14 Eylül 2015 Pazartesi

Aşk’tandır…

Neden yaptığını hiç anlamadım, galiba hiç de anlayamayacağım diyen sesle aydım içinde olduğum çokluğa. Konuşanı onaylayan baş sallamalar ve mırıltılara uygun düşmemişti neyin anlaşılmadığını anlamamış bakışım. Konuşan İlham’dı sanırım. Soruyu ona yöneltti bakışlarım ister istemez. İlham anlayışla gülümsedi. Şu son yaptığı, diye başladı söze ama arkasını getirmesine en gel olan bir şey varmış; o son yapılanı dillendirmenin, yüksek sesle söylemenin uygun düşmeyeceğini, susması gerektiğini söyleyen bir güç varmış gibi sustu. Şaşkınlığıma anlayışla yaklaşıyordu, orada bulunanların epeydir bildiği, benden özenle saklanmış bir kabullenilmezliği yeni işitmiş olmamın bir parça anlayış gerektirdiğini düşünüyor olmalıydı. Dostluğunun uzantısı olarak edinilmiş dostlarıma baktım tek tek. Sen olsan, anlayacaksınız da ne olacak diyeceğin ve muhtemelen saçma bulacağın meraklarıyla dalga geçeceğin dostlarımızın yüzüne. Sen olmaya soyunmak olurdu, anlamanın zorunlu olmadığını söylemek. Yapmadım. Çok taze bir şaşkınlık üzerimde, sahip olmaya hiç de hevesli olmadığım bu yeni bilgiyi sindirmeye çalışıyordum daha çok.

Sana biraz benzediğinden İlham’a yöneltmiştim dikkatimi.
Sana biraz benzediğimden İlham’ın dikkati üzerimdeydi.

En son birlikte oturduğumuz, sahildeki o çay bahçesinden bozma kendisini kafe diye nitelendiren yerdeydik. Her birimizle en az bir kez geldiğin o yer işte. Hani, oturmaktan bunaldığında iki adımda denize vardığın, upuzun kumsal boyunca yanındakinin kim olduğuna göre değişen uzun susmalar veya soluksuz konuşmalar eşliğinde yürüdüğün o yer. Buluşmadan söz edilince, kimsenin aklına başka bir yer gelmemişti.

Onu baştan uyarmıştı, diye söze girdi Koray. Sesindeki öfkeyi işitsen gülerdin. Hepimiz biliyorduk bu uyarıyı: Teşhisin hemen sonrasıydı. Adamı karşına almış, ne denli bir zor sürecin sizi beklemekte olduğunu tane tane anlatmıştın. Ve özgürlüğünü önermiştin; bunları yaşamak, bunlara katlanmak zorunda değilsin. İstemezsen anlarım, demiştin. Lafını bile ettirmemişti adam. Elbette. Ortalık karışıyor yine. Hep bir ağızdan yapılan yorumlar. Yorucu, takip edemiyorum. Sana ve bana sığınma arzusu bütün yakıcılığıyla zorluyor dikkatimi toplamayı.

/ Aynı sokağa taşındığımız yılın mayıs ayı. Senin evinin bahçesindeyiz. Altında oturduğumuz erik ağacı mıydı yoksa o çok övündüğün kayısı mı? Neyse ne, diyorsun gülerek. Hep gereksiz ayrıntılara takılırsın zaten. Köpekler yanı başımızda. Bana en düşkün olanına dönüp, bak fıstık annen gelmiş diyorsun. Köpek başını getirip dizlerimin üzerine yerleştiriyor. Beni, sevdiğin bir denklem türüne benzettiğinden bahsediyorsun. Adı aklımdan uçup gidiyor daha sen söyler söylemez denklemin. Beni hep tuhaf şeylere benzetiyorsun o ara. Seni hep tuhaf şeylere benzetiyorum o ara. Sende olmayan ben, bende olmayan senin tamamladığı bir şeylere. Adına iş denilen bir binada başlayan bir yakınlığın, bizi evlerimizi taşımaya zorunlu hissettiren, yan yanalığı çoğaltmak için bahaneler türetmede uzmanlaştıran bir şeye…/

Koray’ın öfkesini haklı buluyor insanlar. Herkes sahip olduğu başka bir bilgiyi döküyor ortaya. Güçlüydü, diyor biri. Tedaviyi kaldırabiliyordu. Küçülmese de ilerlemesi durmuştu. Ta ki, diye atılıyor bir başkası, belki Mehmet. Telefonundaki mesajları yakalamışsın ilk. Bunu zaten biliyorum. Uzun uzun anlatmıştın. Asıl kâbusunun o an başladığını da. Bunlar eski haberler. Bitireceğini söylemiş, af dilemişti. İnanmıştın. Sevmediğin birine asla inanmadın ki. İkinci kez mesajları gördüğünde, üstelik o mesajlarda sen daha henüz ölmeden o kadına ölümünün ardından evlenebileceklerini yazdığını okuduğunda dünya başına yıkılmamıştı bu kez. Gözünün yaşına bakmadı, diye araya giriyor İlham. Tek celsede boşadı. Senin hatırına sevilmeye çalışılmış bir adama kızgınlık elle tutulacak halde o anda.

/ Hayatımızdaki erkekleri pek konuşmuyoruz. Ne gerek var? Oradalar ve gerektiği kadar kalacaklar. Biliyoruz. İnsanı kederden öldürecek şeylere gülmeyi senden öğreniyorum o sıra yeni yeni. Her bir aradalığımız, bu öğrenmenin unutulmayacak dersleri gibi. Şiddetle hissetmekten ve tutkudan söz ediyorum sana sık sık. Bunu da sen öğren istiyorum. Analizci zihninin, mantığının kalkanını kırabil istiyorum. Duygu şapşalı ve fildişi kulenin dişi. İkimizi birden tanıyanların hayrete düştükleri bir kopmazlık. Bahçedeyiz ve bunlardan hiç söz etmiyoruz. Bir başka hal var o gün üzerinde. Kalın camlı gözlüklerinin ardına sakladığın yeşil gözlerini gözlerime dikip uzun uzun, bir şeye karar vermeye çalışır gibi bakıyorsun. Ne kıvranıyorsun, diye soruyorum. Gülüyorsun. Kederine güldüğünü hemen anlıyorum. Anlat. /

Buraya kadar şaşılacak ne var? Bizim tanıdığımız ve tanıdığımız haliyle sevdiğimiz o kaya kadar sağlam kadın işte.  Altı ay ömrüm kaldıysa bu adam yüzünden üç aya indi, dediğini anlatıyor biri. Bulantı yükseliyor senden bana doğru. Anlayamadıklarının, anlamadıklarının bana hiçbir zaman söylemediğin için kendimi bir parça kırgın hissettiğim şey olduğunu anlıyorum o anda: Ölmeden üç ay önce, bir an bile düşünmeden boşadığın adamla yeniden evlenmiş olman. Yalnız ölmek istemediğinden olabilirmiş. Öyle söylüyor Mehmet ama onaylamadığı, kendisinin affedemediğini senin affetmiş olmanı aklının almadığı öyle belli ki. Tekrar evlenme kararını – o adamla – yalnızca benimle paylaşmamış olmana da şaşıyorlar besbelli. Ben de şaşırıyorum buna. İçerledim de sanırım. Teoriler masada uçuşurken aralarına katılmamamın nedeni içerlemişliğim muhtemelen. İlham da sezmiş gibi bunu, gözü sürekli üzerimde. Sen bir şey söylemedin, diye sesleniyor bana. Sana söylemiş olmalı nedenini. Söylemedi işte, diye haykırmamak için denizden yana çeviriyorum başımı.

/ Dün, diye başlıyorsun. Dün’e verdiğin es uzuyor. Kararsız gibisin. Nasılsa söyleyeceksin bakışımı fark edip gülüyorsun. Dün. Evet, dün? Kocanın adı çıkıyor ağzından. Sana bir itirafta bulunduğunu söylüyorsun. Sesinde beklenmedik bir sevinç mi seziyorum, gözlerin her zamankinden daha mı parlak. Meraktayım. Yavaşlığına da sinir oluyorum ayrıca. Sabırsızlığımı fark edip daha da yavaşlıyorsun. Üzerine atlayacak gibi olduğumu görünce, köpekleri işaret edip, fıstık anne filan dinlemezler bana bir şey yaparsan diyorsun. Neşenin sahiciliği, yıllar sonra artık olmadığın bir zamanda anımsadığımda, beni kahredecek. O anda bunu ne sen biliyorsun ne de ben. Sonunda dökülüyorsun. En büyük hayalini anlatmış sana dün gece. Dedi ki, diyorsun. Seni bir nedenden kaybedip, yeniden kazanmak için ne gerekiyorsa yaparak, mücadeleyi ve seni kazanmanın hayalini kuruyorum sürekli. Bu hayalin onu mutlu ettiğini anlatmış. Ne tuhaf adam, diyorsun gülerek. Tuhaf sensin, diyorum karşılık olarak. Susuyoruz. Adamı anladığımı ve senin de bir gün anlayacağını bildiğimi söylüyorum. Ardından eriklerin ne zaman olacağını konuşmaya başlıyoruz…/

İlham ısrarcı. Hep öyleydi biliyorsun. Hiç anlamıyorum, diyor tekrar. Anlayamamanın insana yapabilecekleri konusundaki hassasiyetime oynuyor besbelli. Başımı denizden çevirmeden konuşuyorum: sana ne yapmış, canını ne kadar yakmış olursa olsun, sevdiğine gitmeden düş’ünü vermektir bazen aşk. Aşk’tandır. Bir an susuyorlar. Uğultu başlıyor derken, ben çoktan o erik ağacının altındayım…




Mey