30 Eylül 2015 Çarşamba

Lahit Kapak..

Pincio'nun arka tarafında bir yerlerde ya da halihazırda Villa Borghese'de, aynı taş türünden yapılma iki lahit kapak çalılıkların arasında açık olarak duruyor. Herhangi bir maddi değerleri yok, orada öylece duruyorlar. Üstlerinde son bir hatıra bırakmak için bir zamanlar kendilerini taşa kopyalatmış bir çift var. Roma'da bu tarzda birçok lahit kapak görmek mümkün, ancak müze ya da kilisedekiler, sanki piknikteymiş ve iki bin yıl süren bir uykudan yeni uyanmış gibi görünen figürlerin bu ağaçların altında yarattıkları etkiyi oluşturamazlar.

Figür dirseklerine dayanarak uzanmış ve birbirlerinin gözlerinin içine bakıyorlar. Aralarında eksik olan tek şey peynir, meyve ve şarap dolu bir sepet.

Kadının küçük buklelerden oluşan bir saçı var - her an saçlarını uykuya yatmadan önceki zamandan çıkarıp en son modaya uygun hale getirebilir. Birbirlerine gülümsüyorlar. Uzun, çok uzun bir gülümseme... Uzağa bakıyorsunuz. Onlar hala gülümsemeye devam ediyorlar.

Bu sadık, düzgün, sevgi dolu, burjuva bakış asırlarca sürmüş olup Eski Roma'dan gönderilerek bugün sizin bakışlarınızla buluşmaktadır.

Sizin önünüzde bile bunun sürmesine, bakışlarını uzağa çevirmemelerine veya gözlerini indirmemelerine şaşırmayın, bu onları heykelsi yapmaktan ziyade daha da insansı yapıyor...


Robert Musil
Türkçesi: Zuhal Kılıç Turanlı




27 Eylül 2015 Pazar

Biri / Sonun Sonu…

Çünkü;
“ Hafıza titrek bir parmaktır…”
Veya
“  Yarınki yüzünü artık tanımasam da adını bilmek ne büyük bir yüz karası…”

Isındı. Yaz diyorlar buna. Artık biliyor Biri. Günleri, ayları bildiği gibi mevsimleri de öğrendi. Yazı pek sevmedi. Çocuğun yokluğundan belki. Çocuk yok. Gitti. Çocuğun gidişi ve yaz başı yağmurları aynı vakte denk gelerek; Biri’nin zamanını ince, tedirgin ve “ yokluk “ hissinin anlamını kavramasına neden olan bir griye boyadı. Gri ve müziksizlik; çocuğun sevdiği şarkıların eksikliği de cabasıydı. Kadın, kedi, yağmur, sevimsiz bir sessizlik ve Biri kaldı geriye.

Yavaşlığı unutmayalım, diye hatırlatıyor kendine Biri. Yaz, çocuğun ve müziğin yokluğunun yanı sıra birinin sıkıcı günlerini daha da bunaltıcı kılan bir yavaşlığın peyda olması demekti. Kedi bile ağırlaşmış sanki. Adımları, bir yerden başka bir yere geçişi, duyduğu sese yönelen dikkatinin keskinleştirdiği bakışlarının hareketi yavaşlamıştı. Kadın desen, ilkin müziği yavaşlattı. Ardından uyumayı, uyanmayı, masa başında geçirilen saatleri, belki düşünmeyi de. Biri’nin varlığından haberdar oluşu ve buna aldırmıyor görünüşünün akla yakın bir nedenini bulamamanın etkisiyle huzursuzlanan Biri, yavaşlıktan haz etmedi. Varlığının bilincine vardığı ilk günlerde cevap aradığı sorulara tekrar tekrar dönüşü bundandı. Sabırsızmışım ben, diye düşündü. Kadının, kedinin, müziğin ve en çok da yağmurun ağırkanlılıklarını tahammül edilmez buluyordu. Biri’nin içerisini yine Biri’nin dışarısından ayıran o kapıdan can havliyle kendini atıp, çocuğun boş odasına sığınmaları bundandı.

Olduğu haliyle oluş’unun failinin kadın olduğundan artık emindi. Öfkesi,  onu kadına şiddetle çekerken bir yandan da olabildiğince uzak durmasını tembihleyen sağduyusu arasında gidip gelen iradesi – iradi bir varlık, bundan da emin. Artık – onu zorluyordu. Yükselen ve derhal sönen bir istenç. Kim olsa bundan bitap düşer, diye düşünüyor ve ne olacaksa olsun diyeceği anın giderek yaklaşmakta olduğunu seziyordu. Gider, kapısına dayanırım diyordu böyle anlarda. Kapısına dayanmak, deyim sadece tabii burada diye de hatırlatmaktan alamıyordu kendine. Evet, nasıl mümkün olabilir şimdilik bilmiyorum ama bana yaptığı şeyi yapmaya hakkı olmadığını anlamasını sağlamadan hemen önce, yaptığı şeyi neden yaptığını ve benim gerçekte ne olduğumu söylemek, anlatmak zorunda olduğunu yüzüne, tam yüzüne haykırıveririm. Çocuğun odasına sığındığı saatler boyunca, monoloğunu bir diyalog gibi kurgulamak ve böylece yavaşlığı dayanılır kılmaktan başka bir şey yapmıyordu. Kendini, kendin olmayan bir başkası gibi karşına alıp zihinsel bir konuşmayı sürümek ve bunu hayatından giden günleri, ayları, hatta yılları hesaplamadan yapıp durmak; varlığını boşluğa, hadi biraz abartalım, hiçliğe çekilen küreklere dönüştürmek… Biri olmak. İşte, bu.
Yağmurlar bitip de sıcaklar başladığında, kendinde günlerini o masanın başında geçiren kadının karşısına geçme cesaretini buldu Biri. Tam karşısında durdu kısalmış günler ve kadın tarafından bilhassa uzatılan geceler boyu. Sessizce ve monologdan bozma zihinsel diyaloğunun şiddetini artırarak durdu. Kadın ne orada, tam karşısında, durduğunun ne de aralık vermeksizin kendisiyle konuştuğunun farkında değil gibiydi. Beni kandıramazsın, diye sesleniyordu kadına aslında sesi olmayan Biri. Varlığımın seni kaplamasına izin vermeme adına bu aldırışsızlığın, biliyorum.  Küstahlaşma, cevabı kadından değil, Biri’nin zihninden çıkıp geliyordu hemen.

Çok çok erkendi gözlerim açıldığında, diye yazdı kadın bir gece defterine. Biri dikkat kesildi. Nihayet bir şey oluyor sezisi, soluğu varmış ve aniden kesilmişçesine sarsılmasına neden oldu. Uyumuş muydum gerçekte, ondan da emin değildim, diye devam etti. Daha gözlerimi açmadan, o keskin acının orada durduğunu biliyordum. Somut, naçar ve doğallığından güçlü bir acı. İlkin nerede olduğumu bilemedim. Bunu okuduğunda, kendi varlığının farkına ilk vardığı günü anımsadı Biri. Umulmadık bir ortaklık duygusu azalttı kadına öfkesini o an. Sadece o an. Anımsadı. Sempatiyi bir kenara bırakıp, kadından gelecek cümleleri bekledi. Sonra hatırladım. Burnuma dolan deniz kokusu, hatırladığımı unutmamı sağlar sandım. Hiçbir şey, hatırlananı unutulur kılmaz, diye araya girmek istedi o an Biri. Kendini tuttu ya, tutmasa da girebileceği bir ara’dan mahrum olduğunun pekâlâ farkındaydı. Sessizce giyinip çıktım. Acıyı yorma fikriydi ayaklarıma bir parça güç veren. Sabah sakinliğindeydi su. Kıpırtısız neredeyse. Attım kendimi suya. Gidebildiğince git, dedim kendime. Kıyı görünür olmaktan çıkana, toprağın aldığını suyun verebileceğine ikna olana kadar git, dedim. N’apıyor bu, diye sordu Biri. Hikayenin ilerleyişinde içini soğutan bir şey vardı ve korkuya yakın bir duygu her sözcükle çoğalıyordu. N’apıyor bu? Ağırlaştığımı fark ettiğimde durdum, hafifçe çekildiğimi hissediyor, kendimi aşağı itiyor oluşumdan şüphe ediyordum. Dönme vakti, dedim. Dön. Çekilme hissi bir an azalmadan kıyıya yüzdüm. Göğsümde yabancı bir hareket. Kıpırtı aslında. Tam göğsümde. Nihayet ayaklarım zemine değdi. Bedenimin yarısı suyun içinde. Göğsümde atan şey, yormak için çabaladığım acı mı ola ki, sorusu aklımda. Yüzümde yersiz bir gülüş. Gözlerim göğsüme kaydı. Gördüm. Bir şey atıyor. Bir şey çaresizce atıyor. Şaşkınlığım, sevince dönüşecek içine herhangi bir şeyin girmesine izin vermeyecek kapalılıktaki mayomun göğüs kısmını hafifçe sıyırdığımda. Açıyorum. Gümüş rengi. Büyük olmadığı gibi küçük de sayılmaz. Görür görmez tanıyorum: göğümdeydi bunca zaman. Göğümden göğsüme inen balığım. Orada kalamayacağının, kalırsa olamayacağının bilinciyle çırpınıyor. Usulca tutup suya bırakıyorum. Ne anlatıyor bu, paniğinde Biri. Dursun istiyor. Böyle kalsın her şey. Kalmayacak ama. Göğ’üm bir hiçlik, göğsüm bir başka hiçlik. Yazmayı bırakıyor kadın. Kalkıp göğün karanlığına bakıyor, bir eli göğsünde. Hiçliği hak etmeyendin, diye fısıldıyor.

Başka sorusu olmayan Biri, usulca uzaklaşıyor…


Mey




23 Eylül 2015 Çarşamba

Hak Edilmiş..

Toprak, köklerinden
sımsıkı sarmış
kırmızı bir çiçeği.
Çiçek tutunmuş belli belirsiz neşesiyle
derinine toprağın.
Sertçe esse rüzgâr;
toprak biliyor
çiçek anlıyor: hak ediyoruz. Birbirimizi...

Mey






22 Eylül 2015 Salı

Belleğinde Yağmurun...

Nicedir
arzulanması engellenmiş bir arzunun
belleği yağmur.
Kapanmış ( sımsıkı ) bir zihne
hatırlatıyor:
Yarasını taşıyışının güzelliğineydi
ilk vurgun. Unutma, diyor.
Sonrası için,
şiddetini artırması gerekecek...

Mey




20 Eylül 2015 Pazar

Basit...

Basit bir açıklaması var
oluş'unun, dedim.
Zihnimde yerleşik,
kalbimde sabit.
Zamanın dışına çıkıncaya kadar onun içinde oluşumuza benziyor, dedi. Yine de bilemedim; nedir?
Zihnimde yerleşik,
kalbimde sabit, diye tekrar ettim.
Düşündü. Güldü. Ciddileşti ardından.
Basitmiş gerçekten de, dedi sonunda.
Basitti. Elbette.


Mey



14 Eylül 2015 Pazartesi

Aşk’tandır…

Neden yaptığını hiç anlamadım, galiba hiç de anlayamayacağım diyen sesle aydım içinde olduğum çokluğa. Konuşanı onaylayan baş sallamalar ve mırıltılara uygun düşmemişti neyin anlaşılmadığını anlamamış bakışım. Konuşan İlham’dı sanırım. Soruyu ona yöneltti bakışlarım ister istemez. İlham anlayışla gülümsedi. Şu son yaptığı, diye başladı söze ama arkasını getirmesine en gel olan bir şey varmış; o son yapılanı dillendirmenin, yüksek sesle söylemenin uygun düşmeyeceğini, susması gerektiğini söyleyen bir güç varmış gibi sustu. Şaşkınlığıma anlayışla yaklaşıyordu, orada bulunanların epeydir bildiği, benden özenle saklanmış bir kabullenilmezliği yeni işitmiş olmamın bir parça anlayış gerektirdiğini düşünüyor olmalıydı. Dostluğunun uzantısı olarak edinilmiş dostlarıma baktım tek tek. Sen olsan, anlayacaksınız da ne olacak diyeceğin ve muhtemelen saçma bulacağın meraklarıyla dalga geçeceğin dostlarımızın yüzüne. Sen olmaya soyunmak olurdu, anlamanın zorunlu olmadığını söylemek. Yapmadım. Çok taze bir şaşkınlık üzerimde, sahip olmaya hiç de hevesli olmadığım bu yeni bilgiyi sindirmeye çalışıyordum daha çok.

Sana biraz benzediğinden İlham’a yöneltmiştim dikkatimi.
Sana biraz benzediğimden İlham’ın dikkati üzerimdeydi.

En son birlikte oturduğumuz, sahildeki o çay bahçesinden bozma kendisini kafe diye nitelendiren yerdeydik. Her birimizle en az bir kez geldiğin o yer işte. Hani, oturmaktan bunaldığında iki adımda denize vardığın, upuzun kumsal boyunca yanındakinin kim olduğuna göre değişen uzun susmalar veya soluksuz konuşmalar eşliğinde yürüdüğün o yer. Buluşmadan söz edilince, kimsenin aklına başka bir yer gelmemişti.

Onu baştan uyarmıştı, diye söze girdi Koray. Sesindeki öfkeyi işitsen gülerdin. Hepimiz biliyorduk bu uyarıyı: Teşhisin hemen sonrasıydı. Adamı karşına almış, ne denli bir zor sürecin sizi beklemekte olduğunu tane tane anlatmıştın. Ve özgürlüğünü önermiştin; bunları yaşamak, bunlara katlanmak zorunda değilsin. İstemezsen anlarım, demiştin. Lafını bile ettirmemişti adam. Elbette. Ortalık karışıyor yine. Hep bir ağızdan yapılan yorumlar. Yorucu, takip edemiyorum. Sana ve bana sığınma arzusu bütün yakıcılığıyla zorluyor dikkatimi toplamayı.

/ Aynı sokağa taşındığımız yılın mayıs ayı. Senin evinin bahçesindeyiz. Altında oturduğumuz erik ağacı mıydı yoksa o çok övündüğün kayısı mı? Neyse ne, diyorsun gülerek. Hep gereksiz ayrıntılara takılırsın zaten. Köpekler yanı başımızda. Bana en düşkün olanına dönüp, bak fıstık annen gelmiş diyorsun. Köpek başını getirip dizlerimin üzerine yerleştiriyor. Beni, sevdiğin bir denklem türüne benzettiğinden bahsediyorsun. Adı aklımdan uçup gidiyor daha sen söyler söylemez denklemin. Beni hep tuhaf şeylere benzetiyorsun o ara. Seni hep tuhaf şeylere benzetiyorum o ara. Sende olmayan ben, bende olmayan senin tamamladığı bir şeylere. Adına iş denilen bir binada başlayan bir yakınlığın, bizi evlerimizi taşımaya zorunlu hissettiren, yan yanalığı çoğaltmak için bahaneler türetmede uzmanlaştıran bir şeye…/

Koray’ın öfkesini haklı buluyor insanlar. Herkes sahip olduğu başka bir bilgiyi döküyor ortaya. Güçlüydü, diyor biri. Tedaviyi kaldırabiliyordu. Küçülmese de ilerlemesi durmuştu. Ta ki, diye atılıyor bir başkası, belki Mehmet. Telefonundaki mesajları yakalamışsın ilk. Bunu zaten biliyorum. Uzun uzun anlatmıştın. Asıl kâbusunun o an başladığını da. Bunlar eski haberler. Bitireceğini söylemiş, af dilemişti. İnanmıştın. Sevmediğin birine asla inanmadın ki. İkinci kez mesajları gördüğünde, üstelik o mesajlarda sen daha henüz ölmeden o kadına ölümünün ardından evlenebileceklerini yazdığını okuduğunda dünya başına yıkılmamıştı bu kez. Gözünün yaşına bakmadı, diye araya giriyor İlham. Tek celsede boşadı. Senin hatırına sevilmeye çalışılmış bir adama kızgınlık elle tutulacak halde o anda.

/ Hayatımızdaki erkekleri pek konuşmuyoruz. Ne gerek var? Oradalar ve gerektiği kadar kalacaklar. Biliyoruz. İnsanı kederden öldürecek şeylere gülmeyi senden öğreniyorum o sıra yeni yeni. Her bir aradalığımız, bu öğrenmenin unutulmayacak dersleri gibi. Şiddetle hissetmekten ve tutkudan söz ediyorum sana sık sık. Bunu da sen öğren istiyorum. Analizci zihninin, mantığının kalkanını kırabil istiyorum. Duygu şapşalı ve fildişi kulenin dişi. İkimizi birden tanıyanların hayrete düştükleri bir kopmazlık. Bahçedeyiz ve bunlardan hiç söz etmiyoruz. Bir başka hal var o gün üzerinde. Kalın camlı gözlüklerinin ardına sakladığın yeşil gözlerini gözlerime dikip uzun uzun, bir şeye karar vermeye çalışır gibi bakıyorsun. Ne kıvranıyorsun, diye soruyorum. Gülüyorsun. Kederine güldüğünü hemen anlıyorum. Anlat. /

Buraya kadar şaşılacak ne var? Bizim tanıdığımız ve tanıdığımız haliyle sevdiğimiz o kaya kadar sağlam kadın işte.  Altı ay ömrüm kaldıysa bu adam yüzünden üç aya indi, dediğini anlatıyor biri. Bulantı yükseliyor senden bana doğru. Anlayamadıklarının, anlamadıklarının bana hiçbir zaman söylemediğin için kendimi bir parça kırgın hissettiğim şey olduğunu anlıyorum o anda: Ölmeden üç ay önce, bir an bile düşünmeden boşadığın adamla yeniden evlenmiş olman. Yalnız ölmek istemediğinden olabilirmiş. Öyle söylüyor Mehmet ama onaylamadığı, kendisinin affedemediğini senin affetmiş olmanı aklının almadığı öyle belli ki. Tekrar evlenme kararını – o adamla – yalnızca benimle paylaşmamış olmana da şaşıyorlar besbelli. Ben de şaşırıyorum buna. İçerledim de sanırım. Teoriler masada uçuşurken aralarına katılmamamın nedeni içerlemişliğim muhtemelen. İlham da sezmiş gibi bunu, gözü sürekli üzerimde. Sen bir şey söylemedin, diye sesleniyor bana. Sana söylemiş olmalı nedenini. Söylemedi işte, diye haykırmamak için denizden yana çeviriyorum başımı.

/ Dün, diye başlıyorsun. Dün’e verdiğin es uzuyor. Kararsız gibisin. Nasılsa söyleyeceksin bakışımı fark edip gülüyorsun. Dün. Evet, dün? Kocanın adı çıkıyor ağzından. Sana bir itirafta bulunduğunu söylüyorsun. Sesinde beklenmedik bir sevinç mi seziyorum, gözlerin her zamankinden daha mı parlak. Meraktayım. Yavaşlığına da sinir oluyorum ayrıca. Sabırsızlığımı fark edip daha da yavaşlıyorsun. Üzerine atlayacak gibi olduğumu görünce, köpekleri işaret edip, fıstık anne filan dinlemezler bana bir şey yaparsan diyorsun. Neşenin sahiciliği, yıllar sonra artık olmadığın bir zamanda anımsadığımda, beni kahredecek. O anda bunu ne sen biliyorsun ne de ben. Sonunda dökülüyorsun. En büyük hayalini anlatmış sana dün gece. Dedi ki, diyorsun. Seni bir nedenden kaybedip, yeniden kazanmak için ne gerekiyorsa yaparak, mücadeleyi ve seni kazanmanın hayalini kuruyorum sürekli. Bu hayalin onu mutlu ettiğini anlatmış. Ne tuhaf adam, diyorsun gülerek. Tuhaf sensin, diyorum karşılık olarak. Susuyoruz. Adamı anladığımı ve senin de bir gün anlayacağını bildiğimi söylüyorum. Ardından eriklerin ne zaman olacağını konuşmaya başlıyoruz…/

İlham ısrarcı. Hep öyleydi biliyorsun. Hiç anlamıyorum, diyor tekrar. Anlayamamanın insana yapabilecekleri konusundaki hassasiyetime oynuyor besbelli. Başımı denizden çevirmeden konuşuyorum: sana ne yapmış, canını ne kadar yakmış olursa olsun, sevdiğine gitmeden düş’ünü vermektir bazen aşk. Aşk’tandır. Bir an susuyorlar. Uğultu başlıyor derken, ben çoktan o erik ağacının altındayım…




Mey




8 Eylül 2015 Salı

" Cehennet "

Kiminde yaramı - çok önce ondan -,
kiminde yarasını - çok önce benden -
öpüyor
aşkın delimtirek ağzı.
Acıyor. Dişimizi, yabancı bir hazla sıkıyoruz...


Mey




6 Eylül 2015 Pazar

Değil Eklemi...

Sen'den değil,
sana değil,
senin için değil;
" sen " bir şey değil. Epeydir.
O kadar...


Mey




4 Eylül 2015 Cuma

Su'ya ve Ateş'e Dair..

Alaz'a değse,
geri çekilmeyecek el'dik, dedi.
Ve gocunmadık ateşin, yanmayı utandıran,
kaçışından.
Gülmek ayıptı ya, güldük yine de.
Sonra sordu: Ayıp mı etmişiz ?
Boş ver, dedim. Nasılsa yağmur yağacaktı.
Anlamadı...


Mey