28 Ağustos 2017 Pazartesi

BİR ŞEY OLDU

Bir şey olduğu yoktu. Ki. Bir şey oldu. Attı kendini dışarı. Çoktandır koşuyormuşçasına soluk soluğa. Binanın kapısından çıkıp, bir an için durdu. Önünde uzanan güzergâh olasılıklarını tarttı ve ileriye, dedi. Hareketlendi. Hızlı ancak telaşsız adımlarla başladı. Başladığım ne, sorusunu hiçe saydı, devam etti. Duramayabilirim, diye düşündü. Varsın olsun, dedi. Bunca zaman durmuş olmamın değiştirmediklerini düşününce, varsın olsun. Caddenin karşısındaki durağa yaklaşana dek ayakları yürüme eylemini sürdürürken, zihni konuşup durmuştu. Konuşmak mı? Hayır, mırıldanmak daha çok. Mırıltılarının arasına serpiştirdiği sevinç nidaları ise ayaklarına verilmiş komut gibiydiler. Her nidaya daha hızlı, daha büyük bir adım. Durağa yaklaştı, durağı geçti. Geçtiğinde fark etti kadını. Geri döndü, dikkatle süzdü onu. Gidip yanına oturdu neden sonra. Bildiği tek selamlama sözünü verdi kadına: Günaydın. Öğle saatlerinin çoktan sona ermiş olmasını sorun etmeyecek birine benziyordu. Haklıymış. Kadın gülümsedi.

-              Dakikalar geçti, gelmedi, dedi gülümseyişin sonrasında.
-              Yeterince bekleyince geliyor, diye cevap verdi. Aylarca bekledim ben, beklediğimi bilmeden; beklemiş olduğumu ancak geldiğinde ayırt ederek.
Yürüyüşü gibi konuşması da kıpır kıpır. Zihni kıpır kıpır. Asıl kıpırtı ise başka bir yerde. Henüz bundan söz etmeye mahal yok ama.
-              Otobüsü diyorum, diye müdahale etme gereği duydu duraktaki kadın.
-              Gelir, dedi kıpırtılı olan.
-              Neden döndün yolundan, diye sordu beriki. Aynı şeyi beklemediklerini fark etmiş gibiydi.
-              Anlatmaya, diye cevap verdi.
-              Ya gelirse, diyerek emin olmaya çalıştı kadın.
-              Gelsin, dedi kıpırtılı.
-              Anlat, dedi kadın.
Durağa başkaları gelip gittiler bu sırada. Kafa kafaya vermiş bu iki kadının yolcu almak için duran otobüsleri görmeden konuşmaya kapılışlarını göz ucuyla süzüp, otobüslere binip gittiler.
Kıpırtılı söyledikçe, bekleyen kâh kafa sallayarak kâh itiraz jestleriyle eşlik ediyordu ona. Eyleyen ile kurgulayan. Söyleyen ile dinleyen. Dökülen ile toplayan. Kadın ile kadın.
-              Duramıyorum,  dedi kıpırtılı.
-              Durma, diyerek yol verdi bekleyen. Ardından sordu:
-              Ne yapacaksın?
Kıpırtılı, durağa yanaşan otobüse baktı önce, sonra ıssız kaldırımıyla uzayan yola.
-              İlerleyeceğim, diye cevap verdi. Sen ne yapacaksın, diye soruyu ekledi.
Bekleyen de otobüse baktı uzunca.
-              Her an gelebilir, bekleyeceğim, dedi.
Dönüp birbirlerine baktılar.
-              Zihninden dertliyim, dedi bekleyen.
Kıpırtılı güldü:
-              Ben de senin kör umudundan, dedi.
Gülüştüler.
-              Ayrılalım artık, dedi bekleyen. Unutma, asla söze dökülmeyecek o olan şey.
-              Unutmam, dedi kıpırtılı.
Vedalaştılar. Bekleyen kalkıp, kıpırtılının işaret ettiği yol boyunca yürümeye başladı. Önce ağır, sonra nidalara eşlik eden bir hızla. Kıpırtılı onun boş bıraktığı durakta oturup, geliyor mu diye otobüsün yolunu gözlemeye başladı.


Mey



GERÇEKLEŞMEYEN

“ Kalbimde sıkıntılı bir huzur var ve dinginliğim tamamen
                                                              Kaderime razı olmamdan kaynaklanıyor.” F. Pessoa


Adını bilmiyordum. Hiç söylememişti. Ben de sormamıştım. Sonrasındaysa önemi kalmadı. Buraya getirildiğimizde tesadüfen yan yana düşmüş olmaklığımızın dışında, birbirimize yakın durmamıza neden olacak insani bir özellik yoktu. Her ikimizde de. O basit sorunun ardından, yanıt vermek yerine saçlarıma dokunduğunda genel şaşkınlığımın yerini o ana özgü bir şaşkınlığa bırakışını anlamanın zor olmasının içinde bulunduğumuz koşullarla bir ilgisi olduğunu düşünüyordum. Hepimiz afallamıştık aslında; evlerimizden, iş yerlerimizden alınıp buraya getirilmiştik, sokakta yürümekteyken alınanlar bile vardı aramızda. Her yaştan ve toplumun her kesiminden kadın ve erkeklerden oluşan küçük sayılabilecek bir gruptuk başlangıçta. Zamanla sayımız artacaktı, çok artacaktı.


Ucu bucağı görünmeyen bozkırın ortasındaki, kocaman tek katlı ve içinde hiçbir şey olmayan bir binanın içindeydik ilk günler. Gündüzleri binanın dışına çıkabiliyor; yakıcı güneşin altında gidilebilecek hiçbir yer olmadığını görerek, gecenin gelmesini bekliyorduk. Hiç kimse bir diğerine neden orada olduğumuzu sorma gereği duymuyordu; biliyorduk.

Yaşam koşullarımızın iyileştirileceği söylenmişti ve sabretmemiz istenmişti. Kimsenin fazladan bir şey talep ettiği yoktu, bu yüzden sabır isteği boşunalığından öte anlamsızdı. Kabullenişimize sarılmış, olabildiğince yavaş geçen zamanın salınışını izlemeye bırakmıştık kendimizi.

Geceleri bize verilmiş ince şilteleri boş binada uygun yerlere atıp, uyumaya çalışıyorduk. İlk günler şilte sayısı insan sayısına denk olmadığından bir kısmımız duvar kenarlarına monte edilmiş tahta sıralarda idare etmeye çalışıyordu. Ben ve yanımdaki de o idarecilerdendik. Bazen başımı dizlerine koyuyor, bacaklarımı karnıma çekip uyumaya çalışıyordum. Bazen de o, başını omzuma yaslayıp kestiriyordu. Başım dizinde, geceleyin bozkırın sesini yarı endişe yarı onaylama ile dinlerken, civardaki türdeşlerime bakıp, bu kadar yalnız nereden geliyor, diye sordum. Sustu, öyle çok sustu ki uyumuş olduğunu düşündüm. Sonra eli saçlarımdaydı.

Beni aldıklarında ki bir süredir bunu beklemekteydim, takım elbisesine uymayan kravatı ve yumuşatılmış ses tonuyla iknayı amaçlayan bir bürokratın karşısına çıkarıldım. Bir hastalık gibi algıladıkları durumum ve o durumun topluma zararına ilişkin uzun bir söylevin ardından hükümetin aldığı kararı açıkladı. Varoluşsal hastalığımızın, durumu böyle nitelendiriyorlardı, toplumda daha fazla yayılmasını önlemek amacıyla, bir tür karantina uygulaması planlamışlardı ben ve benim gibi olanlar için. Fiziksel varlığımızı sürdürebilmemiz için gereken tüm önlemlerin alınması hükümetin birincil göreviydi ve güçlü hükümetimiz görevini büyük bir sorumluluk duygusu ile yerine getirmeye hazırdı. İtiraz hakkım varmış gibi hissetmememden daha çok burada ya da başka yerde olmanın benim için fark etmiyor oluşundan, karşımdakinin her cümlesine istekle kafa salladım. Hazırlık için çok zaman yoktu. Her şey çok çabuk olup bitti. İmzalamamı istedikleri her şeyi imzaladım; hazır olmamı istedikleri zamanın çok öncesinde, gitmek için hazırdım.
Önceleri sayıca azdık, ama hızla çoğalıyorduk. Her gün yeni bir grup katılıyordu aramıza. Kısa zamanda çoğalmanın olumsuz etkileri gözle görünür hale gelmeye başladı; aramızdan çıkan hevesli ve doğal liderler aracılığıyla buradaki yaşamın organize edilmesi gerektiğine ilişkin sonu gelmez tartışmalarla gündelik sessizliklerimiz yerini sıkıntılı bir gürültüye bırakmaya başladı.

Yeni bir yaşam kurmaktan söz ediliyordu; barınaklar inşa etmekten, iş bölümünden, yaşamı organize etmekten. Dışına atıldığımız toplumun bir benzerini burada kuracak; diğerlerinin gözünde bir hastalıktan başka bir şey olmayan tek ortak niteliğimizi ise ne yapacağımızı bilmeyerek; her birimiz için yeni bir sayfa açacaktık. Karantinanın üyelerini heyecana getirecek ve yeni yaşamın inşasına gönüllü katılımlarını sağlayacak söylevler tok sesli ve etkileyici görünüme sahip adamlar tarafından veriliyor; buraya atılışlarından dolayı aşağılanmış hisseden yüzlerce insana umut aşılanmaya çalışılıyordu.

Buradaki ilk günlerimizin gecelerinden birinde, elini beklenmedik bir anda saçımda hissettiğim adam yeni yapılanmanın ateşli önderlerinden birine dönüşmüş, kendine yarattığı meşguliyetle neredeyse mutlu bir insan izlenimi vermeye başlamıştı. Onu ve diğerlerini uzaktan izlerken, varoluşsal felaketimizin yeni ve daha güçlenmiş bir halde, büyük bir darbeye hazırlanmakta olduğunu görebiliyordum. Yalnızlardan kurulmuş yeni bir toplumun içinden çıkacak yepyeni bir yalnızlık türünün vurgununun geldiğimiz yerdekinden çok daha sert olacağını öngörmenin diğerleri için zor oluşunu anlayamıyordum. Yalnızın çaresinin bir diğer yalnız olduğu fikrinin devasa bir sanı olduğunu düşünüyor ama fikrimi kendime saklıyordum.

Bizi içinde istemeyen diğer toplumun maddi yardımlarıyla kısa sürede inşa edilen şehrin farklı yerlerindeki “ ev”lere önderlerimizin yardımıyla yerleştirildik. Hayatı sürdürmek için gereken her şeye sahiptik. Neredeyse. Sırada, yaşantımızı sürdürmek için katılmak zorunda olduğumuz iş bölümünün organize edilmesi vardı. Aldatıcı bir yaşama sevincinin haresini yüzlerinde taşıyan yalnızlar ordusu, hevesle paylarına düşecek toplumsal statü ve rollerin derdine düşmüştü. Organik Dayanışma Koordinasyon Merkezi, yalnızların geride bıraktıkları yaşamda yaptıkları işler ve meslekleri konusunda bilgilendirilmek istiyor; insanlar öncekinden daha aşağı bir statüye layık görülme kaygısıyla merkezin önünde uzun kuyruklar oluşturuyorlardı. Bildirimde bulunmayan az sayıda insan ki ben de aralarındaydım, vasıf gerektirmeyen işlere yerleştirildiler; kimseye itiraz hakkı tanınmadı.

Geride bıraktığımızın oldukça kötü bir taklidi olan bir yaşamı sürdürmekte olduğumuz düşüncesi her geçen gün biraz daha büyürken içimde, sessizliğimi korumak için olağanüstü bir gayret gösteriyordum. Saçlarımdaki dokunuşunun anısını taze tutarak varlığına katlanabildiğim adamın seyrek fakat tutkulu ziyaretleri dışında kendimi canlı hissettiğim an sayısı yok denecek kadar azdı ve sürdürmeyi daha ne kadar sürdürebileceğimi bilmiyordum.

Yalnızlık hissinin geçici ve mücadele edilebilirse ortadan kaldırılabilir bir oluş olduğuna inanmış – inandırılmış- bu insanların arasında daha ne kadar kalabileceğimi kendime sormaya başlamamın kaçınılmaz sonuçlarına hazırdım.

Geldiklerinde,  geleceklerine emin olduğumdan, birkaç parça eşyamı bir çantaya yerleştirmiş, hemen alabileceğim bir yerde tutmaya başlamıştım, hazırdım. Öncekine benzer bir konuşma ve konuşmacı hazırda bekliyordu, ancak bu sefer dinlemeye tahammülüm yoktu.

Yalnızca ellerini saçlarımda hissettiğim anda gerçekten var olabilmiş adamın üzgün ve “ keşke” diyen bakışlarını görmezden gelerek, beni yinelenecek bir geleceğe götürmek üzere harekete hazır olan kamyonetin arkasına bindim. Benden birkaç dakika önce araca bindirilmiş olan kadının karşısına oturdum ve gözlerine baktım. Bakışları benimkilere çok benziyordu.


Melek Ekim Yıldız ( Mey)




27 Ağustos 2017 Pazar

Yağmurla

Doktorun odasından biraz öfkeli çıktı. Elle tutulur bir şey yok, eline bir reçete tutuşturmuş ve bunları kullan gel, demişti. Gitmeyecekti.  Hastaneden çıkıp bir sigara yaktı. Hava dolu, sevdiği türden bir grilik var. Yağacak mı? Ana caddeye çıkmasını sağlayacak ara sokağa yöneldi. Kıvrıla kıvrıla ilerleyen uzun bir sokaktı ve caddeye tepeden bakıyordu. Sokağın sonunda caddeye inmesini sağlayacak birkaç basamak olmalıydı. Yanılmamış. Bir kaçtan biraz fazla basamağı indi. Durdu. Ne yana gideceğini düşündü. Önce banka. Bankaya ulaşana dek içindeki öfkeyi dizginlemeye çalışarak yürüdü. Öfkesine öfkelendiğini biliyordu. Yol üstündeki eczaneyi görünce öfkesini unutur gibi oldu. İçeri girip reçetedeki ilaçları aldı. eczane çıkışında aklına geldi. Yattı bizim rakı- balık.  Tüh!

Banka işleri tahmininden çabuk bitti. Caddenin karşısına geçip, markete girdi. Rakı- balık yattığına göre aklındaki listenin tamamını almaya gerek yoktu. Bir iki parça alışverişin ardından marketten çıkıp yürümeye başladı. O sıra ilk minik taneler düşmeye başladı. Öfkenin sinmeye başlaması şaşırtıcı değildi; şaşırtıcı olan yalnızlık hissinin de yok olmaya yüz tutmasıydı. O sıra parkı gördü. Gün benden yana, düşüncesiyle gülümsedi. Küçük ve yapaydı. Ama parktı işte. Çam ağaçlarının arasından giriliyordu, şaşırtıcı ölçüde temiz ve düzenliydi. Geride yapraklarından yoksun kalmış ağaçlar, onların biraz önünde turuncu yabani meyveli bodurlar sıralanmıştı. Çocuklar için yapılmış oyun araçlarının plastiği ve yapay renklerini görmezden gelmeye karar vererek bir bank seçti, oturdu. Yağmur minik damlalar halinde düşüyor, kolayca hızlanmayacak gibi görünüyordu. Yağmura ve parka dalmadan önce telefonunu çıkarıp, rakı – balık akşamının yattığını haber verdi. Kahvaltıda anlaştılar. İçsek iyi olurdu ya, varsın kahvaltı olsun iyimserliğiyle son buldu telefon konuşması. Ardından sigara.  Yağmura ve parka bakarak düşündü. Öyküler geçti aklından, sözler, bir iki dize ve birkaç bıktırıcı soru. Hepsinden usandım, dedi gülerek. İyi ki yağmur var. Zihnindekilerle uzlaşmanın yolu olmadığını biliyordu. İçindeki tutkudan ürken ama o tutkunun ürünlerine sımsıkı sarılmanın çelişkisiyle baş edemeyen insanların ezasından da bıktığını söyledi kendine. Bunu söylemek onu güldürüyordu. Kendi çelişkilerine gülmekten daha kolaydı başkalarınınkine gülmek. Yine de gülmek o ezayı katlanır kılmıyordu. Sadece kabul edilebilir, dedi bu noktada. Katlanır değil, kabul edilebilir.

Yağmurun kendini bırakmamasına gitti aklı. Minik damlacıklar giderek azalmaya başlamıştı. Sen de kendini bırakmıyorsun aslında, diye hatırlattı. İyi ki bırakmıyorum, diye karşıladı hatırlatmayı. Yağmur bıraksa sel kıyamet, ben bıraksam toz duman. Böyle iyi. Böylenin çok da iyi olmadığını biliyordu elbette ama diğer seçeneğin sonuçlarını karşılayamayacağının bilgisini daha izlenir buluyordu.
Kalktı. Caddeye çıktı. Eve yürümekle bir taksiye binmek arasında kararsız iki adım attı. Sonra durdu. Neden durduğunu bilmeden durdu. Bunun normal bir duruş olmadığını bilerek durdu. Durmak çok saçma; durmamalıyım, diyerek ve olduğu yerden kıpırdayamayarak durdu. Ona dair olan ne varsa durdu o sıra; öykü durdu, söz durdu, öfke durdu, kırgınlık durdu, sevinç durdu, haksızlık duygusu durdu, neşe durdu. En çok da yağmur durdu.

Nihayetinde kıpırdayabildiğinde, ileride müşteri bekleyen taksiye güçlükle attı kendini. Yüzü alev alev yanarken taksinin penceresinden boş gözlerle baktı. Her şey akıp giderken, kendisinin birkaç dakika boyunca duruşu sırasında olan bitenin yaşamındaki en dehşetli ve en gerçek şey olduğunu gizlemenin faydası olup olmadığını bilmeyi önemsiz bularak baktı dışarıya.

Taksiden inip, anahtarını arandı. Anahtar kilitle temas ettiği sırada gökyüzünün aniden boşalmasıyla, bir eli kilitteki anahtarda kalakaldı. Korkusunu unuttu, yüzündeki yanmayı da. Yağmurun şiddetinin güzelliğiyle neşelendi. Kapıyı açıp içeri girmeden az önce gülerek, zaten meyilliyim yoldan çıkmaya üstüme gelme, diye mırıldandı.  Bak durabiliyorum da…

Mey



ÇAY VE AŞK

Şurada bir çay içelim, dedi. Bir yandan da adımlarını yavaşlatmıştı. Beriki uymak zorunda kaldı. Durakladı. Yüzündeki memnuniyetsizlik öneriye mi yoksa sokağın kalabalığına mı, kestiremedi istekli olan. Çay, dedi belli belirsiz. Eliyle sokağın iki yanını sarmış kafelerden birini işaret ediyordu. Sonra daha kararlı bir sesle ekledi: sabahtır çay içmedim, başım tutacak. Mahcup güldü. Duydukları arasında bağlantı kuramamış gibi baktı kendisinden cevap beklenen. Yürümeyi sürdürmeye istekli bedeni yeni bir adım için hazır gibi görünüyordu. Sonra anladı. Başı tutacak. Beklenmedik bir kahkaha ile rahatlattı karşısındakini. Tamam, dedi. Ama buralara tahammülüm yok. Bu kalabalıkta da benim başım tutuyor. Az ileride kitabevinin arka bahçesi var; sessiz hem de çayı güzel. İkiletmedi çay özlemiş olan. Adımlarının hızını adımlarına denk getirip yürümeye başladı.

Kalabalığı yararak, konuşmadan hızlıca yürüdüler. Sözünü ettiği arka bahçeyi biliyordu ama hiç oturmamıştı. Önünden insanların akıp gittiği yerlerde oturmayı ve devasa bir akvaryuma baktığını hayal etmeyi severdi. Şimdi gittikleri yerse, yüksek duvarlarla çevrilmiş, birkaç ağcın verdiği doğallık izlenimiyle bahçe fikrini kabul edilebilir kılan hareketsiz bir mekândı. Olsun, diye düşündü. Ben de onun gözlerinin kalabalığına bakarım. Gülecek gibi oldu bu düşündüğüne. Çaysızlık alengirli laflara boğdu zihnimi. İlk yudumu alana kadar tek kelime etme diye uyardı kendini. Uyarıya hak verdi. Göz ucuyla yanında yürüyene baktı. Farkında mıydı acaba kendisinden ona yönelmiş olan sessiz talebin. Sokakta yalnızca kendisi varmış gibi yürüyordu, adımları öylesine kendine ait bir toprağa basıyormuşçasına güvenli. Yol arkadaşına yönelik özel bir ilgi gözlenmiyordu hareketlerinde. Hızlıca, etrafında olan bitenle bağı kopuk, gözlerini ileri dikmiş yürüyordu işte. Biraz sonra nihayet yanındakinin varlığını anımsayıp, döndü. Az ileride, dedi sana söz ettiğim yer. Başın tutmadı daha değil mi, derken ağzı gizlemeye gerek görmediği bir alayla kıvrılmıştı. Alınmadı beriki buna. Benden yana bir şey daha biliyor artık, diye düşündü. Zihninize ötekine dair eklenen her yeni bilgi, ötekini daha görünür kılardı. Çayını nasıl içtiği, hangi filmleri dönüp dönüp izlediği, hangi şiire tahammül edemediği, hangi şarkıyı unutamadığı. Varlığının hatları biraz daha belirgindi şimdi onun gözünde. Buna sevindi. Buna çok sevindi. Sonra kızdı sevincine. Çaysızlıktan hep diye düşündü.

Sonunda kitabevine girdiler. Bahçenin arka tarafta olduğunu anımsıyordu. Karşılıklı dizilmiş raflardaki kitapların önünden geçerken her ikisi de adımlarını yavaşlattı. Duracak gibi oldularsa da, öteki aman başın dedi gülerek. Bahçeye çıktılar. İlk buldukları masaya oturdular. Garson çaylarını getirene kadar konuşmadılar. Bardaklar masaya konduğunda ilk konuşan diğeri oldu. Burası çok sakin bir yer, dedi. Gerçi sen önünden kalabalıkların aktığı yerleri seversin, gelip geçen insanları izlemeyi. Çayından ilk yudumunu almış olan belli belirsiz gülümsedi.  Gözlerine dikti bakışlarını ve dedi ki: burası da yeterince kalabalık.


Mey






21 Ağustos 2017 Pazartesi

Aynı'yı ve Benzer'i

Okudum, okudum, okudum
Düşündüm, düşündüm.

Okudum, okudu, ok'u
düşündüm, düşündü, düş'ü
yazdım, yazdı, yaz'ı.
Bende. Döndü. Ben'e eklenmiş yeni ben'e.

Döndü.
Okudum yine
düşündüm çok
yazdım hiç.

Aynı'yı ve Benzer'i.

Okudum çok
düşündüm yine
yazdım. Aynı hiç'i, Benzer yok'u


Mey





14 Ağustos 2017 Pazartesi

Haiku / tuhaf

Ötüşü tuhaf bir baykuş,
gölgesi titrek o yaprağa sesleniyor;
gece ne uzun.

Mey


11 Ağustos 2017 Cuma

Bir ve Aynı

Bakıp durma, dedim.
Yok!
Ne?
Bakma, dedim yine. Arama.
Yok çünkü.
Ne?
Ne yok?
Düşler için, derken gülümsedim. Düşler için ayrı bir gökyüzü yoktur.


Mey






7 Ağustos 2017 Pazartesi

Buluntu

Sabahtır aklımdaydı; yorgundum, feci bir üşengeçliğe teslim olmuş haldeydim.  O, hazırdı. Hadi, itiraf edeyim o bunca hazırken yorgunlukmuş, üşenmekmiş filan dinlemezdim ya, beni huzursuz eden bir yanı vardı. Yorgunluğu bahane edişim, hevesli bir hazırlıkla beni bekliyor oluşunun bir parça sinirimi bozuyor olmasındandı. Ne kadar yorgun olsa da duramayanlardandım. Hevesi kursağında kalsın diye, yorgunluğu bir kenara bırakıp alakalı alakasız bir sürü işe koşturmaya da kararlıydım. Büyük bir temizliğe girişmek vardı aklımda, çalışma odamdaki keşmekeşi bir parça içinde oturulabilir hale getirmek için kolları sıvamak fena fikir değilmiş gibi geliyordu. İşe koyulurken bir yandan da beni bu denli huzursuz edenin, kendini sunmaya meyline karşın ayak dirememe neden olanın ne olduğunu bulmaya çalışabilirdim.

Odanın ortasında durup, neresinden tutacağımı bilemediğim karmaşaya bakıyorum; kitaplar, defterler, kâğıtlar, çikolata artıkları, kraker ve çekirdekten oluşan çöp yığını, kirli çay, su bardakları, daralınca üzerimden çıkarıp orta yere bıraktığım hırka. Bir çorap teki de gördüm galiba. Bulaşmasam mı, sorusu aklımın kıyısında, çiviyi sökecek diğer bir çiviye inançsız öylece durdum ayakta. Psikolojide buna “ kaçınma – kaçınma çatışması” diyorlar. Eşit derecede – hazırda bekleyenin verdiği tedirginlik hali ve o halden kurtulma adına boyundan büyük bir işe bulaşma zorunluluğu – istenmeyen iki durumdan birini seçmek zorunda kaldığımızda, böyle bir sıkıntı basıyor içimizi, kırk satır mı yoksa kırk katır mı ve yahut yukarı ve aşağı tükürme durumunda aynı kıl yığını ve hatta iki ucu boklu değnek. Of aman.  İkisini de yapmayıver işte, ne kıvranıyorsun diyorum kendime, kendimi bilmez gibi. Bedenimde ve zihnimde aynı anda sıvanıyor kollar ve o andan sonra durmuyorum. Çöpleri içine tıkıştırmak için büyükçe bir torba aranırken, adamdan – dur bakalım adam mı kadın mı, henüz bilmiyoruz – hoşlanmadığımı kabul ediyorum. Keder sevdiklerimizi seviyor olmamızın bedeli, gibi cümleler geçiriyor aklından. Geçirmekle yetinse, bir de bunu sese dökmeye meyilli. Kâğıt yığınına yöneliyorum ilkin. Her birini tek tek kontrol edip, aralarında önemli bir şey olup olmadığına bakmak şart. Kiminde çalakalem üç beş cümle, kiminde can sıkıntısı karalamaları, kiminde de bir köşeye saklansa günün birinde kullanabileceğim notlar var. Hepsini tıkıyorum torbaya. Günün biri geldiğinde daha iyisini yazarım diyorum, şımarıkça. Haz etmediğim bir adam veya kadının ne işi olabilir, bunca heveslice sabahtan bu yana aklımın köşesinde, diye sormadan edemiyorum.  Kitapları da elden geçirip, ait oldukları raflara yerleştirmek gerek.  Bir kısmının Yağmur’a ödünç verdiğim kitaplar olduğunu fark ediyorum. Ne zaman geri getirdi acaba? Alıp öylece bırakmış olmalıyım. Yayınevine çoktan göndermiş olmam gereken düzeltmeler çıkıyor kitapların altından. Bu adam / kadın o çiğ cümleleri nereden çıkardı ve neden matah bir yanı varmış gibi getirip bırakıyor zihnimin orta yerine. Coşkun bir duygusallık içeren cümlelerden tiksiniyor olmamın; onların samimiyetsiz olduklarına dair bir dogmam olması sanırım. Bu da eski bir hediye. Sizi dogma sahibi yapanları hiç unutmayın.  Her, hadi beni yaz diyeni de yazmak mecburiyetinde değilim hatırlatması iyi geliyor. Okuma koltuğumun üzerini işgal eden, dolgun görünüşlü kâğıt torbada ne var acaba düşüncesiyle ona doğru ilerliyorum. Kitapları ayırma işi yarım kalıyor masanın üstünde. Kadınsa bir kadın, erkekse bir erkek bedeni beliriyor gözümün önünde kâğıt torbanın hışırtısının ilham ettiği. Canlandırır canlandırmaz hoşlanmadım her ikisinden de.  Kadın işveli. Adam kurnaz. “Dil eksikli bir şeydir. Her zaman düşündüğümüzden azını söyleriz.” Diyor tok bir sesle. Beni Sartre ile tavlayacak! Torbada günlerdir aradığım, “ göğe bakma durağı” tişörtümü bulmamla bölünen, bana bak efendi ben o kadar kolay lokma değilim çıkışmam saman alevine dönüşüyor. Kadından da haz etmiyorum ama bu adam enikonu sinir bozucu. Neymiş efendim; bu kadın veya adam, hangisiyse işte, olmazlığını çok çabuk kabul ettiği bir sevdanın öznesinden saklanırken bir yandan da uzaktan ama içlice, o öznenin hayatının tutkulu bir izleyicisine dönüşecekmiş. Dönüştüğü şey olmanın acısını taaa şurasında hissederken, asıl sevdasının taa şurasında hissettiği acıyı çeken kendisine yönelik olduğunu en çok kendisinden gizleyecekmiş. Ben bu kadar uzun cümleler kuramam bir kere, diye itiraza hazırlanıyorum. Tişörtün altından çıkan defter sesimi kesiyor. Koltuğa çöküyorum, henüz kapağını açamadığım defter kucağımda. Eski hikâyelere dalıp giderse beni unutur bu serzenişi işveli kadından geliyor. Sahici bir hikâyenin eskimeyeceğini kime anlatırsın? Kimseye bir şey anlatmak zorunda değilim, defteri açıyorum. Gövdesi hırpalanmış bir kalemin kâğıt üzerinde çıkardığı hışırtılı sesin hatırası, ilk sayfasına not alınmış başkasının sözünün büyüsü, esamesi kalmamış bir öfkenin teni okşayan yalazı, sabaha ulaşan gecelerin o ağır yorgunluğu bir bir çıkıyor sayfalar arasından, kucağıma oturuyor. Çoktan hazır, en çok benim sevmeyeceğim, bir yeni öykünün sevimsiz kahramanını silikleştiriyor. Kucağımdaki kalabalıkla odanın kalabalığına bakıp gülümsüyorum. Kitaplığın köşesine sıkışmış diğer çorap tekini tam da o sırada, gülüş yüzüme yayılırken, görüyorum.


Mey