27 Mart 2018 Salı

ALTÜST OLUŞ ÖNSEZİSİ: ÇILDIRASIYA*


Sakindi. Sakinim, dedi. Heyecanlı olması için bir neden yoktu. Heyecanlı olmak için nedenim yok, diye düşündü. Yine de ellerinin buz kesmiş olmasına anlam veremiyordu. Ellerim neden soğuk peki, diye sordu. Soruyu kime sorduğu belli değildi. Kiminle konuşuyorum ki, burada kimse yok; var mı yoksa, diye seslendi. Ellerinin soğukluğunun hayra alamet olmadığını düşünüyor, bir yandan da onları birbirine sürterek ısıtmaya çalışıyordu. Bu iyiye işaret değil, dedi. Güldü sonra. Gülebilmek güzel, diye geçirdi içinden bu kez de.

Aydınlığı içeri taşıyan geniş pencereye doğru yürüdü. Pencereden içeri süzülen yalnızca ışık değil, dedi yüksek sesle. Pencerenin dış dünya, onun içinde yer almadığı dünya hakkında söylemekte olduklarına kulak kabarttı. Pencere gevezedir, dedi bilmiş bilmiş. Uzunca baktı, pencerenin gösterdiği dünyaya; orada olmamaktan, olamamaktan doğrusu, duyduğu iç sıkıntısından kurtulmak istercesine sırtını döndü. Sırtımı dönüyorum çünkü duyumsamadığımı yok kılabilme becerisine minnettarım, diye düşündü. İçinde bulunduğu geniş salonu, aslında bir hangara benziyordu, adımlamaya başladı. Adım adım azalabilirim, diye mırıldandı. Ruhumu hangar gibi boşaltabilirim. Ruhunu hangar gibi boşaltmak ifadesinin saçmalığı bir yana, böyle bir şey mümkünse, bunun kendisine ihanet anlamına gelebileceğini aklına getirmedi. Saçmaladım yine, diyerek kabul etti sonunda. Bir süre susalım, dedi. Bir süre sustu. Susmanın bir süresi bile yorucu, diye itiraf etti. Hangar-salonu adımlamayı sürdürüyordu. Yürümekten vazgeçmeyeceğim, dedi kendi kendine bir söz verir gibiydi. Çünkü, diye devam etti. Yürümenin dışında bütün eylemler kaçıştır, diye okumuştum bir zaman bir yerde. Kendini “ şahane kaçan” olarak tanımladığı zamanları anımsamıyor gibiydi. Muhteşem kaçabildiğim zamanlar olmuştu herhalde, diye mırıldandı. Anımsamak için çaba sarf etmedi. Hatırlamaya çalışmayacağım, diye karar bildirdi.

Hala sakindi ve salonu adımlamayı sürdürüyordu. Sakince yürüyorum, diye düşünüp sevindi. Ellerinin soğukluğunun hayra alamet olmayışıyla ilgili sezisini unutmuş görünüyordu. Unutmadım, dedi ama unutabilirim; umudu terk etmeyebilirim.  Salonun uzaktaki duvarına, fotoğrafların asılı olduğu duvara doğru yürüyordu. Fotoğraflara bakma zamanı, diye geçirdi içinden. Onlara bakmayı güvenli buluyordu. Onlara bakmaktan yana çekincem yok, dedi o tarafa yaklaşmaya yüz tutmuşken. Duvara yaklaştıkça nereden geldiği belirsiz bir seziyle içi burulmaya başladı. Ne oluyor, diye panikle sordu boşluğa.

Aynı paniğin anlatıcı olarak beni de sarmalamaya başlamış olması şaşırtıcıydı, bu yüzden yazarı arandı zihnim. Yok gibiydi. Anlatıcı..?  Yazar..?  Tiz bir sesle her ikimize birden sesleniyordu. Duvara bakan gözleri korkuyla açılmıştı.

Duvarın karşısında büyülenmiş gibi kıpırdamadan duruyordu. Durdum, kıpırdamalıyım oysa, diyordu bir yandan da. İstemli bir yaşam düzeneğini güvenli bir biçimde sergileyen fotoğraflar altüst olmuş, peş peşe geliş sıraları birbirine geçmişti. Bu durumu kaldıramayacağından korkuyordu. Bunu kaldıramam, diye fısıldadı. İlk sırada olması gereken fotoğrafın yerinde beşincisi, beşincinin yerinde dokuzuncu, dokuzuncunun yerindeyse ikincisi duruyordu. İlkinin yerinde sekizinci, sekizincinin yerinde altıncı, altıncının yerinde üçüncü var, diye söylendi. Yüreği sıkışıyordu. Yüreğim beni öldürecek, dedi. Tutunacak, dayanacak bir destek arandı. Yaslanacak bir gerçeklik, yok dedi. Hepsi altüst olmuş. Yerli yerinde duranın yalnızca sonuncu fotoğraf olduğunu henüz fark etmemişti. Göremediğim ne, diye bağırdı. Seslendi yine: Anlatıcı… ? Yazar… ?  Yazar çağrısına yanıt vermeme izin vermeyecekti, sessiz kaldım. İçimden sonuncuyu fark edebilmesini diliyordum.

Özenle inşa ettiği yaşam öyküsünün yitip gitmesine yanıyordu. İtina ve zor dolu onca çaba boşa gitti, diye hayıflandı. Gerçeksediği yalanın kaybı düşüncesi yere yığılacakmış gibi hissetmesine neden oluyordu. Düşüyorum, dedi. Zihnini boşluğa göndermeye razıyken, olması gereken yerde durmaya devam eden o son fotoğrafı gördü. Geçmiş altüst oluş önsezisini ve çıldırmayı anımsadı. Bu fotoğraf, dedi. Anımsıyorum.

Yaslanacak bir gerçeklik bulmanın rahatlamasıyla gülümsedi. Tebessüm ediyorum işte yeniden, dedi. Bir yalanı tazelemek ne kolay.  Fotoğrafın içinde süzüldüğü çerçeveyi yerinden çıkarıp ilk sıraya astı. Altüst oluşun önsezisi adını vermişti çok önce bu fotoğrafa. Çıldırasıya, diyerek onayladı anıyı. Öylece duruyordu fotoğrafın ve anının karşısında.

Hareket bitmiş, her şey donmuş gibiydi. Bir şeyler dondu, dediğini duydum. Bu hikâyenin anlatıcısı olarak ilerleyeceğim yönü kestiremiyordum. Şimdi ne olacak, diye sordum yazara. Yeni bir altüst oluş önsezisiyle şahane kaçışını yineleyecek, diye cevap verdi yazar. Çıldırasıya ama. Unutma bunu diye ekledi hikâyenin kahramanı.

Anlatıcı olarak üzerime düşeni yapıp, hikâyeye nokta koydum. Hala içime sinmeyen şeyler vardıysa da, bu yazarın sorunuydu artık. O günden sonra bir daha ne kahramana rastladım ne de yazara. Bana kalan,  önce son sonra ilk sırayı kapan o fotoğrafın gizlice aldığım bir kopyası oldu.


Melek Ekim Yıldız / Mey



*Başlığı oluşturan sözcükler Maurice Blanchot’un Sonradan Sonsuz Yineleme’sinden ayrı ayrı çekilmiştir.