23 Kasım 2018 Cuma

Ağız ve Kulak


Metnin başına “ yapayalnızlığında yapayalnızdı” yazmıştım. Görür görmez buna itiraz etti. İtiraz edeceğini bilecek kadar onu tanıyordum ama bu, metnin başına canımın istediğini yazmama engel değildi, metin benim metnimdi, ne istersem yazabilirdim. İtiraz ettiği ve edeceği iki sözcüğe uzun uzun baktı. Derhal çürütülebilir, az düşünmemi gerektirebilir veya beni epeyce zorlayabilir birkaç argüman üzerinde etüt etmekte olan zihninin çıkardığı sesleri işitebiliyordum. Benim zihnim de az değildi, baş edemeyeceğim herhangi bir sav öne süremezdi. Birbirine hazırlıklı insanlardık ve bu deneyim uzun yıllar içinde edinilmişti.

İlişkimizin rotası daima, nasıl tanıştığımız konusunda yaptığımız tartışmalarca çizilirdi. Tanışma hikâyemizin her seferinde farklı kurguları olurdu. Her seferinde iki farklı kurgu yani.  Onunki ve benimki. Onun değişik kurgularının ortak noktası, tanışma anımızın hemen öncesinde onun kitap okumakta oluşu olurdu: Ben bir kafede Suç ve Ceza’nın en etkileyici sahnesini okuyordum… Ben Metroda oturmuş, ineceğim durağa varmadan soluğumu kesecek olan Karamazov’ların İvan’ın, Tanrı argümanını okuyordum… Ben markette alışveriş arabasını sürerken bir elimde açık tuttuğum, Varolmanın Dayanılmaz Hafifliği’ni okuyor ve şapka sahnesine tebessüm ediyordum…  Ben tiyatroda oyunun başlamasını beklerken Can’daki açlığın tarif edildiği bölümü okuyordum… Ben güneşli bir öğle sonu parkın kuytu bir köşesinde, Bir Delinin Hatıra Defteri’ni okuyordum… Ben Hikmet Çetinkaya’nın resim sergisinde iki gelincik resminin arasında boş duvara sırtımı yaslamış Malina’yı okuyordum… Ben Bir cuma günü, namaz öncesi kalabalığı toplanmadan, Kocatepe Camii’nin avlusunun sessizliğinde Saramago’nun İsa’ya Göre İncil’ini okuyordum… Ben o bahar akşamüstünde Kızılay alışveriş merkezinin önündeki banklardan birine oturmuş, Memleketimden İnsan Manzaraları’nı okuyordum. … Ben sonradan senin de seveceğin Olgunlar’daki birahanede oturmuş Göçmüş Kediler Bahçesi’ni okuyordum…

Mekânlar ve kitaplar değişiyor, onun okuyor oluşu değişmiyordu. Değişmeyen bir şey de benim onun okuyuşunu fark etmem üzerine kendisiyle konuşma ihtiyacı duyarak, sokulgan davranmam oluyordu. Bu olanaksız, diye itiraz ediyordum elbette. Çünkü ben olağanüstü miyoptum. Yarım metre ötesini görmekten aciz, gözlük takmama konusunda inatçı bir yarı kördüm. Kör, demeyelim de görüşü bulanık biriydim. Tüm dünya bana flu ve olduğundan daha kaotik görünürken, o halimle uzaktan ki uzak olduğu noktadan yarım metre ötede durduğum her mesafeydi, onu ve kitap okuduğunu fark edecek böylelikle de ona – tanışmak isteyecek denli ilgi duyacak ve bir de üstüne gidip yanına sokulacaktım öyle mi? Çok tutarsız. Hiç de benvariolmayan bir iddia topluluğu. Bütün bunlar kavga sebebiydi işte.

Olayın aslı ise benim tutkulu bir hikâye anlatıcısı olmamdı. Herkese değilse bile hikâyeyi hak ettiğini düşündüğüm birine rastladığımda harekete geçen bir güdünün kölesiydim. Mağaralarının ılık güvenliğinde, ateşin başında toplanmışlara ilk hikâyeyi anlatan, saçları kafasının karışıklığının görüngüsü olacak şekilde karman çorman o kadın benim büyük- büyük – büyük –büyük- büyük – büyük annemdi. Arada bir nesil atlasa da, anlatmaya veya söylemeye vurgun bir soyun yarı kör son neferiydim ben.

Hikâyeyi anlatmak istediğim için tanışmıştık. Gündeliğin ortasında – ki, gündelik olan herkes için olduğu kadar boğucuydu benim içinde, birden hikâye gelmiş olmalı onu ilk gördüğümde. Bu yüzden, ben o sonbahar günü, zemini sararmış yaprağa kesmiş dar bir sokakta, ağacına dargın kırmızı bir yaprağın savruluşunu izlerken yanımda geçen ilk kişinin koluna kapışmıştım. O sendin ve elinde Ecinliler filan yoktu… Ben maaş günü bankamatiğin önünde sıraya girmiş, kendi zamanını beklerken hesap kitaptan beyni bulanmışların hemen arkasında sıranın sonunda beklerken sen önüme geçmeye çalışmıştın. Sırtında gördüğüm bir şey dürtmüş olmalı içimdeki köleyi. Ondandı mutlaka bana dönmeni sağlayıp hikâyeye girizgâh yapışım. Ve yine Niteliksiz Adam’ı okuyor değildin elbette… Ben sevdiği bir şeyi yitirmiş olmanın üzüncünü neresine gizleyeceğini bilemeyen o insanların tuhaf telaşıyla, sağımı solumu görmeden yürüdüğüm büyük bir caddede ilerlerken, yitirmeyi bilmenin erdem olduğunu göstere göstere yürüyen seni fark edebilmiş, fark ettiğimi feci şekilde kıskanmış, kıskançlığın harekete geçirdiği köleye söz geçirememiş olduğum için önünü kestiğimde girmiştim hayatına. Aramızda tek okuyan ben, okunan da senin yüzündü… Ben insanlara katlanamamanın esas sebebinin, onları çok fazla önemsemekten kaynaklanıyor olabileceğini bir sınıf dolusu çocuğa ilk kez itiraf ettiğim dersin sonunda kendimi kendime şaşkınlığımla sokağa attığım sırada yanımdan geçen ilk kişi olduğun ve belli belirsiz bir vanilya kokusu yaydığın için koluna yapışmıştım, elinde bir alışveriş torbası olduğunu iyice hatırlıyorum… Ben yoksunluğun yoksulluktan daha büyük bir kekemelik nedeni olduğunu söylemeyi bir türlü beceremeyen bir arkadaşımı uzaklara yolcu ettikten hemen sonra, hava limanının kalabalığındaki sosyal kekemeliği işitmemek için hızla uzaklaşma arzumu kontrol altına almaya çabaladığım için şehir servisinde yanımda oturan sen’e dönüp hikâyeye sonundan başlamıştım… Ben yıllarca başını okşadığım, kendisini ve beni uykuya mırıltılarıyla uğurlayan, dünyanın en hırçın kedisini veteriner iğnesiyle acıdan uzak tutmaya götürdüğüm o öğleden sonra, gözyaşlarımı, orada elimi ilk tutan olduğun için, senin kulaklarına akıtmıştım. Gözyaşının insanın ilk hikâyesi olduğunu bilmesen de reddetmemiştin. Elinde kitap değil, ölüm ilacı kokusu vardı…

Metnin başına “ yapayalnızlığında yapayalnızdı” yazmıştım ya. Okumuş ve hemen itiraz etmişti. Başladı mı, susmak bilmezdi. Başladı mı, sabırla dinler sesimi çıkarmazdım. Bu kez susmadım. Sen ne anlarsın, dedim.  Tam yeriydi. Başladı. Tanıştığımız günü hatırlıyorum da… Ben cıva gibi bir delikanlıydım ve Yüksel caddesinde bir yandan yürüyor bir yandan da elimde bırakamadığım, Yüz Yıllık Yalnızlık’ı okuyordum. Hadi oradan, diye kestim sözünü. Cıva gibi delikanlılar kitap okumaz, hele yürürken hiç okumazlar. Asıl ben… Bu böyle sürdü gitti. Birbirine hazırlıklı insanlardık ve bu deneyim uzun yıllar içinde edinilmişti.
Yaşadıkça okumayı sürdürür müydü, bilmiyorum. Ama ben yaşadıkça hikâye anlatacaktım, o da dinleyecekti. Birbirimiz için seçilmiştik. Ağız ve kulak. Ses ve söz.  Zihin ve zihin. Başka bir şey gerekmezdi, gerekmedi.





Mey

27 Ekim 2018 Cumartesi

Yüzeye Düşüş



“Balıklar karınları yukarıda ölür ve yüzeye çıkarlar. Bu onların düşme biçimidir.”

Gitse artık, diye gözünün içine bakıyordum. Bakıyordum ama onun halden anlar bir duruşu yoktu. Gitse keşke, diye geçiriyordum içimden. En başından hiç gelmemiş olsa. Ama gelmişti. Çat kapı üstelik. Yorgun günü istediğimce bitirme hayalimin ortasına bomba gibi düşmüştü. İçeri girip, soyunup dökünmeye kalmadan çalmıştı kapı. Tanımakta zorlanmıştım elbette. Aradan geçen yıllar benim gibi onu da değiştirmişti. Şaşkınca bakakaldığımı biliyorum. O da ayan beyan görmüştü bunu. Pişkince gülmüştü, buyur edilmeyi beklemeden dalıvermişti henüz genç akşamımın orta yerine. Şaşırttığını biliyor, bundan keyif aldığını belli etmekten de kaçınmıyordu. Kafamdaki yüz bin tilki, benden daha fazla şaşırmışlar, ondandır ki dona kalmışlardı. Gelene neden geldin demeyenlerden değildim, gelişinin nedenini sorabilmem için zamana ihtiyacım vardı. Kahve istedi. Bu iyiydi, ona henüz sormadığım soruları kendime sorabileceğim bir aralık bulduğuma sevinerek hızla mutfağa yöneldim. Nereden çıktı, çıktığı yerden niçin çıktı, ne istiyor, istediği her neyse neden benden istiyor? Zihnim Locke’un boş levhasından daha temiz, köpürmek bilmeyen kahveye bakarken sorulardan bağımsız cevapların işgaline uğramak üzere olduğumun bilinciyle aldığım nefesleri usul usul dünyaya iade ediyordum. Geçerken uğrayacağı biri değildim, hiç de olmadım. Epeydir ortak tanıdıklarla, mekânsal aşinalıklarla da işim olmamıştı. Onu neredeyse hiç aklıma getirmemiş, bir kez olsun acaba nerededir ve ne yapıyordum diye merak da etmemiştim. Bir arada olduğumuz – ki handiyse zorunlu bir mekân paylaşımıydı – dönem boyunca mesafenin sabit kalması için özen gösterip ne sokulmuş ne de sokulmasına izin vermiştim. Salonumda şu an oturmuş, köpüğünü çoktan kaçırdığım kahveyi bekliyor olmasının mantıklı bir açıklamasını bulamayışın mantıklı açıklaması, onun yer aldığı geçmişe ilişkin olmayışlardı. Köpüksüz, üstüne soğumuş kahveyi alıp yanına dönerken beni sarmalayan anlamsızlık hissini yüzümdeki bir çizgiye – hangisi? önemi yok şimdi- yerleştirmiş olduğumdan emindim.

Kahvesini verip karşısına oturdum. Beklediğim gibi ilk yudumu almasıyla yüzünü buruşturması bir olmuştu. İçin için sevindim buna. İçimde beliren bu hainliğin hesabını, gerekirse, sonra verirdim kendime. İçin için sevinişimi böyle teselli ettim. Şaşırdın değil mi, dedi o sıra. Soru değildi elbette, onu eğlendiren bir durumun altını çiziyordu sadece. İnsanlar aynı değil. Kimi benim gibi için için sevinir, kimisi de onun yaptığını yapar, sevinci dışın dışın buradayım, der. Her zaman böyleydik biz aslında. O hep dışında ben hep içinde. Ne varsa ne yaşanıyor ne hissediliyorsa. Değişmemiş bir şeylerin varlığı ikimizi de bir parça rahatlatmalıydı. O rahat görünüyordu başından beri, olup biteni bilmenin rahatlığı da eklenince, neredeyse kıskanacağım bir tebessümün hazırlığı seziliyordu yüzünde. Sormayacak mısın, diye sordu pişkince. Soracağım, dedim. Güldü. Gülmedim. Değişmemişsin, demeye hazırlandığını bildiğimden, tasarruf niyetine niçin geldiğini sordum. Keşke gitse. Keşke neden geldiğini söylemeden kalkıp gitse. Keşke geldiği gibi teklifsiz çıksa şu kapıdan. Gülmesi gerekirken gülmediğinden ben güldüm bu kez. Hangi rüzgâr, diye başlayan sabuklamaya eşlik eden sinir bozucu bir gülüştü benimki. Biliyordum. Hiçbir zaman yakınında olmaya çabalamadım biliyorsun, dedi. Hiçbir zaman mı, diye düşündüm. Peki bu zaman? Bu zaman, tam o an evimde oluşu, gönülsüz yapıldığından köpüğü kaçmış ve belki bilerek soğutulmuş kahveyi yudumlayışı, ağzından çıkan o ‘hiçbir zaman’ sözcüğüyle çelişiyor; çelişiklik, aman üstünde durduğun şeye bak denilemeyecek, denilse de kulak asılmayacak bir can sıkıntısı yaratıyordu.
Dilin mantıksız, ama mantıksızlık anlamında mantıksız kullanımı düşüncenin gelişi güzelliğinden doğuyordu. Her zaman seni seveceğim, derdi insanlar ama bir zaman sevmez olurlardı. Hiç unutmayacağım, dedikleri şeyleri unuttukları anların gelmesi kaçınılmaz olurdu. Daima düşüneceğim derlerdi örneğin, kimin sonunda karnı acıkmıyordu ki? Ölesiye nefret ettiklerini söylerlerdi ama soluk alıp vermekten vaz geçmezlerdi ne olsa. Tümel yargıyı yanlışlayan tikelin günün birinde gelip çatması kaçınılmazdı. İnsan söylediklerine dikkat etmeliydi nazarımda. Ama söylemeden önce geleceğin tutarsızlığını düşünebilecek kadar mantıklı olmalıydı. Ağzından dökülen sözdeki ‘hiçbir zaman’ vurgusu, o anda içinde olduğumuz zamanı sıkıntıya boğuyordu ve bunu fark etmesini bekleyecek kadar iyimser biri değildim. Ne istiyorsun, dedim. İstemese bir şey. Keşke gitse. Keşke ne istediğini söylemeden kalkıp gitse. Keşke geldiği gibi teklifsiz çıksa şu kapıdan.

Neyse ki uzatmadı. Çabuk tarafından anlattı derdini, istedi isteyeceğini. Sözünü kesmedim. Cümlelerinin arasına zihnimin yerleştirdiği soru işaretlerine ses vermedim. Dinledim. Umutsuzdu, cesareti yoktu eylemeye ve söylemeye. Başka birinin söylemesi gerekiyordu. Daha doğrusu söyleyeceklerini iletmesi gerekiyordu. Söyleneceklerin söylenmemesi gibi bir seçenek yoktu. Dillendirememek yüzünden ölecek gibi hissediyor, içinde biriktirdiklerinin altında eziliyordu. Onun istediği ve umduğu etkiyi yaratacak şekilde söyleyebilecek bir ben vardığım bildiği, tanıdığı. Bunu onun için yapmak zorundaydım. Halini görmüştüm işte, ona sırt çevirmeyeceğimi bilecek kadar tanıyordu beni. Evet biraz soğuktum, zaman zaman kibirli olduğumu düşündüğü de olmuştu ama kötü biri olduğumu hiç düşünmemişti. O yüzden beni sözcüsü, sözü iletecek kişi olarak istiyordu. Yapabilirdim, hem niye yapmayacaktım ki? Sözün yöneldiği zihin bana açık ederdi anlama kapısını. Endişe etmemi gerektirecek bir şey yoktu, elçiye zeval olmazdı, değil mi? Onu kırmamalıydım, hayır demeyi aklıma bile getirmemeliydim. Önemli olmasa, hayat memat meselesi olmasa, yüzüne şimdi baktığım gibi bakacağımı bildiği halde gelir miydi? Gelmek için gereken cesareti bulabilmesi ne kadar güç olmuştu, biliyor muydum? Tabii bir de şu gönülsüz kahve vardı. Neydi o öyle? İkimiz de güldük sözünün bu kısmında. Gerçekten neydi, o öyle?

Gitse artık, diye gözünün içine bakıyordum. Hiç gidesi yokmuş gibi anlattıkça anlatıyordu. Gitsin istiyordum, istediğini düşüneceğim sözünden başka bir cevap veremeyeceğimi söylemiştim. Bununla yetinsin ve gitsin istiyordum. O ise, anlatmanın, anlatabilmenin ılık rahatlığına çok çabuk alışmış, bundan vaz geçmenin alemi yok diye düşündüğünü saklamaya gerek duymadan başlangıçta hafif diken üstünde oturduğu kanepeye yayılmaya başlamıştı. Bana dair hiçbir şey sormayışı, yanımda olduğu halde yakınımda olmak için çabalamayışı gardımı indirmeye başlamama neden oluyor gibiydi. Bu hal onu görmemek için çektiğim perdenin aralanmasına neden olacak endişesi içimde büyürken acıktığını söylemesi ipin ucunun enikonu kaçtığını anlamama neden oldu.
Ben makarnanın sosunu hazırlarken, salatayı doğramakta ısrar ettiği için küçük mutfağımın dar alanında ona değmemek için girdiğim çabadan yorulmuş, gitse artık dileğimin sussa artık arzusuna dönüşmeye başlamasındaki ironiyi görmezden gelemeyerek sırıttığımı fark edip, şaşırıyordum. Makarnanın yanına açılan bir şişe şarabın dibini görüşümüzün ardından masayı toplamayı bana bırakıp salona dönüşünün yarattığı sessizlik fırsatıyla nefes aldım. Derin ve ağır nefesler. Çayın demlendiğini haber veren kokuyu içime çekip bardakları hazırladım.

Salona döndüğümde kanepeye uzanmıştı. Usulca seslendim. Kıpırdamadı. Gitse artık, diye içimden geçirerek eski yerime oturdum. Onda yüzeye çıkan şeyi, göstermeye geldiğini şeyi görmüştüm. Fazlası ona lüks bana yük olacaktı. Başımı kaldırıp ona baktım bana baksın diye.  Git artık, diyen bakışlarımı görsün istiyordum. Titreyen kirpiklerinin gölgesini gördüm ilkin, ardından usulca inip kalkan göğsünü. Uyumuştu. Uykusunu izledim, izleyişimden hafif tedirgin olarak. Düşüşünden söz edişi geldi aklıma. Sonra gördüm. Gördüğüme güldüm derken: Rüya görüyor ve düştüğü o yeri okşuyor gibiydi. Bıraktım uyusun, bıraktım düştüğünü uykuda sevmenin tadını çıkarsın. Gitsem artık, dedim. Gitmedim.

Mey




9 Eylül 2018 Pazar

‘ Kendine Dair Bir İmgeyle Dolmak’ Denilince


Acelem vardı. Yürüyordum. Hep acelem olur. Gidilecek bir yer, alınacak bir şey, uğranılacak biri. Yürüyordum. Kahve kokusu o sıra. Yürüyüşümü yavaşlattı. Yeni nesil kahve satan dükkanlardan birinin önünden geçiyor olmalıydım. Canım çekti mi? Çekti. Nadiren kahve isterim oysa. Dursam mı, girsem mi, elime tutuşturacakları karton bir bardağa baka baka yoluma devam etsem mi, yürürken içsen tadı tuzu olacak mı, derken boş verip ilerlemeye devam ettim. Kaybedecek zaman yoktu. Ne zaman oldu ki? O sıra geçende okuduğum bir fiil düştü aklıma. ‘Kendimize ait bir imgeyle dolmak!’ ilk okuduğumda da çarpmıştı, ondandır ki günlerdir zihnimde evirip çeviriyordum. Kendime dair bir imgeyle dolacaksam… Hem neyin nesi, kendine dair bir imge? Üstelik onu alıp benliğine yapıştıracaksın. Kendini örteceksin kendine dair bir imgeyle, öyle mi? Tabii, böyle bir imgeye sahip olmak asıl mesele, görünürde yoksa arayıp bulmak, kazıp çıkarmak saklandığı yerden. Varsa da derindedir zaten. Yoksa göz önünde olanın fark edilmezliğinden, göremeyeceğim kadar yüzeyde mi? Kahveyi boş verdiğim gibi bunu düşünmeyi de boş vermeliyim gibi gelmişti o anda. Esasında ürkmüştüm bu dolma meselesinden ve hatta kendime dair bir imge arayışından. Zihnimden savuşturmak istediğim için başımı hafifçe salladığımı fark ettim ilkin, sonra bunu yaptığımı gören birileri var mı telaşıyla etrafı kolaçan ettiğimi. Neyse ki, kimse benden yana bakmıyordu, gören olmamıştı besbelli. Kim bilir, belki de herkes kendine dair bir imgeyle kendini doldurmakla meşguldü. Bir an bu düşünce canımı sıktı. Benden başka herkesin çoktan ‘dolmuş’ olduğu düşüncesi belirince zihnimde, çıplakmışım – anadan üryan şöyle – gibi koşup saklanma isteği peyda oluverdi. Zaten koşar adım gidiyordum. Nereye kaçacaksın?

Nereye kaçacaksın? Somut olana, görünürdeki eyleme ve eyleme zorunluluğuna elbette. İşin mi yok, dedim kendime. Nereye dönsen yapman gereken başka bir işe çarparsın. İçime su serpti bu dediğim. Hızlıca listeledim o gün yapılacakları. Önce bu, daha önce şu, biraz sonra o derken rahatlamış gibiydim. Gün yetecek mi? Liste bitmeden geniş bir zaman olma – olabilme arzusu belirdi içimde. Zamanın kendisi olma. Arzu ile imgeyi karıştırma diye uyardım içten içe sevinmeye başlamış zihnimi. İmge bulmak da kolay değil, geniş bir zaman dönüşmek de. Yürü hadi yürü. Şu caddeden kurtulmalıydım.

Önüme çıkan ilk ara sokağa daldım. Kestirme, diye düşünmedim ki kestirmeydi. İki yanında müzik aletleri satan mağazalar sıralanıyordu yol boyu. Vitrinlere göz ucuyla bile baksanız türlü türlü müzik aleti görebiliyordunuz. Vurmalılar, yaylılar, üflemeliler. İster istemez şarkı düşüyor insanın zihnine onlara bakarken. Bu kez başımı değil elimi salladım savuşup gitsin diye gelen düşünce. Görüp de yadırgan kimse oldu mu diye de bakmadım. Fark edilmeyi umursamayacak kadar önemliydi kendini fark ettirmeye çabalayandan silkinip kurtulmak. Elimi sallarken, uzaktan gönderdiğim masum öpücüğü, parmaklarıyla yakalayıp götürüp kalbine koyan çocuğun imgesi belirdi gözlerimin önünde. Mutlu bir imgeydi ama bana dair olmadığından onunla dolmam olanak dışıydı. Tüh be, dedim. Tüh be. Güzeldi oysa. Yakışırdı da. Ama yakışmazdı da bir yandan. Elimi saçlarımın arasından – biraz düş kırıklığıyla – geçirdim. Görüntü dağılıp gitti. Sokağın eskiden de bu kadar uzun olup olmadığı sorusu o an düştü aklıma. Üç beş adımda geçilebilir gibiydi sanki birkaç gün öncesine kadar. Düşme aklının bu oyunlarına, diye nasihat etmeliydim kendime. Somuta, yaşamsal olana dön, demeliydim. Demedim ama saatime baktım. Çoktan gecikmişliğime mi yanayım, kendime dair – yere batasıca – bir imgenin peşine düşmüşlüğüme mi çıkışayım bilemeden durayazdım sokağın orta yerinde. Kendine dair, kendini doldurabileceğin bir imgenin varlığı fikrinin yüzeyinde küstahlık vardı, az derininde de güven. Küstah bir güven. Bu saptamaya deli gibi sevindim. Aferin bana. Vallahi aferin. Sevincimi kıran Plotinus’a ne kadar lanet okusam azdı: “ kişi ancak içinden çıktığı şeyi temaşa etmek üzere geri dönmek suretiyle kendi imgesini belirleyebilir ve bu imgeden haz alabilir.” Her sözcüğü yüz kez çevirdim zihnimde. Sokağın ortasında durmuş elalemin filozofuna lanet okurken müzik aletleri satan dükkanlardan en köhne görüneninden yükselen şarkıya itiraz, imgenin özlemi ve hazza dirençle ayağımı yere vurdum. Saati ve zamanı boş verip geriye, hala burnumun direğinde sızlayan kahve kokusunun geldiği yere doğru döndüm. Dilimin ucunu sızlatan ilk sıcak yudumun ardından, kendini bozmayı asla bırakmayacak bir imgeye ihtiyacım olmadığını söyledim kendime. Boşluğuma. Yinelenen dolma ve boşalmalardan ibaret gizli bir inşa sürecinin – gerekirse – değiştirilebilir tuğlasıydı imge dediğin şey. Mayısı kırmızıya kesen gelincikler, uykusuz gecede çağırdın ‘uyku cini’, şarkının biteviye değişen güftesi, gerçeğin üstünü örten söz sanatı, denize paralel dağların doruğu, bulutların içinden hızla geçişi, yüzünden göğsüne düşen bir damla ter, kanını kaynatan yüksek perdeden kahkaha, kahvenin kokusu ama en çok da ironi. Seç, beğen, doldur, boşalt. Kendinden, kendine dair veya değil. Doluysan da boşsan da kahveyi bitirip koşacaksın. Bardağı masaya bırakıp koştum. Kendime dairin ağırlığıyla koşabildiğim kadar koştum.

Mey



28 Ağustos 2018 Salı

Çeper

Uzun ve şaşılası bir cümle gibi. Uzun, çünkü zamanın önünden, hafifçe sallanarak ve ayaklarını açabildiği kadar büyük adımlarla ilerliyor. Şaşılası çünkü, beklenmedik bir anda durup bekliyor. Neyi? zamanın üstünden geçmesini belki. zamanın onu ezip geçmesini. Uysalca uzatılmış bir boyun gibi, kabullenişi ve itaati düşündürüyor bir an. Öteki bir an ise saçlarına tutulmuş ve saçlarına yapışmış gibi bir başkasının direnci ve isyanı anımsatıyor. Yakınlaşabilirmiş gibi her an, bir yüzü kapıya bakıyor. Sakınımlı gülüşü ve fütursuz bir ağzı var. yok sayarmış gibi bir yandan, aklım sende dercesine dönüyor sırtını geride kalana. Yüzüne bakarken bile özlüyorum seni, dediğini işitmiş olanlar var; kendisine sorsanız, yok öyle bir şey der. Karanlığı bilir, bildiğinden korkar ama yine de hep karanlıkta yürür, derler gıyabında. Oysa gözlerini hiç yummamış.

Sizi bir yerde görmüştüm, demiştim.
Nerede, diye sormamıştı. Gülümsememişti de. Bakışı, uzun ve şaşırtıcı bir cümle gibi öyle, okuyayım diye asılı kalmıştı.
Okuma bilmem oysa ben.
Yazma bilirim, bir tek yazmayı bilirim.
Sizi bir yerde yazmıştım, demişliğim ondandır.
Nerede, diye sormamıştı. Tebessüm de yoktu gözlerinde.
Ağzı, uzun ve şaşılası bir cümle gibi, ağzı aralanmaksızın - okumadım, demişti.
Yüzünüze bakmadan da özlemiştim sizi, demiştim.
Yok öyle bir şey, demişti.
Kısa ve bilindik bir cümle gibi baksan.
Ama
vardı öyle bir şey. Israr etmedim.


Mey




20 Ağustos 2018 Pazartesi

Hüzün Dışı

İşitiyorsun, görmeksizin.
' nereye' diyor bazen
ve kiminde 'neredesin?'
Yakın biraz
ama uzak gibi çokça.
yine de yapışmış sanki yakandan
sımsıkı ve hüzün dışı.
Öğrenmeyip bildiğin,
yaşamayıp anımsadığın bir hüznün
küçük ve biteviye iniltileri.
Ve sesi sana ulaştıran o boşluk.
Soruyorsun yanıtını bildiğin halde: Ne bu?
Birbirine dolanmış dallar geliyor aklına. Söze döküyorsun:
Ses tutar seni bazen. Ya da sen sesi tutarsın.
Ses hüznü örter, sen dışındaki rengi görürsün.
Eylerken çağırdığın,
uyur uyanık süslediğin,
çarpık gülüşünle beslediğin bir geçmişin küçük ve hınzır iniltileri.
Ve sesi sana ulaştıran o boşluk.
Biliyorsun aslında:
Boşlukta
hüzün
yayılmaz.


Mey



14 Ağustos 2018 Salı

Çünkü Kıpırtısız

Kim hareketsiz duruyorsa, zamanda ilerliyordur.
                                                               Hermann Lenz


Ete yapışmış
sülük,
imge'de

Dala asılmış
baykuş,
merakta

Bulutuna tutunmuş
çise,
inatta

Tene sıkışmış
can,
zihinde.

Sabit
ve
ivmelenmiş.

Geliyorlar...


Mey



20 Haziran 2018 Çarşamba

UYKU CİNİ**


Kuşlar gelecek, dedilerdi. Bekledim. Sonrasında olan biten her şeyin nedeniydi kuşların gelmeyişi ve gelmeyeni bekleyişim. Kuşlar gelmedi, ben uykumu kaybettim. Ardından hayatıma, nereden çıkıp geldiği belirsiz o cin giriverdi. Uyku cini.

( Uyumuyor. Uykunun vaat ettiklerine karşın direniyor gözlerini kapamaya ve durumu açıklamasını istediğim her seferinde aynı yanıtı veriyor fısıldamayı andıran bir sesle. Bu, diyor kalbe aklın verdiği hiza. Anlamakta zorlanıyorum. Kalbe aklın verdiği hiza?  Elbette zorlanırım, ben bir uyku ciniyim. İnsan denen bu derdi bitmez varlığı uykuya hazırlayan; o, uykuyu ‘ölümün kız kardeşi’ olarak tanımlarken, yattığı her uykuda ölümü prova ettiğini görmezden gelerek, rüyalar diyarının kapısını ona açan benim. Ama türün bu üyesi uyumuyor.
Elini tutsam? Saçlarını okşasam ya da? Kulağına eğilip kalbine dokunması muhtemel, yüzyıllar öncesinde bir bebeğe söylenmiş, o ninniyi söylesem uyur mu? Belki. Yüreğinde cevaptan çok soru taşıyan uyuyamaz, derdi eskiler. Uyku cinlerinin var olma nedenlerinden biridir insanoğlunun cevapsız soruları zihninde taşıyıp durması.  Ve şimdilerde anlıyorum ki, esas neden onun bir kalbinin olmasıymış. )

Yatağa girer girmez gözlerini yumup uyuyabilen o şanslı insanlardan değildim. Öteden beri, uyumadan önce ertesi gün olacakların, olabileceklerin en çok da olsa iyi olacakların kurgusuna dalmadan uyuyabildiğim olmamıştı. Kuşların gelmeyişinin uzattığı geceler,  ‘yarın merakı’  adını verdiğim uğraşı uzun saatlere yaymaya başladığında geldi. O işte, uyku cini. Vaat ettiği rüyalar ülkesinin güzellikleriyle aklımı çelme çabası işe yaramayınca, çareyi ‘yarın merakı’na ortak olmakta buldu. Kurgunun asıl sahibi oluşu ise, bir gece içine kıvrıldığım yatakta yanıma sokulup, ardından da yastığın üzerine bıraktığım başımı yarım bir ay gibi bedeniyle çevreleyerek sağ kulağıma fısıldamaya başlamasıyla gerçekleşti. Başımı sarmalayan bedeniyle başlangıçta verdiği tedirginlik, günden güne kimileyin sinir bozan kimileyin yatıştıran sesinin yarattığı vazgeçilmez bir alışkanlığa dönüştü. Benim için olan bir yarının, benim yarınımın hikâyesini anlattığı geceler boyu uyumadım ama dinledim, onu dikkatle dinledim.

( Hayat kendi rotasını dayatan bir deveran. İnsanoğlunun kabullenmeye direnç gösterdiği yegâne bilgi bu olmalı. Öncekinden farklı bir yarın umudu ise, bıkkınlık verici aynılıkla savaşının pusatı. Kuşların gelmediği, gelmeyeceği bir yarını katlanılabilir kılacak büyülü sözleri bulabilme telaşımın arasında anlıyorum bunu. Başına dolanmış bir haleyim ve uyuması için, düşler ülkesinin kapısını aralamak yerine inanması için bir yarın yaratmanın peşindeyim. Ve hala bir uyku ciniyim.)

Yüreğine binlerce kuş konacak yarın, diye fısıldadı bir gece. Karanlıkta gülümsedim. Gün aydınlanırken göğünde duraklayıp sessizce süzülecekler. Çok sessiz olacaklar ama yine de bileceksin geldiklerini. Ardından içlerinden birinin şöyle dediğini işiteceksin: “ Biliyor musun, bazı kuşlar gök incinmesin diye kanat çırpmaz, havada sessizce süzülürler.” *
Başımı kaldırıp ona bakmak istedim. Davranmama kalmadan eliyle engelledi. Onlarca sorum vardı sormak istediğim, eli bu kez söze açılmış ağzımın üzerindeydi. Göz kapaklarımı ağırlaştıran mırıltısını işitiyor, nicedir kuşlar yerine uyku cinimi beklemekte olduğumu söylemek istiyordum. Ninniyi andıran o mırıltıya, saçlarımın arasında dolaşan eline yenik düşmekte olduğumu biliyor ve tebessümü engelleyemiyordum. Uykuya kapılan zihnim benden kopup gitmeden az önce, “ Bak işte bu da kalbin akla verdiği hiza.” dediğini işittim. “Şimdi uyu!”


* Gökhan Arslan

** Bu öykü daha önce, https://borgesdefteri.blogspot.com/ da yayımlanmıştır.

Melek ekim Yıldız / mey


                                                     Masanori Sugisaki

26 Mayıs 2018 Cumartesi

Edim

Gözümü yumuyorum,
hayat.
Gözümü açıyorum,
rüya.

Mey


19 Mayıs 2018 Cumartesi

Neredeyim?

Kurmaya
cesaret edemediğim
o düşün,
peşine düştüğü rüyanın
uykusundayım. Ses etme.


Mey


11 Mayıs 2018 Cuma

Anlatılmayan


Öykünün, diye başlasam olmazdı. Masal da diyemiyordum, çünkü masallar eninde sonunda herkesin yüzünde bir gülümseme oluştururdu. Öykünün özgül hüznü, masalın akıldışı neşesi işimi görmezdi. Belki hikâye. Mutlaka hikâye. O, kederi de alırdı içine gülüşü de. Yeterli miydi, emin olamıyordum. Sonuçta, iyi yönetilememiş duyguların ve hepten yetersiz kalmış düşüncelerin bozduğu bir grup insandık. Ve bu grubun yaşamının kenarından köşesinden geçen veya dip köşe aldırmadan tam ortasından vurup, vurduğu yerde bir göçük oluşturan bir olayın hikayesini anlatmaya cesaret edecek - şimdilik - benden başka kimse yoktu. Diğerlerinin kendilerine bile diyemediklerini, diyemedikleri o yerden – zihnin sotası mı desem, kalbin zulası mı yoksa – çıkarıp ve daha çok kurup açık edebilecek tek kişiydim. İlkin öykü demeye niyetlenmiştim. Öyküleştirme çabasının dilime, bir türlü yok edemediğim bir şiirsellik eklemesinin başıma bela açacağını, haddini aşan cümlelere meyletmeme neden olacağını nihayetinde fark etmem, iyi oldu. Özgül olanın bir ilineğe dönüşmesi, haksızlık olurdu. Hepimiz için. Kendimi derhal durdurdum. Masalsı bir yanı yok değildi, ama olan bitenden sorumlu tutacağım bir kötü adam bulamayacağım gibi, öyle birini yaratamazdım da. Fenası iyi adam da yoktu. Canavarlar vardı ama. Canavarlaşmış arzular. Bizi biz olmaktan çıkarıp, biz olmayan bir dolu sözü bize ekleyen ağzı ateşli ejderhalar. Yok, masalın altından kalkamazdım. Geri dur, dedim kendime. Yapabildiğini yap. Becerebiliyorsan, işte hikâye şuracıkta! Hikâyeye soyundum. Onun da zor olacağını düşünememişim. Zorluk bendendi. Bu yüzdendi işte o sıkıntı.

Belliydi. Sıkıntı büyüyecekti. Belli olmayan, ne kadarlığına beni içinde tutacağıydı. İçinde olmak, aynı kalmamak demekti. Beni dönüştürecekti. Ondandır, Kant’ın tanımladığı “analitik doğrular“gibi hissediyordum kendimi bir süredir. Neresinden baksan kendine çıkan, söylenmişin içinde söylenmemiş bir şey barındırmayan o aleni önermelerden farksızdım: “Bütün babalar erkektir.” Yüklemin özne içinde içerilmiş olması. Analitik bir doğru, hadi önerme diyelim buna, olmanın üzerime tam oturduğunu görebiliyordum. Hiçbir potluk yoktu, ne de bir sarkma vardı. Tamı tamına böyleydim. Doğaldır ki sıkıntının büyüyecek gibi görünmesi, sıkıntılı bir durum değildi nazarımda. Bütün sıkıntılar sıkkınlık içerir. Yıllardır ilk kez bir mayıs ayının içinde olmak heyecan duymama neden olmuyor; yanında geçtiğim hanımellerinin, iğdelerin, ıhlamurların yaydığı kokular hafifmeşrep bir gülüşü yüzüme yapıştırmıyor, öğleden sonraları indiriveren yağmurlar tenime değmiyordu. Bu da sıkıntı değildi, sebebini üç aşağı beş yukarı bilir gibiydim. Sebebi dile dökebiliyorsanız en azından bir sentetik doğrunuz var demektir ki, bu ferahlıktır zihne. Anlatılması gerekeni anlatmanın yolunu bulamamak, ki bu ilk oluyordu bana, usulca hikâyeden utanmaya başlamama neden oluyordu. Ben utanırsam, diğerleri silinip giderdi. Endişe etmeme kızıyordum bir yandan da. Silinmeye, silinip gitmeye razı gelmişlerse kendileri bilirdi. Ben kendimden mesuldüm. Bizden değil. Biz deyince, manzara komik görünüyordu: Hikâyeyi kuramayan ben, öyküsünü anlatamayan öteki, masalı reddeden diğeri. Yaşamasızlık engeli, canımıza okumuştu besbelli. Analitik varlığımı kabullenip, sentetik cümlelerimi ceplerime gizleyip, başımı alıp zihnimin sessizliğine çekilmem gerektiğini görmüştüm nihayetinde. Hikâyeyi durdurdum, öykü ve masalı sahiplerine terk ettim. Ama umudumu yitirmedim. Eğer anlatılması gerekiyorsa, illa anlatılacaksa… Bildim ki, günü geldiğinde her birimizin birer hikayesi, birer öyküsü, birer de masalı olacak. Yettiği kadar keder, yüzümüzün aldığınca gülüş, belleğimizin gücü kadar şiir. Sebebini üç aşağı beş yukarı bilir gibiydim. Sebebi dile dökebiliyorsanız en azından bir sentetik doğrunuz var demektir ki, bu ferahlıktır zihne.


Mey





1 Mayıs 2018 Salı

Beklendiğini Bilmeyen

Beklendiğini bilmeyen rüzgar,
günün birinde gelip saçlarına dolanacak için
uzatıyor kendini şu sarmaşık.
Günler gecelere uzanıyor,
aylar mevsimlere.
Beklendiğini bilmeyen şu yağmurları kucaklıyor,
beklemeyi iyi bilişine seviniyor.
Geceler günlere iniyor,
mevsimler kendinden memnun bir tebessüme.
Bekleme yenilerken kendini,
rüzgara yağmur düşlüyor yağmura delişmen bir rüzgar.
Eskiyen beklemeden tazesini doğuruyor.
Suya
ve
esintiye.

Mey




22 Nisan 2018 Pazar

Sus-pus

Sabahına yetişemeyen
öykünün,
karanlık korkusu
bu:
- işitiyorsun -
Sus
pus.
Cılız işte hepten ışık.
- gözün üstünde -
Görmüyorsun.
Bir söz, bir boynundan öpüş,
teninde bir diğer ten kurgudan
- elin boynunda,
hissetmiyorsun -
Yine de
günü, bir de geceyi kaplayacak cüreti öykünün
- biliyorsun -
Sen bildiğine gülünce,
öyle elin boynunda
ağızda sus, kalpte pus
genişliyor.
- sığmıyorsun -

Mey



8 Nisan 2018 Pazar

İZ


“Ürperten yaralara çıplak
Havaların değmesi
Acır. “ B. Necatigil

Epey eski bir iz gibi duruyor, dedi. Gözümle kaşım arasındaki o incecik çizgi. Eskiydi. Tespitmiş gibi görünen sorusuna cevap bekler gibi bakıyordu. Elimi kaldırıp sorunun nesnesine, o eski yara izine dokunmayı, yerinde durup durmadığından emin olmayı ister gibiydim. Beni durduran neydi bilmiyorum ama son anda dokunmaktan vazgeçip yaranın oldukça eski olduğunu söylemekle yetindim.  Konu kapansın istiyordum. Yapmaktan son anda vazgeçtiğimi yapacağını ise düşünmemiştim. Uzandı ve dokundu. Gözlerim kendiliğinden kapanırken, teması buyur eden tenim, bir dokunuşun parmaklarının şefkatle titreyebileceğini şaşkınlıkla fark ediyordu. Uzun süren temasın içine yerleştirilmiş kısa bir soru geldi ardından: Nasıl oldu bu?

Nasıl oldu bu, diye bağıran annemin sesiydi beni asıl korkutan, başımıza toplanmış komşuların Allah korumuş gözüne bir şey olmamış, yorumları annemim sesinin daha da yükselmesine, az önce dallarına çarpa çarpa tepesinden düştüğüm ağacın dibinde yatmakta olan zedelenmiş bedenimdeki sızıları olduğundan daha yoğun hissetmeme neden oluyordu. Annemim korku dolu gözlerindeki panik yatışmaya başladıkça, kaşımın altında açılmış yaradan sızan kanın yüzümden boynuma doğru yol alıyor olduğunun farkına varıyordum. İz kalmasa bari diyen çokbilmiş kadınlardan hiçbirinin ama en çok da annemin beni kucağına almaya, yattığım yerden kaldırmaya yeltenmemesi yerine o çok sevdiğim ağacın beni koynundan atışına hayıflanıyordum. Sevdiğince itelenmenin açtığı yaranın çok acıyacağını küçük yaşta öğrendim ben. Günler süren iz kalacak mı kalmayacak mı tartışmalarının, annemin ağaçlara tırmanmam konusunda koyduğu yasağın, düşmenin etkisiyle berelenmiş bedenimin ve kaşımın hemen altına atılan üç dikişin bile önüne geçemediği o atılmışlık hissi ile bahçedeki ağaçları bir süre küskünlükle izledim.  Ağaçların soyundan geldiğine inanan ilk kadın değildim ve sonuncusu da olmayacaktım. Düşmeye devam ettim.

Ağaca değil kendime küstüğümden bahsetmedim ona.  Karşısına çıkarmaya cesaret edebildiğim ilk adamın, yaramaz bir çocuk olup olmadığımı sorması üzerine annemin beni mutfağa çekip,  daha koskoca yara izini görmemiş, hayır gelmez bundan, deyişini anlattım bunun yerine. Gülüştük.  Komşu kadınların endişesi, yüzündeki efsunkâr olmuş bana kalırsa, dediğini işitmemiş gibi davranırken tepelere doğru dallar incelir uyarısını aklımda tutabilmenin yollarını aramaktaydım.
Kendi yarasına dokunmaktan, dokunurken kendini acıtmaktan haz duyan insanlardan olmadım hiç. Yarayla oynama, iz kalır uyarıları değildi buna sebep. İz bırakmayan yara olmayacağını erken yaşlarda öğrenmişliğime ek, onu kendinden bilmedikçe iyileşmeyeceğinin ve dokunmanın sende olanı dışlaştırmaktan başka işe yaramayacağının bilgisiydi temassızlığı mümkün kılan. Bir başkasının dokunuşuna ise alışık değildim.

Bastığım en ince dal olduğunu görmezden gelerek, kaşımdaki yara izine bir kez daha uzanmakta olan, o eli tutup parmak uçlarından öpmemin tek açıklaması vardı:  Ağaçların soyundan geldiğine inanan ilk kadın değildim, sonuncusu da olmayacaktım. Düşmeye devam edebilirdim.

Melek Ekim Yıldız / Mey





2 Nisan 2018 Pazartesi

BİR MEKTUP ATANIN

Demini aldığı kokusundan belliydi. Taze demlenmiş çayın kokusunu içine çekiyordu ki bahçe kapısının çıngırağının sesi duyuldu. Sabah sabah kim acaba, merakıyla elindeki havluyu bırakmadan açtı dış kapıyı ve postacının gülümseyen yüzünü görerek şaşırdı. Kocaman bir gülümseyiş vardı postacının yüzünde. Bahçe kapısına mektuplar için astığı sepetin yerinde olup olmadığını kontrol etti ister istemez. Koyduğu yerde duruyordu sepet. O halde? Bu sırada günaydın diye şakıdı postacı. Şaşkınlığını üzerinden atamamışken, bu günaydın daha da anlamsız geldi. Günaydınına karşılık verdi yine de ona doğru ilerlerken. Komşu bahçeden gelen leylak kokusu o sırada çarptı burnuna. Sersemledi. Postacıya baktı benzer bir sarsılmayı onda da görme umuduyla. Görebildiği kendinden memnun bir tebessümdü.

Bir mektubunuz var, dediğini duyduğunda bahçe kapısına ulaşmıştı. Postacının uzattığı zarfa baktı, bildik fatura ya da reklam zarflarından değildi. Zarfın üstündeki el yazısına çarptı gözü. Leylak hafif bir esintinin peşi sıra doldu burnuna yeniden. Postacının zarfı tutan eli havadaydı ve şaşalayışını anlayışla karşılıyor gibi bakıyordu bir yandan da. Mektup mu, diye sordu. Mektup ya, diye cevapladı postacı, uzaklardan geliyor. Uzaklardan gelen bir mektup düşüncesi leylağın kokusundan daha sersemleticiydi. Uzanıp almadığı zarfa gözlerini dikip, ne dediğini bilmeden konuştu: Çay içer misiniz? Postacının çay teklifini kutlama gibi algılayışına daha sonra gülecekti, bunu biliyordu. Adamın daveti ikiletmeden bahçe kapısını açacak mandala yönelişine anlam veremedi yine de. Eliyle küçük masayı işaret etti, gözü hala zarftaydı. Buyurun, dedi. Çay için içeri girerken göz ucuyla adamın zarfı masaya özenle bıraktığını gördü. Zihni el yazısının tanıdık olmadığını söylüyordu, kalbinin şiddetle çarpışı bundan olabilirdi.

Mutfağa geçip raftan çay bardaklarını çıkardı. Bir mektup, diye düşünüyordu bir yandan. Gerçek bir mektup mu acaba şüphesini elden bırakmıyordu. Şimdilerde reklam amaçlı broşürlerin de adreslerinin el yazısıyla yazıldığı oluyordu. İçine bakmadan çöpe atılmasını bu yolla engelleyebileceğini düşünen kimi ısrarlı tanıtımcılar bu küçük hileyi çare görüyor olmalıydılar. Ama uzaklardan, demişti postacı. Uzaklardan gelen bir tanıtım zarfı akla yakın değildi. Çayları doldurdu, bahçeye yönelecekken şeker geldi aklına. Mektubu getiren çayını şekerli içiyor olabilirdi. Tepsiyi bırakıp dolapları karıştırmaya başladı. Birisi ona bir mektup yazmıştı, yazmakla kalmamış mektubu okuyabilmesini mümkün kılacak, çoğunluğun çoktan unuttuğu eylemleri de yapmıştı. Uzaklardan biri. Kim olabilir sorusu zihnini didiklerken aklına hiçbir ismin gelmeyişinin de tuhaf olduğunu düşünüyordu. Sonunda şekeri buldu.

Postacı gözünü masanın üzerindeki zarfa dikmiş, yüzünde tuhaf bir gülümseyişle oturuyordu. Mektubu bırakıp gitmek istemiyor gibiydi. Çay davetini reddetmemesinin nedeni de bu olmalıydı. Dağıtacak faturaları, paketleri, tanıtım zarfları yok mu bu adamın diye düşündü çay tepsisini masaya bırakırken. Bahar erken geldi, dedi bu sırada gözünü hala zarftan ayırmamış olan postacı. Dikkatini mektup zarfından uzaklaştırmaya çalışıyor gibiydi. Başıyla onayladı diğer sandalyeye yerleşirken zarfın sahibi. Onun da gözü zarftaydı. Leylaklar bile erken açtı, dedi bir şey söylemiş olmak için. Postacı uzatılan şekeri reddetti. Bardağın yanındaki çay kaşığını kenara aldı. Gözüyle zarfı işaret ederek, açmayacak mısınız diye sordu. Açarım diye atıldı beriki ama zarfı almak için davranmadı. Bunun yerine çayından bir yudum aldı, başını çevirip komşu bahçedeki leylak ağacına baktı. Postacının, uzun zamandır gerçek bir mektup ulaştırmadım sahibine dediğini işitince ondan yana döndü. Gülümsedi. Zarfı açmadan gitmeyecek, diye düşündü. Onun yanında açmak istemiyordu. El yazısının yabancılığı umudu ve umutsuzluğu aynı şiddetle duyumsatırken zarf uzak bir hayale dönüşüyordu zihninde. Kimseler mektup yazmıyor artık, diye başlayacak bir konuşmanın kapıda olduğunun bilincinde, yapması gerekeni düşündü. Posta merkezine döndüğünde, arkadaşlarına haberi vermek için emin olmak istiyordu postacı besbelli. Uzandı zarfı eline aldı. Parmaklarının arasında tuttuğu şeyin kalbini yakıyor oluşuna şaştı ilkin, sonra zarfın kalınlığına. Uzunca bir mektup diye düşündü, kötümser yanı hemen ekledi: eğer bu bir mektupsa. Zarftaki yazıyı var eden, az sonra zihnini ve belki kalbini okşayacak, parmakları düşündü. İçinden sevdi onları ve postacının sabırsız bakışlarını görmezden gelerek zarfı burnuna götürüp kokladı. Alabildiği tek koku, geldiği yol boyunca rastladığı onlarca elin zarfta bıraktığı yıpranmışlığın kokusu oldu.

Postacının boş çay bardağını tabağa bırakışının sesiyle irkildi. Adama haksızlık etme, aç şu zarfı diye çıkıştı kendine. Zarar vermemeye çalışarak yapıştırılmış kapağı yerinden ayırmaya başladı. Zarftan çıkan katlanmış sayfaları açtı. Artık tanıdık olan el yazısına baktı uzunca. Mektubun bitimindeki imzayı görebilmek için sayfaları çevirdi. Leylağın kokusundan sarhoş olmuş kalbindeki titremeyi saklayabilmek mümkün olmadı. Mektubun gerçekliğinden emin olarak rahatlamış olan postacının ayağa kalkışındaki gururu fark etmedi. Güzel haberler vardır içinde inşallah, temennisiyle kapıya yönelen postacının ardından bakıp,  fark eder mi, diye mırıldandı.

* Edip Cansever

Melek Ekim Yıldız/ Mey


27 Mart 2018 Salı

ALTÜST OLUŞ ÖNSEZİSİ: ÇILDIRASIYA*


Sakindi. Sakinim, dedi. Heyecanlı olması için bir neden yoktu. Heyecanlı olmak için nedenim yok, diye düşündü. Yine de ellerinin buz kesmiş olmasına anlam veremiyordu. Ellerim neden soğuk peki, diye sordu. Soruyu kime sorduğu belli değildi. Kiminle konuşuyorum ki, burada kimse yok; var mı yoksa, diye seslendi. Ellerinin soğukluğunun hayra alamet olmadığını düşünüyor, bir yandan da onları birbirine sürterek ısıtmaya çalışıyordu. Bu iyiye işaret değil, dedi. Güldü sonra. Gülebilmek güzel, diye geçirdi içinden bu kez de.

Aydınlığı içeri taşıyan geniş pencereye doğru yürüdü. Pencereden içeri süzülen yalnızca ışık değil, dedi yüksek sesle. Pencerenin dış dünya, onun içinde yer almadığı dünya hakkında söylemekte olduklarına kulak kabarttı. Pencere gevezedir, dedi bilmiş bilmiş. Uzunca baktı, pencerenin gösterdiği dünyaya; orada olmamaktan, olamamaktan doğrusu, duyduğu iç sıkıntısından kurtulmak istercesine sırtını döndü. Sırtımı dönüyorum çünkü duyumsamadığımı yok kılabilme becerisine minnettarım, diye düşündü. İçinde bulunduğu geniş salonu, aslında bir hangara benziyordu, adımlamaya başladı. Adım adım azalabilirim, diye mırıldandı. Ruhumu hangar gibi boşaltabilirim. Ruhunu hangar gibi boşaltmak ifadesinin saçmalığı bir yana, böyle bir şey mümkünse, bunun kendisine ihanet anlamına gelebileceğini aklına getirmedi. Saçmaladım yine, diyerek kabul etti sonunda. Bir süre susalım, dedi. Bir süre sustu. Susmanın bir süresi bile yorucu, diye itiraf etti. Hangar-salonu adımlamayı sürdürüyordu. Yürümekten vazgeçmeyeceğim, dedi kendi kendine bir söz verir gibiydi. Çünkü, diye devam etti. Yürümenin dışında bütün eylemler kaçıştır, diye okumuştum bir zaman bir yerde. Kendini “ şahane kaçan” olarak tanımladığı zamanları anımsamıyor gibiydi. Muhteşem kaçabildiğim zamanlar olmuştu herhalde, diye mırıldandı. Anımsamak için çaba sarf etmedi. Hatırlamaya çalışmayacağım, diye karar bildirdi.

Hala sakindi ve salonu adımlamayı sürdürüyordu. Sakince yürüyorum, diye düşünüp sevindi. Ellerinin soğukluğunun hayra alamet olmayışıyla ilgili sezisini unutmuş görünüyordu. Unutmadım, dedi ama unutabilirim; umudu terk etmeyebilirim.  Salonun uzaktaki duvarına, fotoğrafların asılı olduğu duvara doğru yürüyordu. Fotoğraflara bakma zamanı, diye geçirdi içinden. Onlara bakmayı güvenli buluyordu. Onlara bakmaktan yana çekincem yok, dedi o tarafa yaklaşmaya yüz tutmuşken. Duvara yaklaştıkça nereden geldiği belirsiz bir seziyle içi burulmaya başladı. Ne oluyor, diye panikle sordu boşluğa.

Aynı paniğin anlatıcı olarak beni de sarmalamaya başlamış olması şaşırtıcıydı, bu yüzden yazarı arandı zihnim. Yok gibiydi. Anlatıcı..?  Yazar..?  Tiz bir sesle her ikimize birden sesleniyordu. Duvara bakan gözleri korkuyla açılmıştı.

Duvarın karşısında büyülenmiş gibi kıpırdamadan duruyordu. Durdum, kıpırdamalıyım oysa, diyordu bir yandan da. İstemli bir yaşam düzeneğini güvenli bir biçimde sergileyen fotoğraflar altüst olmuş, peş peşe geliş sıraları birbirine geçmişti. Bu durumu kaldıramayacağından korkuyordu. Bunu kaldıramam, diye fısıldadı. İlk sırada olması gereken fotoğrafın yerinde beşincisi, beşincinin yerinde dokuzuncu, dokuzuncunun yerindeyse ikincisi duruyordu. İlkinin yerinde sekizinci, sekizincinin yerinde altıncı, altıncının yerinde üçüncü var, diye söylendi. Yüreği sıkışıyordu. Yüreğim beni öldürecek, dedi. Tutunacak, dayanacak bir destek arandı. Yaslanacak bir gerçeklik, yok dedi. Hepsi altüst olmuş. Yerli yerinde duranın yalnızca sonuncu fotoğraf olduğunu henüz fark etmemişti. Göremediğim ne, diye bağırdı. Seslendi yine: Anlatıcı… ? Yazar… ?  Yazar çağrısına yanıt vermeme izin vermeyecekti, sessiz kaldım. İçimden sonuncuyu fark edebilmesini diliyordum.

Özenle inşa ettiği yaşam öyküsünün yitip gitmesine yanıyordu. İtina ve zor dolu onca çaba boşa gitti, diye hayıflandı. Gerçeksediği yalanın kaybı düşüncesi yere yığılacakmış gibi hissetmesine neden oluyordu. Düşüyorum, dedi. Zihnini boşluğa göndermeye razıyken, olması gereken yerde durmaya devam eden o son fotoğrafı gördü. Geçmiş altüst oluş önsezisini ve çıldırmayı anımsadı. Bu fotoğraf, dedi. Anımsıyorum.

Yaslanacak bir gerçeklik bulmanın rahatlamasıyla gülümsedi. Tebessüm ediyorum işte yeniden, dedi. Bir yalanı tazelemek ne kolay.  Fotoğrafın içinde süzüldüğü çerçeveyi yerinden çıkarıp ilk sıraya astı. Altüst oluşun önsezisi adını vermişti çok önce bu fotoğrafa. Çıldırasıya, diyerek onayladı anıyı. Öylece duruyordu fotoğrafın ve anının karşısında.

Hareket bitmiş, her şey donmuş gibiydi. Bir şeyler dondu, dediğini duydum. Bu hikâyenin anlatıcısı olarak ilerleyeceğim yönü kestiremiyordum. Şimdi ne olacak, diye sordum yazara. Yeni bir altüst oluş önsezisiyle şahane kaçışını yineleyecek, diye cevap verdi yazar. Çıldırasıya ama. Unutma bunu diye ekledi hikâyenin kahramanı.

Anlatıcı olarak üzerime düşeni yapıp, hikâyeye nokta koydum. Hala içime sinmeyen şeyler vardıysa da, bu yazarın sorunuydu artık. O günden sonra bir daha ne kahramana rastladım ne de yazara. Bana kalan,  önce son sonra ilk sırayı kapan o fotoğrafın gizlice aldığım bir kopyası oldu.


Melek Ekim Yıldız / Mey



*Başlığı oluşturan sözcükler Maurice Blanchot’un Sonradan Sonsuz Yineleme’sinden ayrı ayrı çekilmiştir.

25 Mart 2018 Pazar

SOBELENMİŞİN KENDİNE SORDUĞUDUR


Rahat bırakılmak istiyorum, diyordum. Bunu kendime söylüyordum üstelik. Gün içinde, bu talebi yüksek sesle kendime bildirirken yakalıyordum kendimi. Bunu niçin yaptığımı bilememekten daha tuhaf olan ise, aslında kimse tarafından rahatsız edilmiyor oluşumdu. Aksine, hemen hiç kimsenin bana herhangi bir şey, basit bir şey bile, sormadığı günlerdi. Yine de ben, dikkatlice yapılmış bir robot gibi, rahat bırakılmak istediğimi söyleyip duruyordum. Benden başka kimsenin haberdar olmadığı, olmasının da anlam taşımadığı, bu talep; dillendirmekten haz duyduğum bir dize gibi dilime yapışmıştı.

Delirdiğimi düşünüyor fakat bu olasılıktan ürkmüyordum. Epeydir delirmeyi beklemekte olduğumdan, rahatlamış hissetmem gerekirdi. Olması gereken’le hayatım arasındaki uymazlık, bu durumda da kendini yok sayacak değildi ya. Saymadı.

Delirmeyi beklediğim doğruydu; günün birinde delireceğime dair mutlak bir inanç taşıyordum gizlice. Biten her günün ardından, bugün de delirmedim, hesabına girmiyordum elbette ama bekliyordum. İnsanın kendine katlanarak ve kendine rağmen yaşamayı sürdürmesinin başkaca bir yolu olmadığını düşünüyordum sadece.

Kendime ağırdım. Bunu biliyor, hem de bu bilgiyi bir tür bilgelik olarak kabul ediyordum. Başkalarının seyrine açık tuttuğum, aslında kurmaca olan bir hayat ile yalnızca kendime farkındalık izni verdiğim zihinsel kaosum arasındaki çelişki, beni bana ağır kılıyordu.

“ Taşıması ne kadar ağır olursa, o kadar memnun olacağım…” diyen adamı ilk okuduğum günkü kadar cesur değildim artık. Memnun da değildim. Aklını yitirmek tek çıkış yolu gibi görünüyordu bana iyiden iyiye. Okuduğum kitaplardan, “ Deli, aklını kaybetmiş biri değildir. Deli, aklından başka her şeyini kaybetmiş biridir.” Gibi cümleler bulup, önce altlarını renkli kalemlerle çiziyor; ardından bu işlemi yetersiz bularak sürekli yanımda taşıdığım defterlere aktarıyordum onları. Bu eylemin adını “ kendini kaçınılmaza hazırlama” koymuştum. Geleceğe, geleceğime, ilişkin kehanetlerime bağlı sabırlı bekleyişimin tutarlılığından şüphelenmek aklımın ucundan bile geçmiyordu. Ya delirecek ya da komaya girecektim. Kendimi sık sık koma halinde hayal etmeye başlamamdan kısa bir süre sonra, o cümle aniden gelip, dilime yerleşti: Rahat bırakılmak istiyorum.

Bu saçma talebin anlamını çözmeye çokça dalmışlığımdan mıdır, yoksa nasılsa delirdim fikrinin verdiği rahatlıktan mıdır, şimdi çözemiyorum, tedbiri elden bırakmış olmalıyım. Bu böyle olmalı. Aksi halde, olmuş olanın açıklamasını kendime yapamamanın sonuçlarından korkarım.


Rahat bırakılma isteğimin zihnimi esir aldığı o günlerden birinde, bir masada, o gün ilk kez karşılaşmış olduğum birinin karşısında oturuyordum. Tedirgin değildim, rahat bırakılma arzusu ile kıvranan zihnimin aksine oldukça rahattım. Sunduğum sahtenin yutturulabilirliğinden emin olarak konuşmaları izliyordum. Kurmaca ben’in üstüne düşeni yapıyor oluşundan mesut bir şekilde de tebessüm ediyordum.

Paranoyaya meyilli zihnim hiçbir uyarı yollamadı ne kaslarımda bir gerilme oldu ne de duyarlı burnum tehlike kokusu aldı. Karşımdaki konuşurken; ilgiyle dinlemekte olduğunu konuşana belli etme gereğinin en temel iletişim becerisi olduğunu öğrenmiş her görüntü karakter gibi, başımı kaldırıp gözlerine dikkatli gözlerimi diktim.

Hadi canım sende, diyen böbürlenme meraklısı zihnimin yadsıma kalkışması, gördüğümün şiddeti karşısında cılızdı. Karşımda oturana sahte bir ilgiyle bakarken, gördüğünü gördüm. Henüz aklım başımdan gitmemişti; içimden titredim. Sadece içimden tir tir titredim. Bana bakıyor, sunduğum yerine sakındığımı görüyordu. Ben de onun görebildiğini görüyordum. Karmakarışık bir “görme” meselesi nefesimi kesiyordu.

O esnada delirebilirdim. Delirmedim. Koma çok daha iyi bir seçenek olmasına karşın, uzak ihtimaldi.

Rahatımız kaçtı, dedim günlerdir rahat bırakılmak istediğini tekrarlayıp duran kendime. Şimdi memnun musun?

Cevap veren olmadı.


Melek Ekim Yıldız / Mey





12 Mart 2018 Pazartesi

Kırpılmış


Bakabildiğince uzağa bakmak. Çözüm buydu. Hatırlamaya ve unutmaya. Gözünü dik, düşün, anımsa, karar ver ve gülümse. Dikkatle bak, düşünme, unut, rahatla ve gülümse. Basit değil mi? “Hayat çok acımasız” dediydi geçende konuştuğum biri. Kendine bir şey demediydim de düşünekaldıydım sanki. Hayat mı? Hayat’la kasıt ne? Doğanın düzeni mi, yoksa hayat denilen şeyin içinde yer alan akıllı varlıklar mı, yoksa bunların toplamı mı? Doğanın acımasızlığı ne olabilir? Hem doğa bilir mi, acıma ne, acımasızlık ne? Soruları birbiri ardına sıralarken karşımdaki konuşuyor, anlatmayı sürdürüyordu. Ne anlatıyordu diye soran olsa, bilmem dinlemedim ki. Bazıları konuşur, bana benzeyenler o konuşmanın bir yerinden yakaladığı sorunun doğurduğu soruların peşine düşer. Soru peşindeyim, deme bana bir şey.

Acımasız olanın hayat olduğunu hiç sanmıyordum. Yine de bir sanıydı benim ki. Yanılıyor olmam mümkün. İçimden kuvvetle bir ses, acımasız olanın sorular olduğunu söylüyordu. Sorabilme lüksünün ironik acısı. Belki de burada hakkını vermeliyim. Hayat büyük bir soru işaretiyse, acılığı oradandır. Başka ne olacaktı? Başka ne olabilirdi? Devasa bir cevap olsa iyi olurdu ya da belki olmazdı. Belki, asıl acımasızlık, acımasızlık sözcüğünü bulmakla kalmayıp ona anlamını atfeden zihinlere sahip olmaktır. Yargı cümlesi gibi görünen soru cümleleri kurduğumu biliyorum. Başka türlü yapamam, başka türlü olamam. Başka türlüsünü hiç yapmadım, başka türlü hiç olmadım. Bakabildiğimce baktım, sorabildiğimce sordum. İnatçı bir keçiye benzediğimi söyleyen birini sevmiştim. Teşhisten haz etmediğimi söyleyecek kadar sevgimin azalmasını beklemem gerektiğini düşünmüştüm o vakit, o kadar sevmediğimde artık söyleme istediğimin kalmadığını görüp bakabildiğimce uzağa bakmıştım. Dikkatle bak, düşünme, unut, rahatla ve gülümse. Basitti. Bir keçi olsaydınız, “inat” ne demek bilmeyeceğiniz gibi umurunuzda da olmayacaktı. Bir umurunuz olmayacağını da eklemeye kalksam başka eklemeler peşinden gelecek ve hiç haz etmediğim teşhisin kollarında debelenmek kaderini sakince kabullenmem gerekecek. Bunu yapamam. Bu teşhis bataklığını, hayvan olmadığını kendine kanıtlamaktan bitap düşmüş insan cıvıklığı yarattı. Bazen tutunup, kendini çıkaracağın bir dal yoktur etrafta. Adımlarını dikkatli at.

Seni içine almayan bir şeye ait olamazsın. Etrafında dolanma. Gözünü dik, düşün, anımsa, karar ver ve gülümse. Hayatın fark edilebilir acımasızlığı, acımasızlıksa eğer, dolaylarında gezinmeni görüp kılını kıpırdatmamasıdır. Dertlerine dertlenen insanlar görürsün. Dert ne? Sonra gülümseyenleri kaydeder zihnin. Neye gülüyor bu insanlar? Bir şarkının melodisinin ıslıkla çalınışı gibi geçici, küçük, nikbin bir esintinin mutluluk verdiğini sezersin diğerlerine. Neye dönüyor insanlar yüzlerini böyle? Acıkmışlığına denk gelirsin koca koca açılmış gözlerin. Açlık nerededir? Elle tutulur öfkenin kararttığı yüzlere bakarsın. Öfkenin o dipsiz kaynağı nerede? Korkunun titrettiği elleri uzanıp tutasın gelir kiminde. Korkudan insan yapan ne? Diz çökmüşlüğün, boyun eğmişliğin, yitirmişliğin ardına gizlendiği kibri seçer gözlerin. Bu ne kibir kardeşim? Aklın alacak gibi olur bunları, aklın almayacak aslında onları, onu çer çöple doldurdun. Yer yok. Gereksiz kalabalığından kurtul.

Bakabildiğince yakına bakmak. Yakında kendin var. Çözüm belki budur. Sen makası yaratırsın, Tanrı seni. Sen makasla ne yapacağını bilirsin, Tanrı seninle ne yapacağını asla bilmedi. En yakında ‘kendin’. Oraya bak. Makasla oynayan çocuk Tanrı’yı göreceksin. En nihayetinde kırpılmışsın. Çözüm belki budur. Kendine başka bir Tanrı bul ve dikkat et elinde makası olmasın.


Mey




5 Mart 2018 Pazartesi

Söz'ün Rüyası

Usulca soluyor şimdi,
celbi uyutulmuş söz.
İhtimaldir ki bir hikaye anlatıyor
rüyasında.
Seçilmemiş uzun bir yolda yürümüşlüğe
yahut,
elde olmayan bir düşkünlüğe
ya da belki inada ve şaşkınlığa dair.
Kim işitecek?
Hikaye; 'kim nedir?' bilmez, rüya, uykusu en uzak olanı seçer.
Söz, sökülmüş düş'ün yıpranmışlığından ilmeklerken rüyayı,
sen
hiç
uyuma.
Veya
sakın
uyanma.
Hikaye senin, rüya benim olsun.
Söz, derince uyusun. biraz daha uyusun.


Mey









15 Şubat 2018 Perşembe

Dryade / haiku

Ağaç da ölmez,
inada bürünmüş dryade de.
Ölmez ise aşk.

Mey




4 Şubat 2018 Pazar

Sadece Su

Sadece su, dedin. Aç gözlerini.
Hafifçe titredi yumulu gözlerimi örten kirpiklerim.
Kışkırtıcı, ama sadece su. Yine.
Akıyor, dedim.
Akar, dedin.
Alır götürür, dedim.
Zerre bırakmaz, dedin.
İşitiyorum, dedim.
Gör, dedin.
Susamadım, dedim.
Tat, dedin.
Yıkar geçer, dedim.
Pirüpak, dedin.
Sadece su, dedim.
Sadece su, dedin.
Değildi. Sadece, hiç değildi.


Mey



9 Ocak 2018 Salı

En / Çok anlamında

Aşılmış tüm çizgilerin
öte yanından güldüm,
bilen'e ve bilmeyen'e.
En kırmızı sendin.

Mey

Ek olarak;

Bilenler özlem derdi...
bilmeyenler elbette kınamıştır / Afşar Timuçin