Neden yaptığını hiç anlamadım, galiba hiç de anlayamayacağım
diyen sesle aydım içinde olduğum çokluğa. Konuşanı onaylayan baş sallamalar ve
mırıltılara uygun düşmemişti neyin anlaşılmadığını anlamamış bakışım. Konuşan İlham’dı
sanırım. Soruyu ona yöneltti bakışlarım ister istemez. İlham anlayışla
gülümsedi. Şu son yaptığı, diye başladı söze ama arkasını getirmesine en gel
olan bir şey varmış; o son yapılanı dillendirmenin, yüksek sesle söylemenin
uygun düşmeyeceğini, susması gerektiğini söyleyen bir güç varmış gibi sustu. Şaşkınlığıma
anlayışla yaklaşıyordu, orada bulunanların epeydir bildiği, benden özenle
saklanmış bir kabullenilmezliği yeni işitmiş olmamın bir parça anlayış
gerektirdiğini düşünüyor olmalıydı. Dostluğunun uzantısı olarak edinilmiş
dostlarıma baktım tek tek. Sen olsan, anlayacaksınız da ne olacak diyeceğin ve
muhtemelen saçma bulacağın meraklarıyla dalga geçeceğin dostlarımızın yüzüne. Sen
olmaya soyunmak olurdu, anlamanın zorunlu olmadığını söylemek. Yapmadım. Çok taze
bir şaşkınlık üzerimde, sahip olmaya hiç de hevesli olmadığım bu yeni bilgiyi
sindirmeye çalışıyordum daha çok.
Sana biraz benzediğinden İlham’a yöneltmiştim dikkatimi.
Sana biraz benzediğimden İlham’ın dikkati üzerimdeydi.
En son birlikte oturduğumuz, sahildeki o çay bahçesinden
bozma kendisini kafe diye nitelendiren yerdeydik. Her birimizle en az bir kez
geldiğin o yer işte. Hani, oturmaktan bunaldığında iki adımda denize vardığın,
upuzun kumsal boyunca yanındakinin kim olduğuna göre değişen uzun susmalar veya
soluksuz konuşmalar eşliğinde yürüdüğün o yer. Buluşmadan söz edilince,
kimsenin aklına başka bir yer gelmemişti.
Onu baştan uyarmıştı, diye söze girdi Koray. Sesindeki
öfkeyi işitsen gülerdin. Hepimiz biliyorduk bu uyarıyı: Teşhisin hemen
sonrasıydı. Adamı karşına almış, ne denli bir zor sürecin sizi beklemekte
olduğunu tane tane anlatmıştın. Ve özgürlüğünü önermiştin; bunları yaşamak,
bunlara katlanmak zorunda değilsin. İstemezsen anlarım, demiştin. Lafını bile
ettirmemişti adam. Elbette. Ortalık karışıyor yine. Hep bir ağızdan yapılan
yorumlar. Yorucu, takip edemiyorum. Sana ve bana sığınma arzusu bütün
yakıcılığıyla zorluyor dikkatimi toplamayı.
/ Aynı sokağa
taşındığımız yılın mayıs ayı. Senin evinin bahçesindeyiz. Altında oturduğumuz
erik ağacı mıydı yoksa o çok övündüğün kayısı mı? Neyse ne, diyorsun gülerek. Hep
gereksiz ayrıntılara takılırsın zaten. Köpekler yanı başımızda. Bana en düşkün
olanına dönüp, bak fıstık annen gelmiş diyorsun. Köpek başını getirip
dizlerimin üzerine yerleştiriyor. Beni, sevdiğin bir denklem türüne
benzettiğinden bahsediyorsun. Adı aklımdan uçup gidiyor daha sen söyler
söylemez denklemin. Beni hep tuhaf şeylere benzetiyorsun o ara. Seni hep tuhaf
şeylere benzetiyorum o ara. Sende olmayan ben, bende olmayan senin tamamladığı
bir şeylere. Adına iş denilen bir binada başlayan bir yakınlığın, bizi
evlerimizi taşımaya zorunlu hissettiren, yan yanalığı çoğaltmak için bahaneler
türetmede uzmanlaştıran bir şeye…/
Koray’ın öfkesini haklı buluyor insanlar. Herkes sahip
olduğu başka bir bilgiyi döküyor ortaya. Güçlüydü, diyor biri. Tedaviyi kaldırabiliyordu.
Küçülmese de ilerlemesi durmuştu. Ta ki, diye atılıyor bir başkası, belki
Mehmet. Telefonundaki mesajları yakalamışsın ilk. Bunu zaten biliyorum. Uzun uzun
anlatmıştın. Asıl kâbusunun o an başladığını da. Bunlar eski haberler. Bitireceğini
söylemiş, af dilemişti. İnanmıştın. Sevmediğin birine asla inanmadın ki. İkinci
kez mesajları gördüğünde, üstelik o mesajlarda sen daha henüz ölmeden o kadına
ölümünün ardından evlenebileceklerini yazdığını okuduğunda dünya başına
yıkılmamıştı bu kez. Gözünün yaşına bakmadı, diye araya giriyor İlham. Tek
celsede boşadı. Senin hatırına sevilmeye çalışılmış bir adama kızgınlık elle
tutulacak halde o anda.
/ Hayatımızdaki
erkekleri pek konuşmuyoruz. Ne gerek var? Oradalar ve gerektiği kadar
kalacaklar. Biliyoruz. İnsanı kederden öldürecek şeylere gülmeyi senden
öğreniyorum o sıra yeni yeni. Her bir aradalığımız, bu öğrenmenin unutulmayacak
dersleri gibi. Şiddetle hissetmekten ve tutkudan söz ediyorum sana sık sık.
Bunu da sen öğren istiyorum. Analizci zihninin, mantığının kalkanını kırabil
istiyorum. Duygu şapşalı ve fildişi kulenin dişi. İkimizi birden tanıyanların
hayrete düştükleri bir kopmazlık. Bahçedeyiz ve bunlardan hiç söz etmiyoruz. Bir
başka hal var o gün üzerinde. Kalın camlı gözlüklerinin ardına sakladığın yeşil
gözlerini gözlerime dikip uzun uzun, bir şeye karar vermeye çalışır gibi
bakıyorsun. Ne kıvranıyorsun, diye soruyorum. Gülüyorsun. Kederine güldüğünü
hemen anlıyorum. Anlat. /
Buraya kadar şaşılacak ne var? Bizim tanıdığımız ve
tanıdığımız haliyle sevdiğimiz o kaya kadar sağlam kadın işte. Altı ay ömrüm kaldıysa bu adam yüzünden üç
aya indi, dediğini anlatıyor biri. Bulantı yükseliyor senden bana doğru. Anlayamadıklarının,
anlamadıklarının bana hiçbir zaman söylemediğin için kendimi bir parça kırgın
hissettiğim şey olduğunu anlıyorum o anda: Ölmeden üç ay önce, bir an bile
düşünmeden boşadığın adamla yeniden evlenmiş olman. Yalnız ölmek istemediğinden
olabilirmiş. Öyle söylüyor Mehmet ama onaylamadığı, kendisinin affedemediğini
senin affetmiş olmanı aklının almadığı öyle belli ki. Tekrar evlenme kararını –
o adamla – yalnızca benimle paylaşmamış olmana da şaşıyorlar besbelli. Ben de
şaşırıyorum buna. İçerledim de sanırım. Teoriler masada uçuşurken aralarına
katılmamamın nedeni içerlemişliğim muhtemelen. İlham da sezmiş gibi bunu, gözü
sürekli üzerimde. Sen bir şey söylemedin, diye sesleniyor bana. Sana söylemiş
olmalı nedenini. Söylemedi işte, diye haykırmamak için denizden yana
çeviriyorum başımı.
/ Dün, diye
başlıyorsun. Dün’e verdiğin es uzuyor. Kararsız gibisin. Nasılsa söyleyeceksin
bakışımı fark edip gülüyorsun. Dün. Evet, dün? Kocanın adı çıkıyor ağzından. Sana
bir itirafta bulunduğunu söylüyorsun. Sesinde beklenmedik bir sevinç mi
seziyorum, gözlerin her zamankinden daha mı parlak. Meraktayım. Yavaşlığına da
sinir oluyorum ayrıca. Sabırsızlığımı fark edip daha da yavaşlıyorsun. Üzerine atlayacak
gibi olduğumu görünce, köpekleri işaret edip, fıstık anne filan dinlemezler
bana bir şey yaparsan diyorsun. Neşenin sahiciliği, yıllar sonra artık
olmadığın bir zamanda anımsadığımda, beni kahredecek. O anda bunu ne sen
biliyorsun ne de ben. Sonunda dökülüyorsun. En büyük hayalini anlatmış sana dün
gece. Dedi ki, diyorsun. Seni bir nedenden kaybedip, yeniden kazanmak için ne
gerekiyorsa yaparak, mücadeleyi ve seni kazanmanın hayalini kuruyorum sürekli. Bu
hayalin onu mutlu ettiğini anlatmış. Ne tuhaf adam, diyorsun gülerek. Tuhaf sensin,
diyorum karşılık olarak. Susuyoruz. Adamı anladığımı ve senin de bir gün
anlayacağını bildiğimi söylüyorum. Ardından eriklerin ne zaman olacağını
konuşmaya başlıyoruz…/
İlham ısrarcı. Hep öyleydi biliyorsun. Hiç anlamıyorum,
diyor tekrar. Anlayamamanın insana yapabilecekleri konusundaki hassasiyetime
oynuyor besbelli. Başımı denizden çevirmeden konuşuyorum: sana ne yapmış,
canını ne kadar yakmış olursa olsun, sevdiğine gitmeden düş’ünü vermektir bazen
aşk. Aşk’tandır. Bir an susuyorlar. Uğultu başlıyor derken, ben çoktan o erik
ağacının altındayım…
Mey