklım, haklıyım, et firarını!
Ovdun ve okşadın beni
Çıktı içimdeki cin;
Ondan ölümümü diledin.
Mayıstı.
Seni o yüzden bağışladım!
Ben en çok mayısta su içerim
Derinim balık kaynar derinim kanımı kaynar
Ben en çok mayısta öne eğerim başımı
İçimden felçli bir göçebe gökyüzüne bakar.
Avuçlarımda yaralı kelebek taşımayı
Mayısta öğrenmiştim;
Ve teraslarda bach dinlemek en çok mayısa yakışırdı
Ve kim bilir
Mayıs artık en çok senin tanrılarına yakışır
Tiril tiril bembeyaz bir giysiyle
Rüzgârda ayakların çıplak
Öyle başın öne eğik yıllarca o boş terasta durmak
Kartpostallardan tanıdığın bir şehri düşünmek gibi
Bir yaraya kabuk olmayı kabullenmek gibi
Eksik, yarım, farkına varmaktan kaçınılan
Tam
Tam yaza girecekken
Yazın omzuna yüzünü dayayacakken
Çekip giden
Ayaklarının altından o son sığınak terası da
Acılarının veliahtı bach'ı da çekip
Gitmiştir işte, yalnızca gitmiştir
Yani.. Anlıyor musun.. Mayıstı..
Seni o yüzden bağışladım!
Bir sesim vardı gölgenden ikmale kalan
Biliyorum, büyük çocukluktu birbirimizi sevmemiz
Cesaret işiydi, delikanlıcaydı,
Bu korkunç sevgide
Yanlışlarımızı yeniden keşfedişimiz
El deymemiş yalnızlıklara kalkışmamız
Yalnızlıklarımızı değiş tokuş etmemiz
Bu evcilik oyununda bile duldum
Hatırla
Sana dizlerimi
Sana tabi bileklerimi ve topuklarımı sundum;
Çevirdikçe bedenini ruhunun radyo dalgalarında
Cazdı, bluesdu, klasik kemandı, klasik aştı
Boktu püsurdu
Hatırla, senin gözlerin çokulusluydu
Senin gözlerin ham kadınsızdı
Çamurdandı
Ağzımda getirdiğim karsuyunu
Kalbine kaçırdım! ovdun ve okşadın beni
Çıktı içimdeki cin
Yatağa döküldü
Yatağıma döküldün
Yatağına döküldüm
Ve ben bu sonsuz savruluşta
O gece
Bütün eski sevgililerimden ince ince söküldüm!
Senin oldum!
İhanetinle pislenen küçük dolaşımımdaki kanla
Karalar çekerek ölümsüz kirpikdiplerine senin
Senin mahşer atlısı dudaklarına
En çok da dudaklarına sokuldum!
Üşüyordum,
Üstüme doğru çekip o kedi dudaklarını
Bir tay sığınırmışcasına anasına
Bana ölünle uyudum! anlıyor musun.. İşitiyor musun..
Cesedine yeni baştan hayat verebilmek için
İhtiyarladım.. İhtiyarladım..
Ben zaten kendimi aşklarda
Hep kalkışılınmış müthiş intiharlarla yaraladım!
Koştum sürekli
Bir hüzünden bir tersliğe dokunarak koştum
Bazı sevdalarda hafızasını kaybeder ya insan
Telaşlanır, ağlar
Babasını sorar çevresindekilere
Öldüğünü bildiği halde
Adını unutur, yolunu kaybeder oturduğu evin
Bir titreme gelir yerleşir ya ortasına mayısın
Bir dikilir bir çöker ya
Kalbine secde eden intikam
Tam
Tam yaza girecekken
Yaza bir ekmek bıçağı tutuşturacakken
Sapı plastik kötü bir ekmek bıçağı
-geri döner.. Döner değil mi.. Diye
Birkaç kırık sözcük.. Buruşuk..
-öldürürüm o zaman, kurtulurum.. Deyip sustuğun
-kaçarım sonra, kimse sormaz.. Deyip yığıldığın
Nisandan hazirana doğru bir su kayakçısı
Gibi süzülürken mayıs, ah bach!
Ah benim bir kangurunun cebine yerleştirdiği yavrum!
Talanım! artanım! eksik kalanım! yarım kalanım!
Nasıl yedirirdim ihanetini kendime
O dev hisle sen mayıstın ben mayıstım
Her şey ama her şey el ele mayıstı
Seni o yüzden bağışladım!
Uzanıp topraktan çıkarttın beni
Tozumu sildin, hohladın, parlattın
Ovdun ve okşadın beni
Çıktı içimdeki cin;
Ondan
-gidecektin, mecburdun, hepsi gibi-
Affını diledin.
Mayıstı. Mecburdum.
Seni o yüzden bağışladım!
Küçük İskender
25 Mayıs 2014 Pazar
“ Uyuması İçin Birine Şarkı Söylemek İstiyorum…”*
Apartman boşluğu ya da komşu dairelerden birinden geldiğine
ikna olmaya hazır olduğun mırıltının kaynağının, evinin dışı olmadığını başından
beri biliyorsun. Yine de, kabullenmek istemedin ilkin. Neden edecekmişim ki,
diye düşündün. Gözle görülür bir şey yok. Yalnızca çok uzaktan geldiği
izlenimini verecek kadar kısık, mırıl mırıl bir ezgi. Kaynağının göze görünmezliği
ile sinir bozucu, susmazlığı ile de işgalci bir ses. Belki bir tür sanrıdır,
düşüncesi ile kendinden şüphe duymana neden olmuşluğu ile de kızgınlık
nedeniydi. . Ne ezgi tanıdıktı ne de sesin sahibi.
Sinir bozucu!
İşgalci!
Kışkırtıcı!
Kızdıkça bu sözcükleri öfkeyle savuruyordun evinin
boşluğuna. Mırıltı, ya duymuyor ya da oralı olmuyordu. Hakkını vermeye kalksan,
ezginin güzelliğini teslim etmen gerekirdi. Coşkusu da eksik değildi hüznü de. Ara
ara neşeleniyor; mut dolu bir şeyi vaat ederken birden durgunlaşıp yürek
karartıcı bir umutsuzluğun altını çiziyordu. Gözü kara bir yanı vardı, öte
yandan feci korkuyor gibiydi. Aklı eserse, hiç olmamış gibi yokluğa
karışacağından dem vurup; işgalci, sinir bozucu, kışkırtıcı diyerek
nidalanmalarına meydan okuyordu.
Var mısın, diye soruyordun kiminde kendin de şaşarak bu
yaptığına.
Var’ız, yanıtıyla kafan biraz daha karışıyordu.
Nesin, sorusu ise çoğun yanıtsızdı.
Hiç kanıksamadın ama kabullendin oluşunu. Ezgiyi. Mırıltıyı.
Günü ve akşamı sona erdirip, geceye doğru ilerlediğinde
zaman ezgi de sakinliyor, göz kapaklarının ağırlaşması gibi yavaşlatıyordu
kendini. Uyanarak yitirmek istemeyeceğin bir düş’ün çerçevesini çiziyor, içini
doldurmayı sana bırakıyordu. Bilincin daha derinde saklanan senle yer
değiştirmek üzereyken, ezgiye de onu mırıldanana da düşkün olduğunu itiraf
edecek gibi olduğunu fark edip uykuya direniyordun. Açılmış gözlerin, mırıltıyı
bir an için sersemletiyor; ardından daha kararlı bir sese dönüşmesine neden
oluyordu.
Susmayacak mısın, diye çıkışıyordun ikinizin de sahte olduğunu bildiğiniz bir edayla.
Sen uyuyunca, cevabıyla hırçın bir inat kuşu havalanıyordu içinden.
Uyumayacağım, sus!
Birkaç dakika süren sessizlikle kalbine sokulan korku,
korkundan büyük bir tutkuyu o ezgi kılığında sokuyordu gözüne. Uzayan gece. Uzayan
şarkı. Sen. Uyku ise ayrılık gibiydi. Biter
mi, günün birinde?
Var mısın, diye soruyordun artık hiç şaşırmayarak varlığına.
Var’ız, cevabı umut edilen bir rahatlayıştı.
Nesin sen, sorusunun bir gün cevap bulacağını hiç
düşünmemiştin. Uzadıkça uzamış bir gecenin ortasında gelmişti cevap.
Şarkınım. Senin…
Mey
* R. M. Rilke
Jone Reed
İlk Susan...
Senin için yazmamış olduğum bütün aşkları, yeniden, baştan,
yazmayı istedim. Sana.. Hepsi senin olacaktı... Suçunu kimseye yükleyemem bir
aşk sabahı yoluna çıkışımı. Gözyaşları ardına süzülen dünyaların kırık
titrekliği ile eriyordun ışıkta. Işıklaşıyordu kapkara saçların. Başın önüne
eğikti ve daha seni bilemeden, yüzünün yeniliğinde susmağa başladım. Üç defa
ışıktan çalmak istedim seni.. Bir kolun, bir koltuğun, bir elin kavrayışında.
Üçüncüde ben kasıldım. Sense denizle ışığın boğuştuğu yerdeydin. Kış henüz
geriniyordu; ötende nisanlaştı. Mevsimler uzunluğunca peşinden geldim.
Susuyordum hep. Ama, yanına gelip, durduğumu, durup durup daldığımı, senin için
söylediğim sözleri yanındakilere dönerek söylediğimi fark etmişsindir. Bir
deniz kenarında, bir gün köprü üstünde, bir de kof bir lodosun çalkantısındaki
güvertede, bakıp gülmüştün. Susuyor, anlıyor ve gene susuyorsun sanmıştım. Bir
gün bir çocukluk resmini çıkardın bir kitabının içinden; kokulu, kırışmış.
Aldım.. Konuştuk. O zaman, nihayet çözülebilen iplerini gerisinde sürüyerek
açılan bir sal gibi, arzuyu attığımı duydum. Gecesi, bir elektrik feneri
altında, gözüne kaçan bir kirpikle uğraştım. Başını, öylece durgun ve boş,
önüme uzatan ikinci çocuk oluyordun. Kirpiği çıkardıktan sonra bir an bakmıştım
kapalı gözlerine. Başlarımızın arasından rüzgâr güç süzülecek oldu.
Nefeslerimiz, nefesimiz ondan kuvvetli idi. Açılan gözlerinde iki yumuşak fener
gördüm. Karanlıkta güneş titredi; deniz, sayısız hayvan yıllarının sesiyle
uğuldadı... Uzaklaştın. Ayrıldık. Yürüdün ışığın altından. Ardında asfalt,
ışıkla beraber eriyordu adımlarının içinden, sessizlikte. İşte o zaman seni,
aşılmak istenmeyenin, kendi kendince diretilenin en büyük aşkında, vermemeğe
mahkûm ettim. Saçlarının rüzgârı, derinin yıldızlılığı dindi, söndü.
Denizlerin, una çevirdikleri kayalıkların anısında, gidip gelen elemini duydum.
Zira denize, bu kumsaldan ancak çekilmek kalır. Sense, bu çekilmenin öldürücü
sarılışında başkalarını hatırlayarak ağlıyordun. Gözyaşını silemedim: deniz
kurutamaz; tuzu ise yıldızlardan da yakıcı diyorlar. Ağlıyordun. Sana sarılıp,
içinde, bir sıraya girmemi istediğinden. Sen karaya, sağlam toprağa doğru
geriliyordun. Bense... Bir kedicesine gelip yanıma oturduğun temmuz gecesi,
aramızda karanlıkla olgun bir dal yükü vardı: aşılacak bir şey kalmamışlığın
yemişi. Oturduğumuz tahta sıranın her bir çubuğu sert ve serin, çok serindi.
Deniz sakin, ağaç sancılı... Kendimizi tekrarlamayalım, demiştim. Kanıyordum
hep, sense emiyordun, bereketli toprakların bencilliği ile. Boyuna kanıyordum.
Doymamış olacak, dedim, 'bir daha...' dediğinde. 'son bir kere; ama bir daha.'
Aralık kapıların ayrılığında kanıyordum. Uykumda kanadım gene ve kan, bitmek
bilmez sevinci ile, akıyordu hep, karanlık analıklara doğru. Ertesi gün,
tesadüf bilmezliğin akışı ile anlattılar seni: 'el tutmanın on yedi şeklini
okutur,' dediler. Ben hâlâ cömertliğimde, kanıyordum. İşığın damlasına bile
lâyık göremedikleri hayatını, başkalarına ait dünyanı söylediler. Pıhtılaşan
kanlarımı arzu parçaladı. Kirli suyu sızdı kanın, bu parçalar arasından. Gece,
karanlıkta, kanımı tabanlarında vıcıklaştıra vıcıklaştıra yaklaştın. Boğan,
dirilten, zemberekçesine toplayan bir arzu ile yeniden kanadım. Nihayet
sarılmamı umarak gelmiştin. Ondan sonrası kolay gözükmüştü herhalde. Başlamıştım
ama... Kanımın ötesinde, ayrıldık. Gittin, son olarak. Yalnızım şimdi.
Karanlık, kansız. Kimseler gelmesin yanıma. İçten sevinç taklidi ile
selâmlaşmaya mecbur olmayalım. Yürüyeyim... İçime, birden öyle geldi ki,
hayatım, sonuna kadar, bir yolun, bir şehir yolunun taş kenarında önüne dizilen
bir sonsuz sıra eş ve kuru, tok adım sesinden ibaret olacak... Sonra
uzaklardan, şehrin dalgalarca koparılan ışıkları... Her şeyin ölüme doğuşu,
yeniden ölümle...
Bilge Karasu
22 Mayıs 2014 Perşembe
Keşkeler Listesi...
Hem eşik
hem bentti söz. Durduk öylece kapısında.
Ne sen yaranı gösterebildin,
ne ben öpebildim kabuk tutmamışlığından...
Mey
hem bentti söz. Durduk öylece kapısında.
Ne sen yaranı gösterebildin,
ne ben öpebildim kabuk tutmamışlığından...
Mey
Bulunmuş Mektuplar / Pembe Ciltli Defter…
Mektuplar evime, at pazarından satın aldığım eski bir
komedinin çekmecesinde geldi. Hiç açılmamış zarfları gördüğümde, birinin okumak
istemediği mektupları buraya atıp unuttuğunu düşündüm. Her birinin başka kişilerden bambaşka
kişilere gönderilmiş mektuplar olduğunu fark ettiğimde merak dayanılmaz hale
gelmişti. Çekmeceleri temizleme işini bir yana bırakıp elime gelen ilk zarfı
açtım. Kim vazgeçebilirdi ki o kime ve kimin tarafından yazıldığı belirsiz
birkaç cümlenin verdiği büyülü hazzı…
“ Haber şu ki, pembe ciltli defterimin sonuna geldiğimi
büyük bir şaşkınlıkla fark ettim bu sabah. Aklıma düşen o cümleyi unutmayayım
diye, deftere uzandığımda kalan son sayfaya bakakaldım. Şu defter canım! Hani
bedenimin olmazlığı eksiklik verecek parçası gibi nereye gidersem yanımda
taşıdığım zihnimin kara kutusu. Son sayfasına geldiğim ilk defter değildi,
biliyorsun onlardan onlarcası hala duruyor küçük gizler dolabımda. Zamanın seni
beklemeden hızla akıp gitmekte olduğunun bilincine varmanın verdiği bir hayret
de değildi gözlerimi dakikalarca defterin son sayfasına diken. Zaman ve onun
başına buyruk hızıyla alıp veremediğim yok çoktandır. Peki ne?
Bir önceki bitmişti; bitişi bu sabah yaşadığıma benzer bir
duygu içermemişti üstelik. Yanlış değilsem, onun bordoya çalan bir cildi vardı
ve özensiz karalamalar, çalakalem taslaklar, ruh halimin çiziktirmelerine ev
sahipliği yapmıştı uzunca bir süre. Ama bitmişti işte kaderi tükenmek olan tüm
nesneler gibi. Dolabı açtığımı anımsıyorum bir yenisi hayatıma eklemek için. Uzunca
bakmıştım dolapta bekleyen türlü renklerde cildi olan defterlere. Uzat elini al
birini, değil mi? Öylece durmuş bakıyordum, seçilmesi gereken bir defter,
yazılması gereken öyküler, unutmayı ketlemek için alınacak notlar, iç titreten
dizeler ve bırak aksın diye kendine izin verdiğinde akacak cümleler vardı. Bildik
şeyler. Ve tüm bunların arasında bilinmedik, yeni, biraz çirkin, çok güzel; her
şey mümkün ve hiçbir şey mümkün değil hissiyatını içeren bir delilik hali: Sen.
Çok değil bir saat öncesiydi. Sıradan bir sohbetin sıradan
dakikalarının bir yerinde olmuştu olan. Bir şey söylemiştim, başka bir şey
söylemiştin sen de karşılığında. Bildik sözcüklerden yapılma, kısa, yapacağı
etki ne hesaplanmış ne de önemsenmiş, belki de sırf cevap olsun diye sarf
edilmiş bir cümle. İşte şimdi, dolabın karşısında durmuş beni ve seni olma
ihtimalimiz bulunmayan bir yere taşıyan o cümleyi anımsamaya çalışıyordum. Senden
bana geçtiği anda unuttuğum ve bir daha hiçbir zaman anımsamadığım bir cümlenin
hayatı bunca değiştirmiş olduğuna kim inanır?
Beni sana tutkun kılan o belirsiz cümlenin sarf edildiği
gün, seçilmiş bir defterin son sayfasına bakıp duruyorum sabahtır ve o günden
bu yana geçen zamanda olan biteni düşünüyorum. Defteri karıştırmaya başlıyorum.
Adı hiç zikredilmemiş bir varoluşu içeren tüm o karalamalara, sayfaların kıyı
köşesine alınmış – muhtemelen sana söylenmek için – notlara bakıyorum. Defterin
ilk sayfasının açıldığı andakine benzer bir sevinç sarıyor beni. Gerçekten sarf
edilip edilmediğinden emin olamadığım o cümlenin hiç azalmamış gücünün
etkisiyle dolabın karşısına geçiyorum yeniden. bu kez acı yeşil cildi olan
deftere uzanıyorum kalbimdeki varlığının hükmü bitmedikçe bitmeyecek söz’ün
bilgeliğiyle. Pembe ciltli olanın kalan son sayfası mı? O sayfaya da bu mektubu
yazıyorum…”
Mektubu usulca zarfına yerleştirdim. Önümde duran defterin
boş kalmış son sayfasına bakıp, tükenmeyecek söz’ü düşündüm…
Mey
Safaa Eruas
21 Mayıs 2014 Çarşamba
Vargı…
“ İki olumsuz öncülden sonuç çıkmaz. “
Yani ki, dedi. Sonuca götürecek öncüllerden ikisinin de
olumsuz olması durumunda sonuca ulaşmak mümkün olmaz.
Boş baktım.
Anlamadın mı yoksa yine hoşlanmadığın bir şey mi var
anlattıklarımda, diye sordu.
İçim şişti, demek istemediğimden sessiz kalmayı kafama
koymuştum. Anladım, dedim. İki yanlış bir doğru etmez yani.
Güldü. O kadar kolay kurtulamazsın, der gibiydi bakışı.
Peki, sorun ne, diye sordu.
Sorun yok, her şey yolunda, dedim. Çok güzel anlattın, çok
güzel anladım. Yalandan da olsa gülümseyebilmek isterdim ama o kadarı beni
aşıyordu.
Aklına yatmayan şeyi söyle, diye ısrar etti.
Sakın söyleme, diye uyardım kendimi. Ama dinlemedim. Hiç dinlemezdim.
O vakit, dedim az
öfkeli. Mutsuz olalım, ne var? Biz de mutsuz oluruz. Ben seninle mutsuzluğa da
varım, diyen şair neden öyle demiş?
Öfkem, onun umutsuz
bakışları altında erirken, sakince konuştu:
Bu, dedi. Aklına değil kalbine yatmayan. Cevabı da ben de
yok.
Bende de yok, dedim. Konu kapandı…
Mey
Prudkov
20 Mayıs 2014 Salı
Loş…
Bilmiyor.
Bilmiyorum.
Ama orada. Flu. Var gibi. Çoğun da yokluğundan emin kılıyor.
Bilsin istiyorum, eminim. Bileyim istiyordur o da belki. Bihaberliğin
loşluğunda, ekmek kırıntıları gibi söz şimdi. Yolu var kılar belki, için
bırakıyoruz sağa sola. Cebim dolu onlarla. Bir avuç çıkarıyorum, geçtiğim yola
serperken mırıldanıyorum usulca: Sen bilmezsen kuş bilir!
Mey
Maria J. Jacinto
Kıvılcımlar...
Yağmur sırılsıklam ediyor asfalt yolu. Yağmur kudurmuş.
Soluduğu, naylon yağmurluğunun
kokusunu sağanakta.
Gözlerinden önce bir elektrik kablosu bıraktı kendini mor
kıvılcımlarla. Devinimleri
tuhaf. Ceketin cebine, bir dergide yayımlanması için yazdığı
müsveddeyi sokuşturmuş.
Yağmurda yürüyor, yerdeki elektrik kablosuna dönüp bir kez
daha bakıyor. Dikensi
kıvılcımlar yayıyor durmaksızın kablolar. Tüm insan
varoluşunu göz önünde tutunca,
burada üzülecek hiçbir özel neden bulamıyor. Ama bu mor,
çiçeklenen alev, bu korkunç
fişekler gökyüzündeki, onlarla birleşmek, hayatını vermek
istiyor.
Ryunosuke Akutagawa
Garik
19 Mayıs 2014 Pazartesi
Gitme Dersleri...
Gitmemek için direnenin,
dönüşü yoktur, dedi öğreten.
Öğrenen elindeki kalemi telaşla bıraktı bu sıra. Ne yapıyorsun, sorusuna hazırlıklıydı.
Teslim oluyorum, cevabı kendiliğinden döküldü ağzından. Öğretenin derin soluğunu ve
O halde kalmayı öğrenmen gerekecek, dediğini duymadı...
Mey
Lager Buchenwald
dönüşü yoktur, dedi öğreten.
Öğrenen elindeki kalemi telaşla bıraktı bu sıra. Ne yapıyorsun, sorusuna hazırlıklıydı.
Teslim oluyorum, cevabı kendiliğinden döküldü ağzından. Öğretenin derin soluğunu ve
O halde kalmayı öğrenmen gerekecek, dediğini duymadı...
Mey
Lager Buchenwald
Toprağın Reddi...
Henüz dalındayken cansızlaşmış meyveler gibi. İnsan.
Çürüyor,
dökülüyor. Ama karışmıyor toprağa. İstenmediğinden...
Mey
Çürüyor,
dökülüyor. Ama karışmıyor toprağa. İstenmediğinden...
Mey
18 Mayıs 2014 Pazar
Söz Korkağının Tanrısı...
Senin oradaki fısıltın, buraya bir çığlık olarak uğrar, dedi.
Susku sorudur kimileyin diye;
Çünkü, deyip sustum.
Çünkü, diye başladı söze. Çünkü, söz korkağının iyi kalpli tanrısıdır rüzgar.
İşte o sıra yaladı ılık bir esinti yüzümüzü. O gün bu gündür, hem gülüş hem şükran. Biraz yüzde çokça söz'de...
Mey
Aylin Güven
Susku sorudur kimileyin diye;
Çünkü, deyip sustum.
Çünkü, diye başladı söze. Çünkü, söz korkağının iyi kalpli tanrısıdır rüzgar.
İşte o sıra yaladı ılık bir esinti yüzümüzü. O gün bu gündür, hem gülüş hem şükran. Biraz yüzde çokça söz'de...
Mey
Aylin Güven
Yıldızları İşaret Eden Parmak...
Hava çok yağışlıydı. Rüzgâr onu belinden yakaladğında,
yağmur bir yandan öbür yana savruluyordu neredeyse. O gece koca antonio'yle
beraber ava çıkmıştık. Koca antonio, tarlasındaki yeni filizlenen mısırlara
dadanan bir porsuğu öldürmek istiyordu. Biz porsuğu beklerken onun yerne yağmur
vebizi boş bir kulübe-dükkana sığınmak zorunda bırakan rüzgar geldi. Koca
antonio bir köşeye çekilip oturdu, ben de eşiğe iliştim. İkimizde sigara içtik.
O kestirdi, bense yağmurun, her zamankinden daha kaprisli olan rüzgarın
etkisiyle nasıl bir yerden bir yere doğru eğildiğini izlemeye daldım. Yağmurla
rüzgarın dansı bitti ya da başka bir yere gidip orada devam etti. Kısa süre
sonra yağmurdan geriye kalan tek şey, cırcırböcekleri ve kurbağalar arasındaki
insanın kulağını sağır edecek rekabetti. Koca antonio'yu uyandırmayayım diye
ses çıkarmamaya çalışarak dışarı çıktım. Hava, tıpkı arzunun tatmin edildiği ve
birbirine kenetlenen bedenlerin dansı sona erdiği zamanki gibi, hala ıslak ve nemliydi.
"Bak," dedi koca Antonio, batıdaki bulutların
arasından zorlukla görünen bir yıldızı işaret ederek. Yıldıza bakıp içimde
hüznün ve acı yalnızlığın ölü ağırlığını hissettim.
Yine de gülümseyip koca antoino bana sormadan anlatmaya
başladım: "bir atasözünü hatırladım, galiba şöyle bir şeydi: parmak güneşi
gösterdiğinde, yalnızca aptallar parmağa bakar."
Neşeyle güldü koca antonio, "güneşe bakıyorsa daha da
aptaldır. Kör olur," dedi. Koca antonio'nun bu çarpıcı mantığı, ben tam
atasözünün ne anlama geldiğini açıklamaya hazırlanırken kekelememe neden oldu.
Koca antonio gülmeye devam etti; bana mı, açıklamama mı, yoksa güneşe değil de
güneşi gösteren parmağa bakan aptala mı gülüyordu, anlamadım.
Koca antonio yere oturup silahını bir kenara koydu ve o eski
kulübe-dükkandan aldığı aletle sigarasını sarmaya başladı. Susmanın ve
dinlemenin zamanının geldiğini anladım. Yanına oturup pipomu yaktım.
Koca antonio sigarasından birkaç nefes çektikten sonra
başladı sözcük yağmuruna. Sözcükler ağzından dökülürken duman yüzünden
yumuşuyorlardı sanki. "az önce parmağımla yıldızı göstermiyordum. Elimle
ona değebilmek için ne kadar yürümem gerek diye düşünüyordum. Tam sana elimle
yıldız arasındaki mesafeyi hesaplar mısın diye soracaktım ki, sen şu parmak ve
güneşle ilgili atasözünü patlattın. Senin atasözündeki aptalın daha zeki bir
alternatifi yok. Eğer güneşe baksa, kör olmasa bile mutlaka tökezleyip düşecek.
Çünkü yukarıya bakıyor. Parmağa baksa, kendi yolunda gidemeyecek. Ya olduğu
yerde kalacak ya da parmağı takip edecek. İki yol da gayet aptalca; güneşe
bakmak da, parmağa bakmak da. Gördün mü, büyük güçleri takip ederek
ilerleyemez, yaşayamazsın. Çünkü ölçtüğündünde tahmin ettiğin kadar büyük
olmadıklarını görürsün. Güne ulaşmak için yürüdüğümüz gece gelecek. Eğer sadece
elin çok yakınına bir yere bakarsak, çok uzağa gidemeyiz. Ama çok uzaklara
bakarsak da tökezleyip
Düşeriz. Yolumuzu kaybederiz."
Koca antonio sustu. "peki, elin çok yakınına ve çok
uzağına basıl bakabiliriz?" diye sordum.
Koca antonio birkaç nefes çekti sigarasından ve yeniden
konuşmaya başladı: "konuşarak ve dinleyerek. Hem yanımızda hem de çok
uzaklarda olanlarla konuşup, onları dinleyerek."
Koca antonio yine yıldızı gösterdi. Eline baktı, "hayal
kurarken yukarıdaki yıldıza bakman gerek, ama eğer savaşıyorsan yıldızı
gösteren ele bakman gerek. Yaşamak budur. Bir aşağı bir yukarı bakar
durursun." dedi.
Koca antonio'nun köyüne döndük. Ayrıldığımızda şafak çoktan
sökmüştü. Koca antonio kapıya kadar bana eşlik etti. Dikenli tellerin öteki
tarafına geçtiğimde ona dönüp, "koca antonio, sen yıldızı gösterdiğinde
ben ne yıldıza ne eline bakmıştım," dedim.
Koca antonio sözümü kesti: "aa! demek sen ikisi
arasındaki mesafeye baktın, öyle mi?"
"hayır," dedim. "ikisi arasındaki mesafeye de
bakmadım."
"neye baktın o zaman?"
"senin elinle yıldız arasında duran porsuğa
baktım."
Koca antonio yere eğilip bana vermek üzere bir şeyler
arandı. Atacak bir şey mi bulamadı yoksa ben mi fazla uzaktaydım, bilmiyorum.
Her ihtimalde silahının dolu olmayışı benim açımdan büyük şanstı.
Elin yakınlarını ve çok çok uzaklarını görmeyi deneyerek
uzaklaştım. Yerde ve gökte, ışık geceyi günle buluşturmaya hazırlanırken,
yağmur temmuz'u ağustos'a ekliyor ve benim düşüşlerim canımı daha az yakıyordu.
Bundan on yıl sonra, uzakta olduğumuzu düşündüklerimizle konuşmaya ve onları
dinlemeye hazırlanıyorduk. Yani, sizi.
Sucomandante Marcos
17 Mayıs 2014 Cumartesi
Şarkının Umarsızlığı...
Tını,
söz'ü öpebilirdi ancak harf harf.
Küçük ve umarsız
bir mırıldanış daha eklerdi o zaman;
kendine ve zamana.
Suskuyu anladı,
kaçışı çare bildi. Ne ses verdi ne kıpırdadı. Şarkı, akmadan durabilir mi, bilemedi...
Mey
söz'ü öpebilirdi ancak harf harf.
Küçük ve umarsız
bir mırıldanış daha eklerdi o zaman;
kendine ve zamana.
Suskuyu anladı,
kaçışı çare bildi. Ne ses verdi ne kıpırdadı. Şarkı, akmadan durabilir mi, bilemedi...
Mey
14 Mayıs 2014 Çarşamba
Ağır Kara…
Toz… ağır... kara… hayır! Işık mı o? Hayır! Toz … ağır…
kara… ses… ses… ses…sizlik! Hayır! Bak,
el. Kimin? Uzan, uzan, uzan. Tut. El. Hayır. Toz… ağır… kara…el. Bağır. Bağır.
Bağır. Yok. Hiç. Ses. Yok.
Toz… ağır… kara… el nerede? Hayır. Yanıyor… yanıyor…
yanıyor. Bir şey. Toz… hayır… ağır…hayır… kara… hayır. Işık mı o? Hayır. Göz.
Kimin gözü? Parlıyor… parlıyor… parlıyor… sonsuzca parlıyor. Göz. Hayır. Kim?
Toz… ağır… kara… toprak verir… toprak alır. Kimin? Toprak.
Hayır. Can. Orada toprağın canı. Hayır. Kimin? Acı… acı… acı… kimin? Acı kimin?
Toz… ağır… kara… hayır.
Toz… ağır… kara…soluk. Bir soluk. Hayır. Kimin, kimin soluğu bu çekilen? Hayır. Yüz. Yüzlerce
soluk. Hayır. Toz… ağır… kara… hayır.
Toz… ağır…kara. Suç, suç, suç… kimin? Hayır.
Toz
Ağır
Kara…
Mey
13 Mayıs 2014 Salı
Haksızlığın Tadı...
Haksızlığın tadını çıkarmak.
Haksızlık bir kerterizdir: yalnızlığa yeniden tad verir, uzaklaşma ve
tek kalma açlığını biler, düşünceye benzersiz ve ulaşılmaza giden derin yolları açar.
Paul Valery
İmge ve Sanrı'dan
Çeviri: Samih Rifat
Benoit Courti
Haksızlık bir kerterizdir: yalnızlığa yeniden tad verir, uzaklaşma ve
tek kalma açlığını biler, düşünceye benzersiz ve ulaşılmaza giden derin yolları açar.
Paul Valery
İmge ve Sanrı'dan
Çeviri: Samih Rifat
Benoit Courti
12 Mayıs 2014 Pazartesi
Afazi…
İkimizin arasında bir yerde – aslında epeyce belirsiz bir yer – kayboldu.
Epeydir oradaydı, zamanını bekleyen acı bir söz gibi biraz
tehditkâr, zaman zaman davetkârdı.
Kaygı verici bir vaadi barındırdığının düşünüldüğü de
oluyordu. Bu yüzden yadsındı. Söz’den vazgeçen insan değildir; söz insan’dan
vazgeçer’i öğretmeye kararlılığını bir an için sezdirmeden uzunca bekledi. Hep bir
olabilirlik olarak var olmayı sürdüreceğine dair verdiği izlenimin
rahatlatıcılığı bizi saralı çok oluyordu. Kuşların cıvıldadığı bir bahar
sabahının esrik uyanmışlığında; sigaradan ilk nefes, çaydan ilk yudum derken
fark edildi artık hep olduğu yerde olmadığı. Sessiz şaşkınlık, sabah
esintisinin hareket verdiği taze bir ağacın yapraklarına dikti bakışları
dakikalarca.
Boşluk mu yoksa bu, diye sorduğumu anımsıyorum kendime. Tek hatırlayabildiğim
de bu epeydir. Salt soru. Diğerinin, yani söz’ün diğer ortağının soru ve
cevaplarından ise bihaberim. Çoktandır…
Mey
Dargın ve Dalgın...
Dargınlık canım, dedi.
Hiç gitmemişin geri dönmeyişidir. Peki ya dalgınlık neyin nesi, dedim gülerek.
işte o, dedi. Yolu adımlayıp durmaktan kendini alamamaktır.
Ama geriye doğru.
Yineledim: Ama geçmişe doğru...
Mey
Hiç gitmemişin geri dönmeyişidir. Peki ya dalgınlık neyin nesi, dedim gülerek.
işte o, dedi. Yolu adımlayıp durmaktan kendini alamamaktır.
Ama geriye doğru.
Yineledim: Ama geçmişe doğru...
Mey
11 Mayıs 2014 Pazar
Şarkı Kutusu…
İçi şarkı dolu bir kutuydu. Ayın parladığı geceleri
beklerdi,
mırıltısını işitilir kılmaya.
Bilmezdi ki ay ve gece; aynı parlamaz şu’na, bu’na
ve hatta o’na…
Mey
Eşitlik İlişkisi...
“ Her A, B’dir
Her B, A’dır.”
Yok böyle bir şey bu hayatta, itirazıma sitemle baktı.
Olmaz mı, diye çıkışacaktı. Bak işte, her düşünen insandır;
her insan düşünendir.
Aklımın başka yerde olduğunu söylememe gerek yoktu;
bakışlarımın boşluğu oracıkta kendini ele veriyordu.
Düşüncenin içeriği yerine biçimini dikkate alman gerektiğini
daha kaç kez söyleyeceğim, sorusunun bir uyarı olduğu ortadaydı.
İçerik olmaksızın biçim ne işe yarar, dedim. İnadıma kendim
de kızmaya başlamıştım bir yandan da.
Dayanamadı.
Mantıksız içeriğin başına neler açtığından söz etmeli miyim,
diye sordu.
Etmelisin, dedim gülerek. Bir de bilmelisin. Ne içerik ne de
biçimsel olarak iflah olmayacağımı.
Bu bildirime gerek yokmuş gibi baktı. Yoktu belki de.
Eşitlik demişken…
Mey
9 Mayıs 2014 Cuma
Keşkeler Listesi...
Kalbini aklına hapsetmiş insanlar diyarında;
rüzgar salt rüzgardır ve şemsiyesiz çıkılmaz yağmura, demişlerdi.
Dinlemedin...
Mey
Maria J. Jacinto
rüzgar salt rüzgardır ve şemsiyesiz çıkılmaz yağmura, demişlerdi.
Dinlemedin...
Mey
Maria J. Jacinto
8 Mayıs 2014 Perşembe
“ Ve Şarkılar Bitince Ölmek İstiyoruz Cazla Birlikte…”*
Tınıyı var etmemişlerin, ona mecbur bir ömrü sürükledikleri
hikayelerden birinin içinde rastlaştılar. Şans yoksunu insanların yaşadığı bir
ülkenin birbirine uzak kentlerinde başladıkları yaşamın, belli bir noktasında,
yakın’ın uzak’tan farkını öğrenmeye yazgılı olduklarının bilincine varmaları, ömürlerinin
tam ortasına denk gelmişti. Yaşanmamış ne kaldı ki, güveninin bedenlerine
oturmuşluğunun çoktandır bilincinde olmalarından kaynaklı bilmişlikleri;
birbirilerine yönelmiş bir hoşnutsuzlukla başlattı hikayenin onları
ilgilendiren kısmını.
İlişki insan öğrenmektir, konulu hikayelerinin nerede ve
nasıl başladığına dair sorulara hiçbir zaman aynı cevabı verememiş olmalarının
yarattığı kuşku; hikayenin cazla ilgisinin ortaklığında hiçleniyor ve
dinleyenin de cazın cazibesine kapılmasına neden oluyordu.
Kadın hikayenin bir şiirin içinden çıktığı konusunda ısrarcı
iken, adama bakarsanız o, daha çok şiire öykünmüş bir novellaydı. O şey her
neydiyse, anlaştıkları noktalardan biri iyi olmadığıydı. Diğeri ise, edebi değerinin yarattığı düş
kırıklığını telafi eden caz’ın baş döndürücülüğüydü. Kadının, caz olmasaydı
birbirlerini fark etmeyecekleri yönündeki iddiası, adamın yüzünde alaycı bir
gülüşe neden olarak gerilimin artmasına neden oluyordu. Onları bir araya getiren
yazılı sözün kifayetsizliği belirginleşirken yükselmeye başlayan caz’ın,
birbirlerinden hoşlanmadıklarını düşünen bu iki insanın tenlerinde baş gösteren
karıncalanmanın temel nedeni gibi görünüyordu.
Ve dansın, kimin önerisiyle – nasıl başladığının önemli
olmadığını söyleseler de, bu konuda da uzlaşamadıkları açıkça ortadaydı. Ama caz
gibi, dans da reddedilemez bir gerçeklik olarak orada öylece duruyordu. Dansın şiiri
andıran bir yanı olduğunu düşünen adamdı. Kadının bakışında ise dans, güvenilir
bir öngörüydü. Olabileceği bilmeyi mümkün kılan bir çıkış noktası. Dans süresince
neler olduğu konusunda, her ikisinin de dürüst davranmadıkları hikayenin
izleyicilerinin emin oldukları tek konu gibiydi.
Caz dahi olsa, hiçbir şarkı sonsuzca sürmez. Biteceğini bildikleri
bir salınışın içinde bunu bilmez değillerdi elbette. Bilmek eylemenin ve
duymanın şeklini vermez çoğunlukla, düşünülenin aksine. Bilmek kimin razı
gelmektir. Razı geldiler. Caz izin verdiği ölçüde duyumsamanın ve eylemenin
tadımlık hazzına sarılıp; şarkıya itaat ettiler. Şarkının sonunun hikayenin de
sonlanması anlamına gelişinin verdiği tedirginliği birbirlerinden gizlediler
bir caz boyu. Bir de “ ve şarkılar bitince ölmek istiyoruz cazla birlikte…”
düşüncesinin kalplerine gelip yerleştiğini. Bir caz boyu…
Mey
* Mafika Pascal Gwala
dizesi.
Mirjam Appelhof
Suç ve Armağan...
Soruyor:
düş mü yoksa rüya mı?
Durmaksızın soruyor:
rüya mı yoksa düş mü?
Ne fark eder, diyor bıkkın biri. Anlamazlığa şaşırmış gibi bakıyor.
Düşse, diyor. Benim suçum. Rüyaysa, onun armağanı. Ama hangisi?
Düş mü yoksa rüya mı?
Mey
düş mü yoksa rüya mı?
Durmaksızın soruyor:
rüya mı yoksa düş mü?
Ne fark eder, diyor bıkkın biri. Anlamazlığa şaşırmış gibi bakıyor.
Düşse, diyor. Benim suçum. Rüyaysa, onun armağanı. Ama hangisi?
Düş mü yoksa rüya mı?
Mey
7 Mayıs 2014 Çarşamba
Bir Melek Kayması...
adımla anılmayan bir şey icat etmek istiyorum
sıradan bir ölüm biçimi mesela
hayatı yaşlı bir ağaç gibi ayakta karşılayacak
uydudan çekilmiş bir melek görüntüsünü
ayağına taş bağlı bir gökyüzü gibi
aklımın en uygun yerine bırakacak
yoksa nasıl yeniler kendini bu ölü deri
bu ruh kanseri nasıl kavuşur eski kokularına
ceylan vuruldu desenli halılardan
ve zimmetime geçirdiğim yaralardan
gittikçe uzayan bir iyileşme kalırken geriye
hem bu dünyanın nesi var böyle, derim
indiği her kıyıdan yarım atlaslar topluyor
oysa asla olmadı bütün bunlar
çünkü, bir şey bizi hızla dibe doğru çekiyordu
birbirine bakan, baktıkça sarı lekeleri yayılan birer salkımdık
meleğin kanatları açılmamıştı daha
ve durduğu yerde büyüyordu yıldızlar
bir şey bizi hızla içine alıyordu
‘bir kuyu olmalı’ demiştin sen
‘her kuyunun bize yakın gelen bir huyu olmalı’
ansızın boğdurulan çocuklardan biriydi aşk
iri bir zeytin tanesine benzeyen gözleriyle gülüyordu zamana
zaman kalabalıktı, biz yapayalnızdık
bir ölüye dokunarak çoğaltıyorduk geceyi
yarım kalan anıların ağrısını taşırken
her zaman haklıydı devlet
ve giderek kendisine benzetiyordu bizi
kargı ya da mızrak
gittikçe kalınlaşırken boynum, birini seçmeliyim artık
diğerinin yüzüne siyah tülbentler örtmeliyim
bundandır ki yanlış bir abdestle geçtim
gölgesi mezarlığa düşen bir caminin kenarından
bir ipe en çok yakışan ağacı seçtim
sonra da fısıldadım ağzıma konan meleğe:
‘hadi, bugün de çöle kurulan bir pazarı gezmeye gidelim
yaza ayarlanmış tezgâhların arasından geçerken
günün dilimizde paslanan ışığını yakalayalım
çocuklar çitlembik desin buna;
kabuğun çatlarken çıkardığı o güzel ses
çekirdeğin içinde patlayan sınırsız anlam’
adımla anılmayan bir şey icat etmek istiyorum
okundukça ağırlaşan bir kâğıt mesela
gidildikçe dönülen bir ülke
ellerimi yalanlamayacak bir beden
kanadı kırık kuş bir anda düşsün uçurumdan
uçmak isterken yere çakılsın tedirginlik
şimdi bu tenha vakitte
akşamın dili yalarken kör bilincimi
kendimi kanlı bir elbiseye hazırlıyorum
adımla anılmayan bir rüya icat etmek istiyorum
gökhan arslan
sıradan bir ölüm biçimi mesela
hayatı yaşlı bir ağaç gibi ayakta karşılayacak
uydudan çekilmiş bir melek görüntüsünü
ayağına taş bağlı bir gökyüzü gibi
aklımın en uygun yerine bırakacak
yoksa nasıl yeniler kendini bu ölü deri
bu ruh kanseri nasıl kavuşur eski kokularına
ceylan vuruldu desenli halılardan
ve zimmetime geçirdiğim yaralardan
gittikçe uzayan bir iyileşme kalırken geriye
hem bu dünyanın nesi var böyle, derim
indiği her kıyıdan yarım atlaslar topluyor
oysa asla olmadı bütün bunlar
çünkü, bir şey bizi hızla dibe doğru çekiyordu
birbirine bakan, baktıkça sarı lekeleri yayılan birer salkımdık
meleğin kanatları açılmamıştı daha
ve durduğu yerde büyüyordu yıldızlar
bir şey bizi hızla içine alıyordu
‘bir kuyu olmalı’ demiştin sen
‘her kuyunun bize yakın gelen bir huyu olmalı’
ansızın boğdurulan çocuklardan biriydi aşk
iri bir zeytin tanesine benzeyen gözleriyle gülüyordu zamana
zaman kalabalıktı, biz yapayalnızdık
bir ölüye dokunarak çoğaltıyorduk geceyi
yarım kalan anıların ağrısını taşırken
her zaman haklıydı devlet
ve giderek kendisine benzetiyordu bizi
kargı ya da mızrak
gittikçe kalınlaşırken boynum, birini seçmeliyim artık
diğerinin yüzüne siyah tülbentler örtmeliyim
bundandır ki yanlış bir abdestle geçtim
gölgesi mezarlığa düşen bir caminin kenarından
bir ipe en çok yakışan ağacı seçtim
sonra da fısıldadım ağzıma konan meleğe:
‘hadi, bugün de çöle kurulan bir pazarı gezmeye gidelim
yaza ayarlanmış tezgâhların arasından geçerken
günün dilimizde paslanan ışığını yakalayalım
çocuklar çitlembik desin buna;
kabuğun çatlarken çıkardığı o güzel ses
çekirdeğin içinde patlayan sınırsız anlam’
adımla anılmayan bir şey icat etmek istiyorum
okundukça ağırlaşan bir kâğıt mesela
gidildikçe dönülen bir ülke
ellerimi yalanlamayacak bir beden
kanadı kırık kuş bir anda düşsün uçurumdan
uçmak isterken yere çakılsın tedirginlik
şimdi bu tenha vakitte
akşamın dili yalarken kör bilincimi
kendimi kanlı bir elbiseye hazırlıyorum
adımla anılmayan bir rüya icat etmek istiyorum
gökhan arslan
6 Mayıs 2014 Salı
Ayrıklık…
“ Hiçbir A, B değildir
Hiçbir B, A
değildir.”
İki kavramdan her biri, diğerinin hiçbir bireyini içine
almıyorsa, bu ayrıklıktır, dedi.
Söylediğini desteklemek için çizdiği, birbirine temas
etmeyen o iki daireye dikkatle baktım.
Bana o kadar da ayrık gelmiyorlar, dedim sonunda.
Nedenmiş, bakışı yüzünde. Ne demek istiyorsun, derken sesi
yumuşak.
Siyah olmadan beyaz olur mu cancağızım, dedim. Varlıkları
birbirine bağlı iki şey söylediğin kadar ayrık olamaz.
Sen konuları karıştırdın, dedi itiraz kabul etmez bir tonla.
Yüzüne baktım gülmeyecek gibiydi.
Biliyorum, dedim. Genelde öyle yaparım…
Mey
5 Mayıs 2014 Pazartesi
Sokakların Çıkışı…
Meydanda durup etrafına bakındı. Küçük meydan, kendisi gibi küçük onlarca sokağa açılan bir kapı gibiydi.
Ulaşmak istediğine varmanın, hangi sokağa sapmakla mümkün
olacağını kestirmeye çalıştı ilkin. Kokuyu duyuyor ama gücünün, sokaklardan hangisini
işaret ettiğini çıkaramıyordu.
Denemeli mi, tek tek;
yoksa
sormalı mı birine?
Yanından geçmekte olan gençten adama baktı. Tamam sormalı, diye
geçirdi içinden.
Adamı durdurdu. Sordu:
Bu sokaklardan hangisinin denize ulaşmamı sağlayacağından
emin olamadım. Siz biliyor musunuz?
Adam gülümsedi. Yardıma hazır gibiydi.
Burada, dedi. ‘ Deniz’lere çıkar bütün sokaklar.’
Mahcupluğunu gizlemeden karşılık verdi adamın gülümseyişine.
Doğru ya, dedi arkasından bakarken. Deniz’lere…
Mey
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)