27 Eylül 2015 Pazar

Biri / Sonun Sonu…

Çünkü;
“ Hafıza titrek bir parmaktır…”
Veya
“  Yarınki yüzünü artık tanımasam da adını bilmek ne büyük bir yüz karası…”

Isındı. Yaz diyorlar buna. Artık biliyor Biri. Günleri, ayları bildiği gibi mevsimleri de öğrendi. Yazı pek sevmedi. Çocuğun yokluğundan belki. Çocuk yok. Gitti. Çocuğun gidişi ve yaz başı yağmurları aynı vakte denk gelerek; Biri’nin zamanını ince, tedirgin ve “ yokluk “ hissinin anlamını kavramasına neden olan bir griye boyadı. Gri ve müziksizlik; çocuğun sevdiği şarkıların eksikliği de cabasıydı. Kadın, kedi, yağmur, sevimsiz bir sessizlik ve Biri kaldı geriye.

Yavaşlığı unutmayalım, diye hatırlatıyor kendine Biri. Yaz, çocuğun ve müziğin yokluğunun yanı sıra birinin sıkıcı günlerini daha da bunaltıcı kılan bir yavaşlığın peyda olması demekti. Kedi bile ağırlaşmış sanki. Adımları, bir yerden başka bir yere geçişi, duyduğu sese yönelen dikkatinin keskinleştirdiği bakışlarının hareketi yavaşlamıştı. Kadın desen, ilkin müziği yavaşlattı. Ardından uyumayı, uyanmayı, masa başında geçirilen saatleri, belki düşünmeyi de. Biri’nin varlığından haberdar oluşu ve buna aldırmıyor görünüşünün akla yakın bir nedenini bulamamanın etkisiyle huzursuzlanan Biri, yavaşlıktan haz etmedi. Varlığının bilincine vardığı ilk günlerde cevap aradığı sorulara tekrar tekrar dönüşü bundandı. Sabırsızmışım ben, diye düşündü. Kadının, kedinin, müziğin ve en çok da yağmurun ağırkanlılıklarını tahammül edilmez buluyordu. Biri’nin içerisini yine Biri’nin dışarısından ayıran o kapıdan can havliyle kendini atıp, çocuğun boş odasına sığınmaları bundandı.

Olduğu haliyle oluş’unun failinin kadın olduğundan artık emindi. Öfkesi,  onu kadına şiddetle çekerken bir yandan da olabildiğince uzak durmasını tembihleyen sağduyusu arasında gidip gelen iradesi – iradi bir varlık, bundan da emin. Artık – onu zorluyordu. Yükselen ve derhal sönen bir istenç. Kim olsa bundan bitap düşer, diye düşünüyor ve ne olacaksa olsun diyeceği anın giderek yaklaşmakta olduğunu seziyordu. Gider, kapısına dayanırım diyordu böyle anlarda. Kapısına dayanmak, deyim sadece tabii burada diye de hatırlatmaktan alamıyordu kendine. Evet, nasıl mümkün olabilir şimdilik bilmiyorum ama bana yaptığı şeyi yapmaya hakkı olmadığını anlamasını sağlamadan hemen önce, yaptığı şeyi neden yaptığını ve benim gerçekte ne olduğumu söylemek, anlatmak zorunda olduğunu yüzüne, tam yüzüne haykırıveririm. Çocuğun odasına sığındığı saatler boyunca, monoloğunu bir diyalog gibi kurgulamak ve böylece yavaşlığı dayanılır kılmaktan başka bir şey yapmıyordu. Kendini, kendin olmayan bir başkası gibi karşına alıp zihinsel bir konuşmayı sürümek ve bunu hayatından giden günleri, ayları, hatta yılları hesaplamadan yapıp durmak; varlığını boşluğa, hadi biraz abartalım, hiçliğe çekilen küreklere dönüştürmek… Biri olmak. İşte, bu.
Yağmurlar bitip de sıcaklar başladığında, kendinde günlerini o masanın başında geçiren kadının karşısına geçme cesaretini buldu Biri. Tam karşısında durdu kısalmış günler ve kadın tarafından bilhassa uzatılan geceler boyu. Sessizce ve monologdan bozma zihinsel diyaloğunun şiddetini artırarak durdu. Kadın ne orada, tam karşısında, durduğunun ne de aralık vermeksizin kendisiyle konuştuğunun farkında değil gibiydi. Beni kandıramazsın, diye sesleniyordu kadına aslında sesi olmayan Biri. Varlığımın seni kaplamasına izin vermeme adına bu aldırışsızlığın, biliyorum.  Küstahlaşma, cevabı kadından değil, Biri’nin zihninden çıkıp geliyordu hemen.

Çok çok erkendi gözlerim açıldığında, diye yazdı kadın bir gece defterine. Biri dikkat kesildi. Nihayet bir şey oluyor sezisi, soluğu varmış ve aniden kesilmişçesine sarsılmasına neden oldu. Uyumuş muydum gerçekte, ondan da emin değildim, diye devam etti. Daha gözlerimi açmadan, o keskin acının orada durduğunu biliyordum. Somut, naçar ve doğallığından güçlü bir acı. İlkin nerede olduğumu bilemedim. Bunu okuduğunda, kendi varlığının farkına ilk vardığı günü anımsadı Biri. Umulmadık bir ortaklık duygusu azalttı kadına öfkesini o an. Sadece o an. Anımsadı. Sempatiyi bir kenara bırakıp, kadından gelecek cümleleri bekledi. Sonra hatırladım. Burnuma dolan deniz kokusu, hatırladığımı unutmamı sağlar sandım. Hiçbir şey, hatırlananı unutulur kılmaz, diye araya girmek istedi o an Biri. Kendini tuttu ya, tutmasa da girebileceği bir ara’dan mahrum olduğunun pekâlâ farkındaydı. Sessizce giyinip çıktım. Acıyı yorma fikriydi ayaklarıma bir parça güç veren. Sabah sakinliğindeydi su. Kıpırtısız neredeyse. Attım kendimi suya. Gidebildiğince git, dedim kendime. Kıyı görünür olmaktan çıkana, toprağın aldığını suyun verebileceğine ikna olana kadar git, dedim. N’apıyor bu, diye sordu Biri. Hikayenin ilerleyişinde içini soğutan bir şey vardı ve korkuya yakın bir duygu her sözcükle çoğalıyordu. N’apıyor bu? Ağırlaştığımı fark ettiğimde durdum, hafifçe çekildiğimi hissediyor, kendimi aşağı itiyor oluşumdan şüphe ediyordum. Dönme vakti, dedim. Dön. Çekilme hissi bir an azalmadan kıyıya yüzdüm. Göğsümde yabancı bir hareket. Kıpırtı aslında. Tam göğsümde. Nihayet ayaklarım zemine değdi. Bedenimin yarısı suyun içinde. Göğsümde atan şey, yormak için çabaladığım acı mı ola ki, sorusu aklımda. Yüzümde yersiz bir gülüş. Gözlerim göğsüme kaydı. Gördüm. Bir şey atıyor. Bir şey çaresizce atıyor. Şaşkınlığım, sevince dönüşecek içine herhangi bir şeyin girmesine izin vermeyecek kapalılıktaki mayomun göğüs kısmını hafifçe sıyırdığımda. Açıyorum. Gümüş rengi. Büyük olmadığı gibi küçük de sayılmaz. Görür görmez tanıyorum: göğümdeydi bunca zaman. Göğümden göğsüme inen balığım. Orada kalamayacağının, kalırsa olamayacağının bilinciyle çırpınıyor. Usulca tutup suya bırakıyorum. Ne anlatıyor bu, paniğinde Biri. Dursun istiyor. Böyle kalsın her şey. Kalmayacak ama. Göğ’üm bir hiçlik, göğsüm bir başka hiçlik. Yazmayı bırakıyor kadın. Kalkıp göğün karanlığına bakıyor, bir eli göğsünde. Hiçliği hak etmeyendin, diye fısıldıyor.

Başka sorusu olmayan Biri, usulca uzaklaşıyor…


Mey