İçi dışı bir kuşların,
öperek uyandırdığı sabah'tım.
Gün'e uzanamadım.
Hep öyle kaldım. Hep...
Mey
31 Ağustos 2014 Pazar
...Ama Yürüdü Yine De
Dur daha! Senin aşkını soyutlayacak bir sokak bulunamadı.
Çıkma! Asfaltlar alışkın değil bu saydam yürüyüşe.
Vururlar! Ölürsün de kimse sormaz cesedinin neden kahkahalarla yatışını!
Kıvılcım Vafi
Prashant Godbole
Çıkma! Asfaltlar alışkın değil bu saydam yürüyüşe.
Vururlar! Ölürsün de kimse sormaz cesedinin neden kahkahalarla yatışını!
Kıvılcım Vafi
Prashant Godbole
30 Ağustos 2014 Cumartesi
Şarkının Reddi…*
Kapıyı usulca itince açıldı. Aynı anda çıngırağın sesi.
Durdu. Kararsız. Gelişini haber veren çıngırak sesine sövdü içinden. Durmanın
anlamı yok, diye düşündü. Ya ilerle ya geri dön. İçerinin loşluğu – çıngırağa
rağmen – fark edilip edilmediğini anlamasına imkân tanımıyordu. Yapamayacaksan
bu son fırsat, diye hatırlattı kendine. Devam etmek için bir nedeni olmadığına
ikna olacak gibiydi. Geri dönüp oradan uzaklaşmaya hazırlandı. Dostça olmaktan
epeyce uzak sesi o sırada işitti: Niye geldin?
Çaresiz ilerledi sese doğru. Hoş karşılanmayacağını
biliyordu ya, yine de ‘niye geldin?’ sorusunun ardındaki tını, soruyu göze
almamış olduğunu anlamasına yetip de artmıştı. Hala kapı aralığında durmakta
olduğunu fark edince içeriye bir iki adım daha sokuldu; elinden kayan kapı, en
az, çıngırak kadar rahatsız edici bir sesle kapandı. Dönüp kapıya baktı; hak
edilmiş bir cezaya bakar gibi baktı üstelik. Durma, diye iteledi kendini. İlerledi.
Tezgâhın önünde durdu. Raflara kaydırdı gözlerini; ne çok şarkı, diye düşündü.
Hangisi bizimki acaba? ‘Bizimki’ sözcüğünün, ardından çarparak kapanan kapı
gibi bir ceza olduğunu düşünecek hali yoktu. Zaten biliyordu.
Ne istiyorsun, dedi tezgâhın ardındaki. Sorunun direkt
öfkesiyle irkildi. İmdat arar gibi sağa sola bakındı ilkin. Ardından duyulur
duyulmaz bir sesin – kendi sesinin – şarkı, diye mırıldandığını duydu.
Önce sessizlik. Sonra dükkânın loşluğunu yırtıp kızıl bir
aleve dönüştüren o kahkaha. Kızıl alev gelip ciğerinde bir noktaya yapıştı,
olduğu yerde yalpaladı. Söyleyecek bir şey arandı zihninde. Yoktu. Zaten faydası
da yoktu konuşmanın. Öylece durup beklemeli. Bırak alsın hıncını. Bekledi.
Hak etmediğinize geç kaldınız, dedi sonunda tezgâhın
ardındaki. Çoğul takısını vurgulayan sesinden çok bakışlarıydı. Sorar gibi
baktı suçlanan. Hak etmediğinize? Geç kaldınız? Yoksa o da?
Sabah buradaydı, onayı geldi tezgâhın ardından. Küçükseyen bakışlarının
tek hedefi olmadığını anlamak rahatlatmadı haberi alanı. Kocamanlaşan bir
merak. Buradaymış, gelmiş. Sevindi mi, korktu mu, özledi mi, bilemeden az
önceki kızıl alevin yapıştığı noktayı otayan bir şeyin ciğerine gelip oturduğunu
hissetti bu kez. Buradaymış, gelmiş.
Ona da söyledim, dedi tezgâhın ardındaki. Sesi gücünün
farkında bir otorite yayıyor, bakışlarındaki itiraz kabul etmezliği
olabildiğince anlaşılır kılmak istiyor gibiydi. Yok size şarkı!
Yok bize şarkı! Ama vardı bize şarkı, diyecek oldu. Ağzı
açıldı. Tezgahtakinin bakışlarını görünce, çıkmaya hazırlanan sesini durdurdu.
Sizi istemiyor, dedi konuşma hakkını yalnızca kendine
tanımış olan. Artık, vurgusu kötü bir intikam arzusunun dışavurumuydu.
Bizi istemiyor! Ama istiyordu ve bizimdi, bizim içindi,
içimizdeydi, demedi.
Tezgâhtakinin sabrı tükenmişti. Sabahtı, dedi. Ona da
söyledim.
Paylaşmayı beceremedikleri bir şarkının ardından bedenlerine
yapışmış o kızıl alevin varlığından haberdar olmanın teselli olabilirliğini
düşünüp sevinecek gibi oldu. Tesellinin acı verdiği nerede görülmüş, azarı
gecikmedi.
Tezgâhtaki susmuyordu: ona da söyledim, diyordu. Gelmeyin bir
daha buraya. Yok size şarkı!
Yok bize şarkı! Ama vardı bize şarkı, demenin bir savunu
olmadığını biliyordu.
Git artık, dedi bu sıra tezgâhtaki. Ona da söyledim,
uğramayın buralara daha da.
Şarkıyı – yeniden – umut ederken, ciğerinde kızıl bir alevle
oradan ayrılmanın ironisini kendini hedeflemiş bir silaha dönüştüreceğini
bilerek, tezgâhtakine son bir bakış attı.
Kendini enikonu incitmeden bir şarkıyı incitemezsin, demek
istedi. Anlamı var mı? Sus. Susabildi. Belki,
sabahki söylemiştir, diye teselli etti kendini kapıdan çıkıp oradan
uzaklaşırken: Kendini küstürmeden bir şarkıyı küstüremezsin! Belki söylemiştir, dedi dışarının soğuğu
yüzünü yalarken. Ama vardı şarkı! Bize…
Mey
* Şarkı serisinin sonu
29 Ağustos 2014 Cuma
Çokluk...
Israrlı bir sabah çokluğu,
içimde.
Anımsayış mı,
unutuş mu,
keder mi,
kedere karışmış esriklik mi,
seviş mi mesela,
yoksa
öfke mi?
Ya da çok mu sahiden hissettirdiği kadar sormuyorum.
Epeydir olan bir az'lık bu çokluğa sarılmış sımsıkı. Bir tek onu biliyorum...
Mey
içimde.
Anımsayış mı,
unutuş mu,
keder mi,
kedere karışmış esriklik mi,
seviş mi mesela,
yoksa
öfke mi?
Ya da çok mu sahiden hissettirdiği kadar sormuyorum.
Epeydir olan bir az'lık bu çokluğa sarılmış sımsıkı. Bir tek onu biliyorum...
Mey
Kesik Kafa...
A. ortaya çıkar, kafası alçılıdır, ağzıyla bir gözü dışında
bütünüyle kanlı sargılarla sarılıdır.
a: kesik kafa konuşuyor.
büro: peki, dinliyoruz. kısa kes.
a: bu kabalık niye peki? şu halimle zaten çok sıkıntıdayım.
büro: sizi ve sıkıntılarınızı dinlerse…ne söyleyecektin, onu söyle, çabuk.
a: bana zor gelen, neredeyse olanaksız gelen de bu çabukluk
işte. zar zor duruyor kafam.
büro: bir parça çaba göster. kural herkesi bağlar. kayırmaya
bir kez başlarsak, kimin özrü yok ki?
a: ne yapacağım şu kafamla? yerine daha yeni dikildi.
büro: pazarlık yok. hep kendinden söz etmeyi de kes. biz
toplumu ilgilendirecek bilgiler istiyoruz. kendini düşünmemek bir irade
sorunudur. herkesin derdi var. peçeteni de doğru düzgün tut. akan kan görenleri
rahatsız ediyor.başka bilgi var mı? varsa hemen şimdi vermen gerek. sonra
geç olur.
a: söyleyeceklerimi unuttum, uygun düşen sözcükleri. ah! bir
anda her şeyin aklımdan uçup gitmesi, dayanılacak gibi değil. bir bilseniz. ne
yapacağım ben?
büro: yardım iste.
a: yerine yeni konulmuş kopuk bir kafaya kim nasıl yardım
edebilir?
büro: kafandan söz etmeyi kes. sinir bozucu ve fazlasıyla
bencilce.
çevrene bir bak. işe yara. bu senin görevin. bu kadar söz
ettiğin kafanı daha doğal bir biçimde tut. bize acı veriyor.
Henri Michaux
Nakşedilmiş...
Bir başka oluş'a
meydan vermeyen
yaşama;
söz'e nakşetti bizi
ve böyle de güzel, dedi uzunca bakıp yaptığına.
Yoksunduk görebilen bakışlardan. Kabullendik...
Mey
Vassilis Tangoulis
meydan vermeyen
yaşama;
söz'e nakşetti bizi
ve böyle de güzel, dedi uzunca bakıp yaptığına.
Yoksunduk görebilen bakışlardan. Kabullendik...
Mey
Vassilis Tangoulis
28 Ağustos 2014 Perşembe
Güleç Bi'şey...
Gülümseyen
bir yıldız bulup
altına uzanmıştık.
Yıldız güler mi hiç, diye geçirmiştik içimizden içimiz de bize gülerken.
Tam orada
başlamış
veya
bitmişti. Bi'şey...
Mey
bir yıldız bulup
altına uzanmıştık.
Yıldız güler mi hiç, diye geçirmiştik içimizden içimiz de bize gülerken.
Tam orada
başlamış
veya
bitmişti. Bi'şey...
Mey
27 Ağustos 2014 Çarşamba
Yanılgı ve Olmak…
Epeydir aklıma takılıyor Benedictus’cum, diye dalıveriyorum
söze.
Girişe ihtiyaç duymayan sorularıma şimdiye dek alışmış
olması gerekirken her seferinde aynı tepkiyi veriyor: Hızla kalkan baş, soruyu
soran bakışlar ve temkinli bir bekleyiş.
Ne, diye soruyor.
Sorudaki kısa netliğin işaret ettiği tahammülsüzlük ve sabırsızlık
dikkatimden kaçmıyor. Ama aldırmıyorum da.
Sence, diyorum. Kartezyenci haklı mıydı? Düşündüğüm için mi
var’ım yoksa var olduğum için mi düşünüyorum.
Gözlerindeki ateşe hazırlıklıyım. Sesindekine de.
Niye soruyorsun şimdi bunu, diyor çabuk çabuk. Düşünce ve
varlık birbirine indirgenemeyen iki ayrı cevher değil düşüncemde ki, bunu
pekâlâ biliyorsun, biri diğerinin nedeni olsun.
Celallenme hemen, diye atılıyorum. Sakinlesin istiyorum ama
olacak gibi değil.
Sen asıl derdini söyle, diye karşılıyor. Öfke beni de sarıyor. Dalaştı dalaşacak
köpekler gibi bakıyoruz birbirimize. Sormaz olaydım, diye küfrediyorum içimden.
Çıktığın yoldan dönmek olmaz, kaypaklık etme, diyen içimde hala bana inanmaya
devam eden o iyimser ses oluyor. Huyuna gidiyorum. Hem sesin hem Benedictus’un.
Şimdi bir mesele var Benedictus’cum, diyorum. Ondan sordumdu.
Onun da içinde sükûnet davet edici bir ses barınıyor olmalı
ki, bakışları yumuşuyor.
Çıkar, diyor.
Baklayı değil mi, diyerek gülüyorum. Durup biraz
düşünüyorum: Nasıl anlatmalı?
Yanılgı, diyorum yol bulamayınca direkt. Beni çevreleyen bu büyük yanılgıyı mümkün
kılan düşüncem mi yoksa var oluşum mu sence, ne diyorsun?
Önce anlamaz bakıyor. Sonra kocaman bir gülüş yayılıyor
yüzüne.
Senin durumunda, diyor. Yanılgı onlardan birini; belki de
ikisini birden mümkün kılıyor.
Dalaşa hazırlanan köpek yeniden peyda olurken içimde,
dişlerimin arasından;
O halde, diyorum. Dubito ergo sum!
Kahkahasının arasında, sen bilirsin, dediğini duyuyor; daha
fazla diş mi göstersem yoksa direkt
ısırsam mı, bilemiyorum…
Mey
Luigi Poiagh
Huzurun Yeri...
Adam konuşuyor.
Kadın sayıyor: bir,.., üç..., sekiz, on...
Adam ellerini kucağına kilitlemiş.
Kadının elleri masanın üzerinde sere serpe. Yoksa nasıl sayabilir?
On beş,..., on sekiz,..., yirmi dokuz...
Adam kadının huzursuzluğundan dem vuruyor. hiç bitmeyecekmiş gibi, diyor.
Kadın duruyor: Tam otuz sekiz'de. Huzursuzluk mu, diye soruyor.
ellerine bakıyor, ellerinin üzerindeki çillere. otuz sekiz'de kaldı. bitmeyecek bu, diye düşünüyor.
Huzursuzluk, diyor adam yine.
Kadın gülüyor. aklı ulaşamadığı otuz dokuzda.
Merak etme, diyor. Boynumdan aşağısı salt huzur.
Nerede kalmıştım, diye düşünüyor adamın üzgün gözlerine bakmaya gerek yok. Hah! Otuz dokuz...
Mey
Kadın sayıyor: bir,.., üç..., sekiz, on...
Adam ellerini kucağına kilitlemiş.
Kadının elleri masanın üzerinde sere serpe. Yoksa nasıl sayabilir?
On beş,..., on sekiz,..., yirmi dokuz...
Adam kadının huzursuzluğundan dem vuruyor. hiç bitmeyecekmiş gibi, diyor.
Kadın duruyor: Tam otuz sekiz'de. Huzursuzluk mu, diye soruyor.
ellerine bakıyor, ellerinin üzerindeki çillere. otuz sekiz'de kaldı. bitmeyecek bu, diye düşünüyor.
Huzursuzluk, diyor adam yine.
Kadın gülüyor. aklı ulaşamadığı otuz dokuzda.
Merak etme, diyor. Boynumdan aşağısı salt huzur.
Nerede kalmıştım, diye düşünüyor adamın üzgün gözlerine bakmaya gerek yok. Hah! Otuz dokuz...
Mey
26 Ağustos 2014 Salı
İşkence...
Beyaz terör sırasında polis, birbirine tutkuyla aşık olan, biri
erkek öteki kadın, iki şüpheliyi yakaladı. Polis şefi yeni bir işkence icat
etti. Onları birbirine yüz yüze bağlattı sadece. Başlangıçta sevgililer, siyam
ikizleri ayrılmazlığıyla karşı karşıya olsalar da, en azından birlikte
olduklarını söyleyerek kendilerini avutuyorlardı. Ne var ki yavaş yavaş her
biri öteki için çekilmez oldu; pislendiler, uyuyamadılar ve sonra da
birbirlerinden nefret eder oldular; sonunda birbirlerinden o denli hoşgörüsüzce
tiksindiler ki serbest bırakıldıklarında bir daha asla konuşmadılar…
J. Fowles / Aristos’tan..
24 Ağustos 2014 Pazar
Prematüre Aşk...
Büyüttükçe söz'ü, dedi.
Aşk güdük kaldı.
O da ele avuca sığmadı, desem yeriydi. Demedim. Gerek de yoktu halim de.
Avucumdaki zapt edilmezi saklasam yeterdi...
Mey
Aşk güdük kaldı.
O da ele avuca sığmadı, desem yeriydi. Demedim. Gerek de yoktu halim de.
Avucumdaki zapt edilmezi saklasam yeterdi...
Mey
23 Ağustos 2014 Cumartesi
Keşkeler Listesi...
Sakat bırakılmış bir kurgunun
tutkulu kahramanları olmasaydık.
Bunca tutuk kalmazdık yaşamada. Belki..
Mey
Caroline Tabet
tutkulu kahramanları olmasaydık.
Bunca tutuk kalmazdık yaşamada. Belki..
Mey
Caroline Tabet
22 Ağustos 2014 Cuma
Apriorik İnanış...
Nereden çıktı, diye sordu önünde uzanan karanlığa.
Nereden geldi içimin içinin içine
o şarkı,
şu hikaye,
bu sarhoşluk;
hatta ses vermez geceye bu inanış?
Sorunun çınlayan sesi bastırdı;
sen'de ve sen'dendir, diyen rüzgarı. Duymadı...
Mey
Nereden geldi içimin içinin içine
o şarkı,
şu hikaye,
bu sarhoşluk;
hatta ses vermez geceye bu inanış?
Sorunun çınlayan sesi bastırdı;
sen'de ve sen'dendir, diyen rüzgarı. Duymadı...
Mey
Ne ki Hiç...
Şimdi gelecek
sana Bahar yeniden:
bırak, bilme, ne...
ne bil, ne bilme:
gelsin hepsi yeniden
sen bilmeden, hiç...
Oruç Aruoba
Ales Komovec
sana Bahar yeniden:
bırak, bilme, ne...
ne bil, ne bilme:
gelsin hepsi yeniden
sen bilmeden, hiç...
Oruç Aruoba
Ales Komovec
21 Ağustos 2014 Perşembe
Şefkat...
Uykusu huzursuz bir adamın
gözlerine yapışmış epeydir: kendini düş sanan bir karabasan. Dirlik vermiyor.
Sağa ve sola düşüyor adamın başı huzursuzluğunda. Kabus olmaklığına düş karıştırmışa bakıyor geceler boyu.
Uyanmaya kıyamıyor...
Mey
Milo Klaassen
gözlerine yapışmış epeydir: kendini düş sanan bir karabasan. Dirlik vermiyor.
Sağa ve sola düşüyor adamın başı huzursuzluğunda. Kabus olmaklığına düş karıştırmışa bakıyor geceler boyu.
Uyanmaya kıyamıyor...
Mey
Milo Klaassen
Yalınlık...
Tüy gibi geçti içimizden
eski bir gülüşün hüznü.
Okşar gibi yaprağı,
esrikti, biraz da masum. Tekrarı yok bir mut göğümüzden çekilirken...
Mey
eski bir gülüşün hüznü.
Okşar gibi yaprağı,
esrikti, biraz da masum. Tekrarı yok bir mut göğümüzden çekilirken...
Mey
20 Ağustos 2014 Çarşamba
Dibe Tırmanmak...
Sevmek insanın ruha tırmanışıdır, dedi. Kendi ruhuna ve sevilen varlığın ruhuna.
Durdu. Dinledi.
Haklısın deyişinde samimiyetsizlik mi seziyorum, diye sordu.
Hayır, dedim.
Seni sevmenin dibe tırmanmak olduğunu anlatamayacağımı bildiğimden, ' hayır ' diyebildim sadece.
O tırmanışı anlatmayı sürdürüyor, ben ise tırmanışımı düşünüyordum. Dibe...
Mey
Durdu. Dinledi.
Haklısın deyişinde samimiyetsizlik mi seziyorum, diye sordu.
Hayır, dedim.
Seni sevmenin dibe tırmanmak olduğunu anlatamayacağımı bildiğimden, ' hayır ' diyebildim sadece.
O tırmanışı anlatmayı sürdürüyor, ben ise tırmanışımı düşünüyordum. Dibe...
Mey
19 Ağustos 2014 Salı
Söylemek..
Söylemeyeceğim söyleyeceklerimi, dedi bir hışım. Yine de işiteceksin.
Ardından gitti.
Söylemeyeceklerini gördüğümü söylemedim. Üzülürdü...
Mey
Ardından gitti.
Söylemeyeceklerini gördüğümü söylemedim. Üzülürdü...
Mey
18 Ağustos 2014 Pazartesi
Gece ve Armağan...
Avucuma bırakıp uzaklaşıyor -
taze bir yağmur damlasını
yetmedi
dalından erken kopmuş o yaprağı
dahası
üzüncü yırtan dayatmacı bir gülüşü -
hınzır gece.
Elimin ayası yanağımda gözlerimi yumuyorum. Uyumuyorum...
Mey
Jone Reed
taze bir yağmur damlasını
yetmedi
dalından erken kopmuş o yaprağı
dahası
üzüncü yırtan dayatmacı bir gülüşü -
hınzır gece.
Elimin ayası yanağımda gözlerimi yumuyorum. Uyumuyorum...
Mey
Jone Reed
17 Ağustos 2014 Pazar
Veya Utanıyorsan Benim Düş’üm Olsun…
Yakına bakmaktan, teşhisini koydum. Hep yakına bakmaktan.
Günler olmuştu gözlerimi iki metreden uzağa çevirmeyeli. Ya bir kitap sayfasına
ya bilgisayar veya telefon ekranına, en iyimser durumda ise balkona sıraladığım
çiçeklere bakmıştım sadece. Geçmeyen ağrının başka bir nedeni olabileceğine
ihtimal vermeyecek ölçüde ikna olmuştum sorunun yalnızca yakındaki varlıklara
bakmakla ilgili olduğuna. Etrafımda akli selim birileri olsaydı bir göz
doktoruna gitmem gerektiğini söylerlerdi mutlaka. Fakat dinlemezdim. Nedeni
bilen çözümü de bilir. Yakınına kenetlediğin bakışlarına yol ver gitsin
gidebildiğince uzağa. Çözümü bilmek
yalnızca bir şey oysa. Çözüme karşı akıl almaz bir soğukluk hissediyorsanız,
bilmek yarım şey bile olmayabiliyor. İşte ben de elimde o yarım şey, gözlerimde
dinmeyen bir ağrı yakında geçecek telkinleriyle idare ediyordum.
Uzağa bakmak istemiyordum çünkü uzak, görülmesi halinde
gözlerimdekine taş çıkarır bir ağrıyı şüpheye yer bırakmaksızın hazırda
bekletiyordu. Daha uzağa da bakmak istemiyordum; daha uzak, kabullenmek
istemeyeceğim ölçüde uzaktı. Çok daha uzağın ise zikretmem halinde bütün
sinirlerimi ayağa kaldıran bir adı vardı. Yakınla yetinmek elimdeki tek plandı,
ağrı ile de birbirimizi hoş görmenin bir yolunu bulacaktık artık.
Ama ağrı sıcağı sever ya da sevmez, orasını biraz
karıştırıyorum. Havanın sıcağı üstüme abandıkça gözlerimi taşımak veya onların
beni taşıması güçleşmeye başladı. Olur olmaz yerde açılmaz hale gelmeleri bir
yana, bir de tutup uzak, daha uzak ve çok daha uzak’a ilişkin teklif edilmesi
kabul dahi edilemez arzuları dayatmaya başladılar. Yoldan gönüllü çıktığımı
söyleyen olursa, itibar edilmemeli. Yoldan çıktım tamam, ama kesinlikle
gönüllülük esasına dayanmıyordu.
Uzak öngörüldüğü ölçüde acı verdi yolculuğun ilk durağında. Koca
koca zihinleri yüzyıllar boyunca meşgul etmiş bir takım soruların beyhudeliğine
tanık olmak gibi suya sabuna dokunmayan entelektüel acılardan söz edecek
değilim. Etin bıçak olup insan olmaklığını oyar ince ince. Öyle bir acı işte. Ağrısını
umursamayan gözlerimin tesellisine muhtaçtım, kulak kabarttım. Bunlar var işte.
Gör, gör, gör.
Daha uzak kırgınlığımdı. Kırgınlığının ülkesinde paldır küldür
dolaşamaz insan. Parmak uçlarımda dolandım bir evin sokağında. Nasıl da kırdın
beni, demek kırıcı bir şey dedim ağrısı
hafiflemeye yüz tutmuş gözlerime. Gel vazgeçelim. Birbirimizi ikna sürecinde yurt
edindiğimiz sokakta, bir apartmanın ikinci kat pencerelerine baka baka
azdırdığımız ağrıya teslim olduk. Ve anladık. Kırılmışlığın yakınındır. Bakma artık!
Çok daha uzak düş’ümdü. Korku bazı kapıları zorlu kılar. Gözlerim,
ağrı ve ben bu ülkenin sınır kapısında bizden umulmayacak bir sabırla
bekleştik. Birbirimizi avutmak, biraz da
cesaret aşılamak için mırıldandığımız şarkının büyüsüne kapılıp ömrümüz boyunca
orada öylece kalabileceğimizi itiraf etmeden orasından burasından kırparak küçülttüğümüz
hikâyeler anlattık, karşımızda tutkulu bir dinleyici hayal ederek.
Sonra düş’ümün
ülkesi. Düş’ümün kenti. Düş’ümün
sokağı. Derken düş’ümün gözleri. Ve o gözlerdeki utanç. Düş’ünden utanmanın
gözleri. Anladık.
Dönüş yolunda sordu gözlerimdeki ağrı. Adı neydi bu ülkenin?
Düş’ünden utanan adamlar ülkesi, cevabını hangimizin
verdiğinin önemi yoktu.
Salt bizim olabilirdi. Düş. Uzağında veya yakınında.
Bakabildiğince…
Mey
Anna Aden
Bellek ve Korku...
Unutulmaktan
korkmuyor
bir hiç unutmayan.
Sığdırıyor
zihnindeki çer- çöpü
suskunluğun yarattığı o kuytuya.
Belleğini avutuyor usulca...
Mey
korkmuyor
bir hiç unutmayan.
Sığdırıyor
zihnindeki çer- çöpü
suskunluğun yarattığı o kuytuya.
Belleğini avutuyor usulca...
Mey
16 Ağustos 2014 Cumartesi
Vicdan...
Savaş çıktığında Luigi adında bir adam, gönüllü olarak gidip
gidemeyeceğini sordu.
Herkes onu övdü. Luigi tüfek dağıtılan yere gitti, bir tane
aldı ve dedi ki: “Şimdi gidip Alberto denen herifi öldüreceğim.”
Alberto kim diye sordular ona.
“Bir düşman,” dedi. “
Alberto, benim bir düşmanım.”
Ona belirli bir tür düşmanı öldürmesi gerektiğini, öyle
istediği herkesi öldüremeyeceğini anlattılar.
“ Ee ? ” dedi Luigi. “ Siz beni salak mı sandınız? Bu
Alberto tam sizin dediğiniz gibi biri, onlardan biri yani. Bütün o gruba karşı
savaşa girdiğinizi duyduğumda şöyle düşündüm: ben de gideceğim, böylece
Alberto’yu öldürebilirim. O yüzden geldim.
Alberto’yu tanırım ben: sahtekarın biridir. Bana ihanet
etti, neredeyse bir hiç uğruna, benim kendimi bir kadın yüzünden küçük
düşürmeme yol açtı. Eski hikaye. Bana inanmıyorsanız size her şeyi
anlatabilirim.”
Tamam, dediler, Boşver.
“ İyi öyleyse,” dedi Luigi, “ Bana Alberto’nun nerede
olduğunu söyleyin de gidip dövüşeyim.”
Bilmiyoruz dediler.
“ Fark etmez,” dedi Luigi. “ Bilen birini bulurum. Eninde
sonunda onu yakalayacağım.”
Bunu yapamayacağını, nereye yollanırsa oraya gidip
savaşması, orada kim varsa onu öldürmesi gerektiğini söylediler ona. Bu Alberto
hakkında da hiçbir şey bilmiyorlardı.
“ Bakın,” diye ısrar etti Luigi, “Size hikayeyi anlatmam
gerekecek. Çünkü bu adam gerçek bir sahtekar ve ona karşı savaş açmakla
doğrusunu yapıyorsunuz.”
Ama öbürleri dinlemek istemiyordu.
Luigi laftan anlamıyordu: “ Özür dilerim, sizin için şu ya
da bu düşmanı öldürmem fark etmeyebilir, ama Alberto’yla ilgisi olmayan
birisini öldürsem çok üzülürdüm.”
Diğerlerinin sabrı taştı. İçlerinden biri ona uzun bir
konuşma yaptı ve savaşın ne olduğunu, nasıl istediğin belirli bir düşmanı gidip
öldüremeyeceğini açıkladı.
Luigi omuz silkti. “Eğer öyleyse,” dedi.” Beni yok sayın.”
“Varsın ve de olacaksın,” diye bağırdılar.
“ İleri marş, bir-ki, bir-ki!” savaşa yolladılar Luigi’yi.
Luigi mutlu değildi. Rasgele adam öldürüyordu, Alberto’ya ya
da ailesinden birine denk gelir diye. Öldürdüğü her düşman için ona bir madalya
verdiler, ama Luigi yine mutlu değildi. “Alberto’yu öldürmezsem,” diye düşündü,
“Bir sürü insanı boş yere öldürmüş olacağım.” kendini kötü hissetti.
Bu sırada ona hala birbiri ardından madalyalar veriyorlardı,
gümüş, altın, ne varsa. Şöyle düşündü Luigi: “Bugün birkaçını öldürürüm, yarın
birkaçını daha öldürürüm, sonuçta sayıları azalır ve bu sahtekarın sırası da
elbet gelir.”
Ama Luigi Alberto’yu bulamadan düşman teslim oldu. Boş yere
o kadar insanı öldürdüğü için kendini kötü hissediyordu, şimdi barış ilan
edildiği için de bütün madalyalarını bir çantaya doldurdu ve düşman ülkede
dolaşarak ölenlerin karılarına ve çocuklarına hepsini dağıttı.
Böyle dolaşırken Alberto’yla karşılaştı.
“ İyi,” dedi, “Geç olsun da güç olmasın,” ve Alberto’yu
öldürdü.
İşte o zaman Luigi’yi tutukladılar, cinayetten yargıladılar
ve astılar. Mahkemede vicdanının sesini dinlemiş olduğunu defalarca söylediyse
de kimse onu dinlemedi.
İtalo Calvino
15 Ağustos 2014 Cuma
Salıncak...
Aramızda.
Düşünce mi,
- varlığı -
tutku mu,
- hoş -
gel - git bir duygu mu,
- karşılanmayan-
belirsiz
Hafifçe itiyoruz,
sırtı sana
ayakları bana değiyor. Aramızda. Hep. Öyle.
Mey
Düşünce mi,
- varlığı -
tutku mu,
- hoş -
gel - git bir duygu mu,
- karşılanmayan-
belirsiz
Hafifçe itiyoruz,
sırtı sana
ayakları bana değiyor. Aramızda. Hep. Öyle.
Mey
14 Ağustos 2014 Perşembe
Perseit...
Tahta sıraya uzanınca duymaz oldun hay huyu.
_ bira içenleri, şarkı söyleyenleri, az ileride siyaset konuşan iki çocuğu, kendi arkadaşlarını _
Göğe diktin gözünü , ışık kirliliği çok ama göreceğiz yine de diyordu biri, tepede parlayan
aya arkan dönük ama aklın - bu da başka mesele - ondaydı.
Uzunca bir süre hiçbir şey görmedin. burada böylece uyuyabilirim, diye geçirdin aklından göz kapakların ağırlaşırken.
İlk sen gördün. Biri diğerine yakıncaydı, aynı anda ve hızla belirip kayboldular.
O kısacık an, hani yıldızların ( yıldız mı? değil galiba) atmosfere çarpıp yanmaya başladığı ve yanarak kendilerini yok ettikleri o anda içinde bir şey o ikisinden birine dönüştü; hiçlikten gelip bir an için var olma duygusuyla alev alev yandın ve tekrar hiçlikte yittin . Diğeri? O da yitecekti elbet. Hiç değilse birlikte, dedi içinde gülümseyen o şey diğer her şeyle birlikte hiçliğe karışmadan hemen önce...
Mey
_ bira içenleri, şarkı söyleyenleri, az ileride siyaset konuşan iki çocuğu, kendi arkadaşlarını _
Göğe diktin gözünü , ışık kirliliği çok ama göreceğiz yine de diyordu biri, tepede parlayan
aya arkan dönük ama aklın - bu da başka mesele - ondaydı.
Uzunca bir süre hiçbir şey görmedin. burada böylece uyuyabilirim, diye geçirdin aklından göz kapakların ağırlaşırken.
İlk sen gördün. Biri diğerine yakıncaydı, aynı anda ve hızla belirip kayboldular.
O kısacık an, hani yıldızların ( yıldız mı? değil galiba) atmosfere çarpıp yanmaya başladığı ve yanarak kendilerini yok ettikleri o anda içinde bir şey o ikisinden birine dönüştü; hiçlikten gelip bir an için var olma duygusuyla alev alev yandın ve tekrar hiçlikte yittin . Diğeri? O da yitecekti elbet. Hiç değilse birlikte, dedi içinde gülümseyen o şey diğer her şeyle birlikte hiçliğe karışmadan hemen önce...
Mey
13 Ağustos 2014 Çarşamba
Çay ve Şarkı...
Yeni demlenmiş çay kokusu vardı
ağzımda,
sesime yasak - hiç söylenmemiş - bir şarkı kalbime dolanmışken,
yataklık eden...
Mey
ağzımda,
sesime yasak - hiç söylenmemiş - bir şarkı kalbime dolanmışken,
yataklık eden...
Mey
12 Ağustos 2014 Salı
Yanlış...
Yanlış, dedim.
Dalgındı. Tekrar ettim: Yanlış.
Ne, diye sordu uykudan uyandırılmış çocuklara benziyordu bakışları.
İkimizden birinin, dedim. Yeri yanlış.
Dalgınlığına dargınlık eklenmiş bakışlarını görmeyeyim diye başını öteye çevirdi. Yanlış sürecekti. Besbelliydi...
Mey
Dalgındı. Tekrar ettim: Yanlış.
Ne, diye sordu uykudan uyandırılmış çocuklara benziyordu bakışları.
İkimizden birinin, dedim. Yeri yanlış.
Dalgınlığına dargınlık eklenmiş bakışlarını görmeyeyim diye başını öteye çevirdi. Yanlış sürecekti. Besbelliydi...
Mey
11 Ağustos 2014 Pazartesi
10 Ağustos 2014 Pazar
“ Şafak Nabız Gibi Atıyordu…” *
Değişim zamanı. Gece, göğü güne devrediyor. Uyandı. Gece mi
yoksa sabah mı, bilemedi ilkin. Uyuyor mu yoksa uyanık mı, ondan da emin
olamadı. Bir çarpıntı hissi ile daraldı nefesi.
Bileğindeki damara kendiliğinden gitti parmakları – hani kimileyin hala
yaşıyor muyum merakıyla yaptığı gibi – nabzını hissetmeye çalıştı. Atıyor işte
sakince, orada. Çarpıntı peki, burada değilse nerede? Usulca kalktı yataktan,
kedi de peşinden. Göğe indi inecek aydınlık henüz eve sirayet etmemişti. El yordamıyla
ilerledi karanlık koridorda.
Balkon camını aralarken zorlandı her zamanki gibi. Tek kanat
yeter sanmıştı. Yetmedi. İki kanat daha açtı. Ürperdi bedenine çarpan
serinlikten, hoşuna da gitti öte yandan. Çarpıntıyı bir an için duymaz oldu. Durdu
dinledi. Yine. Güçlü hem de. Ayaklarının
dibine yerleşmiş kediye baktı sorar gibi. Cevap var mı yok mu, bulamadan küçük
bir esinti yalayınca yüzünü dışarı çevirdi bakışlarını yeniden. Bahçeyi
sonlandıran duvarın hemen önündeki cılız ağaçların kıpırdayan yapraklarına
baktı. Duvarın üzerinde yürüyen tekiri o zaman gördü. Gözlerini görmeye çalışmak, cevabı
bir kedinin gözlerinde aramak kadar anlamsız bir çaba olacaktı. Yeltenmedi. Duvara takılı kalmış gözleri, takıldığı yerin
hemen ardında uzanan tepelere yönelmeyi reddediyordu. Bunca şiddetli atan /
çarpan bir şeyin o kadar uzakta olamayacağını gerekçe gösterebilirdi gerekirse.
Yeterince merak etmiyorsun ithamına hazırlıklıydı: yeterince cesur değilim.
Tepenin sağ yanına baksa, açlık ve susuzluktan düşmüş
bedenler görecekti. Kuş mu onlar yoksa, sorusu ha kuş ha çocuk çıkışmasıyla
dilinin ucunda donacaktı. Görmemek için hemen yumduğu gözlerinin önünden
gitmeyecekti o küçük bedenlerin arasında dolaşan yılan. Duvarın griliğinin
güvenliğine yerleştikçe yerleşti bakışları.
Çünkü başını sola çevirse, yeryüzünün üstüne yıkıldığı kara
suratlı adamların sessiz çığlıklarını işitecekti. Nefes alamıyorum, diyecekti
soluğu içinde olması gerektiği gibi gidip gelirken. Yazmalarını, acıyı açık
etmesin için, ağzına kapatmış kadınların iki büklüm olmuş bedenlerini görünür
kılan o sabahın, aydınlığından şüpheye düşecekti. O yana da bakmadı.
Az ileriye de bakmadı. Bakmasına gerek yoktu. Gökyüzünden yağan
kötülüğün sesi, hayatın arka planına yerleşeli çok oluyordu. Şiddeti giderek
artan şiddete uyum sağlanmışlığından artık işitilmez olan çığlıklar da değildi
çarpıp duran.
Yeniden kendi nabzına yöneldi parmakları. İyi işte
yaşıyorsun, dedi. Sakince damarlarına vuruyor kalbindeki dirim. Rahatlamadı. Sigara
düştü aklına. Ocakta yaktı sigarasını. Aceleyle döndü yerine. Duvarına. Zihnine
inşa ettiği duvarların arasından sızıp düşünülebilir, anımsanabilir alana
çıkmaya çabalayan ezasının tırnaklarını işitir gibi oldu sigaranın ilk
nefesinde. Rahat dur, diye fısıldadı. Bak bir şey atıyor. Ama ne?
Şafak.
Nabız gibi…
Mey
* A. İlhan
Dariusz Kimczak
Mayıs Ayı Haberleri...
Şimdi artık bu haberler
anılardan bir kolaj.
Tıpkı anlattıkları gibi
anonim bir yapıt: kavgası
bir avuç kuşun, Koca Geleneğe karşı.
Evecen eller çizmişti bunları
sokağın şiirini bulaştıran tebeşirle,
duman rengi anfilere saldıran renkle.
Burada sürdürülmekte bu çaba,
duvarlara yazma çabası Yeryüzünün: DÜŞ GERÇEKLİKTİR.
Julio Cortazar
Flip Bogdan
anılardan bir kolaj.
Tıpkı anlattıkları gibi
anonim bir yapıt: kavgası
bir avuç kuşun, Koca Geleneğe karşı.
Evecen eller çizmişti bunları
sokağın şiirini bulaştıran tebeşirle,
duman rengi anfilere saldıran renkle.
Burada sürdürülmekte bu çaba,
duvarlara yazma çabası Yeryüzünün: DÜŞ GERÇEKLİKTİR.
Julio Cortazar
Flip Bogdan
Çiçeğin Ölümü…
Susuz kalmış bu, dedi. Sesindeki bilmişlik canımı sıksa da
renk vermedim. Kabullenmedim de. Yerini sevmedi bence, diye karşıladım susuz
kalma iddiasını. Çiçeğin solgun yapraklarından birine değecek gibiydim. Kendimi
tuttum. Yeri gayet iyi, dedi bu sıra. Bilmişliği devam ediyordu.
Kuytu sever bunlar!
( utandığından mı, yakıştıramadığından mı yoksa göz önünde
olmayı oluşuna, yoksa yoksa zarar göreceğini buz gibi bilmekten mi? ne önemi
var şimdi bunun? İttiriverdin gitti; ondan, başkalarından en çok da kendinden
uzağa…)
Çiçeği günden, günün ışığından uzak bir loşluğa
itmişliğinden memnuniyetsizliğimin ondan bana yönelecek bir suçlamaya
dönüşmesinin an meselesi olduğunun farkında sessiz kaldım. Yeterince sulanmadığı
iddiası ise hazırda tuttuğu mızraklardan biriydi sadece.
( ittin de ne oldu? el, söz ve ışığın değmeyeceği o loşlukta
zaman geçtikçe küçülür sanını yerle bir eden; inadına ve ısrarına hayran
olduğun o şeyi illa gösterecektin. bir silaha dönüşeceğini akıl edememenin
sancısı mızrağın saplandığı yerde unutulmaz bir derse dönecekti. hani ya o, ‘
hikayenizi kimseye anlatmayın’ bilgeliği? hak getire…)
Canlılığını yitirmiş, gün gün solmakta olan çiçeğin başında;
son nefesini vermeye hazırlanan hastaya bakan naçar hasta yakınları gibiydik. Kayıp
kesinleşmişken, aslında ne kadar güzel olduğunu, varoluşunun önemini,
olmadığında eksik kalacak bir hayatı göz önünde canlandırabilmenin bile
olanaksız geldiğini birbirine söylemekten kaçınan, metanetli görünmeyi erdem
sayan o çoktan vazgeçmişlerdendik işte.
Susuz kalmış!
Yerini sevmedi!
( mızraktı tamam, rüya ve şarkının elinden çıkmış
olması - rüyayı sevdin, şarkıyı da –
mızrağı kabul edilebilir kıldı, tuttun onu da sevdin. )
Daha çok su ver, dedi.
Yerini değiştir, dedim.
Haklılığını kabule yanaşmadım.
Haklılığımı kabul etmedi.
Bir şey soldu.
( rüya, şarkı ve mızrağa eklenene şaşkınlıkla bakacaktın. gülüş’süz
olmazdı elbette, diyebilmenin uzun sürmesi bundandı )
Çiçek değildi. Solan.
Mey
9 Ağustos 2014 Cumartesi
8 Ağustos 2014 Cuma
Kendini Yazan Şarkı...
Yazdı, yoktun.
Yazdı olmayışını şarkı.
Bir uyku cininin diyememekten kasılmış ağzına
yahut
yolcu edilmiş bir uğur böceğinin kanadına
veyahut
bir kez okunmuş ama hiç unutulmamış bir mektubun, sessiz satır aralarına.
Yazdı, yoktun.
Yazdı baştan ayağa oluşunu. Şarkı.
Mey
Yazdı olmayışını şarkı.
Bir uyku cininin diyememekten kasılmış ağzına
yahut
yolcu edilmiş bir uğur böceğinin kanadına
veyahut
bir kez okunmuş ama hiç unutulmamış bir mektubun, sessiz satır aralarına.
Yazdı, yoktun.
Yazdı baştan ayağa oluşunu. Şarkı.
Mey
7 Ağustos 2014 Perşembe
En Yalnız Şey...
Bulunmayı bekliyorum, dedi.
Dünyadaki en yalnız şeydir, dedim.
Baktı. Kaybolmuşluğuma.
Baktım. Bekleyişine.
Hemfikirdik...
Mey
Lili Tu
Dünyadaki en yalnız şeydir, dedim.
Baktı. Kaybolmuşluğuma.
Baktım. Bekleyişine.
Hemfikirdik...
Mey
Lili Tu
5 Ağustos 2014 Salı
Karda Kaybolan Kent...
O sabah, Marcovaldo'yu sessizlik uyandırdı. Havada tuhaf bir
şey olduğu duygusuyla yataktan kalktı. Saatin kaç olduğunu anlayamıyordu,
panjurların çubukları arasındaki ışık, günün, gecenin bütün saatlerindeki
ışıktan başkaydı. Pencereyi açtı, kent yok olmuştu, yerini beyaz bir kağıt
almıştı. Bakışını yoğunlaştırınca, beyazın ortasında neredeyse silinmiş kimi
çizgiler seçti, çevredeki pencereler, damlar, sokak lambaları gibi olağan
görünüşün çizgilerinin karşılıklarıydı, ama gece üzerlerine yağan karın altında
kaybolmuşlardı.
"Kar!" diye bağırdı Marcovaldo karısına, daha
doğrusu bağırmak istedi, ama sesi yavaş çıktı. Tıpkı çizgilerin, renklerin,
perspektiflerin üzerine olduğu gibi gürültülerin, daha doğrusu gürültü yapma
olanağının üzerine de kar yağmıştı; pamuk döşeli bir ortamda, sesler
titreşemiyorlardı.
İşine yaya gitti; kar nedeniyle tramvay çalışmıyordu.
Sokakta geçecek yol açarken, daha önce hiç duyumsamadığı gibi özgür buluyordu
kendini. Kent sokaklarında kaldırımla taşıt yolu arasındaki yükseklik farkı yok
olmuştu, taşıtlar yoldan geçemiyorlardı; Marcovaldo her adımda bacaklarının
yarısına kadar kara batsada, çoraplarının içine kar suyu sızsada, yolun
ortasından yürümek, çimenlere basmak, trafik çizgilerinin dışından karşıya
geçmek, zikzak yaparak gitmek özgürlüğüne kavuşmuştu. Sokaklar, caddeler,
dağların kayaları arasındaki bitmek bilmeyen ıssız boğazlar gibi uzanıyorlardı.
Kim bilir bu örtünün altında gizlenen kent yine aynı kent
miydi, yoksa gece bir başka kentle mi yer değiştirilmişti? Kim bilir şu beyaz
yükseltilerin altında yine benzin pompaları, gazeteci kulübeleri, tramvay
durakları mı vardı, yoksa yalnızca çuval çuval kar mı? Marcovaldo yürürken
değişik bir kentte kaybolduğunu düşlüyordu; oysa adımları onu yine her günkü iş
yerine, her zamanki ambara götürüyorlardı; eşikten içeri adım atar atmaz, dış
dünyayı yok etmiş olan değişiklik, yalnızca çalıştığı firmayı esirgemiş gibi
kendini yine aynı duvarların arasında bulunca şaşırdı.
Boyundan daha uzun bir kürek bekliyordu kendini. Ambar şefi
sinyor Vligelmo küreği uzatıp "kapının önündeki kaldırımı temizlemek bize
düşüyor," dedi, "yani sana". Marcovaldo küreği koltuğunun altına
alıp çıkmak için geri döndü.
Kar küremek çocuk oyuncağı değildi, hele midesi boş birisi
için, ama Marcovaldo karı bir dost, yaşamının içine hapis edildiği kafesin
duvarlarını yok eden bir etken sayıyordu. Büyük bir hevesle çalışmaya koyuldu,
kaldırımdan sokağın ortasına kürek dolusu kar atmaya başladı.
Boşta gezen Sigismondo da kara gönül borcu duyuyordu; çünkü
o sabah kar temizleyicisi olarak belediyeye kaydını yaptırdığından, sonunda bir
kaç günlüğüne de olsa işe kavuşmuştu. Ama bu duygu onu Marcovaldo gibi belirsiz
hevesler yerine, şu kadar metrekare yeri temizleyebilmek için ne kadar metreküp
kar kaldırması gerektiği gibi kesin hesaplara götürüyordu; kısaca ekip şefinin
gözüne girmeyi ve -gönlünde yatan aslan buydu- işinde ilerlemeyi amaçlıyordu.
Sigismondo geriye dönünce ne görsün? yolun daha yeni
temizlediği bölümü, ötede, kaldırımdaki soluk soluğa bir adamın rastgele
boşalttığı küreklerle yeniden karla örtülmeye başlamıştı. Tepesi attı. Kar dolu
küreğini adamın göğsüne yönelterek ona doğru koştu.
"bana baksana! sen mi atıyorsun bu karı?"
"ne? neyi?" dedi, irkilen Marcovaldo; sonra
kabullendi:
"belki, evet."
"Öyleyse hemen küreğinle temizle, yoksa hepsini
yediririm sana."
"ama kaldırımı temizliyorum ben."
"ben de sokağı."
"nereye atayım peki?"
"belediyede misin sen de?
"yo. Sbav firmasındayım."
Sigismondo ona, karı kenara yığmayı öğretti, marcovaldo'da
onun bölgesini temizledi. Hoşnut, kürekleri kara saplı, yaptıkları işi seyre
koyuldular.
"yarım sigaran var mı?" diye sordu sigismondo.
İkisi de birer yarım sigara yakarken, bir kar temizleme aracı,
yanlarına düşen iki büyük beyaz dalga kaldırarak sokaktan geçti. O sabah her
gürültü yumuşacıktı; ikisi de bakışlarını kaldırdıklarında, temizledikleri
yerler yeniden karla örtülmüştü. "ne oldu? kar mı başladı?" gözlerini
gökyüzüne kaldırdılar. Makine süpürgelerini döndürerek köşeden dönmüştü bile.
Marcovaldo karı tıkız bir duvar gibi yığmayı öğrendi. Böyle
küçük duvarlar oluşturmayı sürdürürse sadece kendisi için sokaklar yapabilecek,
nereye gittiğini sadece kendisi bilecek, başka herkes bu sokaklarda yolunu
şaşıracaktı. Kenti yeni baştan düzenleyecek, kimsenin gerçek evlerden ayırt
edemeyeceği, evler gibi yüksek tepeler dikecekti. Belki de artık bütün evlerin
dışı da içi de kara dönüşecekti; anıtlarıyla, çan kuleleriyle, ağaçlarıyla
kardan bir kent, kürek vuruşlarıyla yıkıp bir başka biçimde yeniden yapılabilen
bir kent.
Kaldırımın kenarında bir yerde büyükçe bir kar birikintisi
vardı. Marcovaldo onu da duvarlarıyla aynı yüksekliğe getirmek için düzeltmeye
başlamıştı ki, bir otomobil olduğunu anladı; yönetim kurulu başkanı
kommendatore alboino'nun arabasıydı, her tarafı karla kaplıydı, bir otomobille
bir kar yığını arasındaki ayrımın bu kadar az olduğunu görünce, marcovaldo
kürekle bir otomobil biçimlendirmeye koyuldu. Sonuç başarılı oldu; doğrusu ikisinden
hangisinin gerçek olduğu anlaşılmıyordu. Son düzeltmeleri yaparken marcovaldo
küreğe takılan döküntülerden yararlandı; paslı bir teneke kutu bir farın
biçimlendirilmesini sağladı; bir musluk parçası da kapının kolu oldu.
Sıra sıra kapıcılar, odacılar, postalar selam durdular,
başkan kommendatore alboino büyük kapıdan çıktı. Miyoptu, aceleciydi, kararlı
bir biçimde süratle otomobiline doğru yürüdü, sarkan musluğu kavradı,çekti,
başını eğdi ve boynuna kadar kara saplandı.
Marcovaldo çoktan köşeden kıvrılmıştı, avluyu kürüyordu.
Avluda ki çocuklar kardan adam yapmışlardı.
"burnu eksik!" dedi içlerinden biri.
"ne koyalım oraya? havuç!" hepsi kendi mutfağına,
sebzelerin arasında havuç aramaya koştu.
Marcovaldo kardan adamı seyre dalmıştı. "karın altında,
neyin kar neyin karla kaplı olduğu ayırt edilemiyor; bir insan uymuyor buna,
çünkü benim şu karşıdaki değil, ben olduğum biliniyor."
Düşüncelere daldığı için damdan iki kişinin bağırdığını
duymadı: "hey, kardeş, çekilsene biraz oradan!" dam
temizliyicileriydi. Birden, üç kental kar başından aşağıya indi.
Çocuklar ele geçirdikleri havuçlarla döndüler. "a, bir
kardan adam daha yapmışlar!" avlunun ortasında, yan yana, birbirinin aynı
iki kardan adam vardı.
"İkisine de burun takalım!" deyip, iki kardan
adamın kafalarına birer havuç batırdılar.
Diriden çok ölü gibi olan marcovaldo, içine gömülüp buz
kestiği kılıfı yaran bir yiyeceğin geldiğini duyumsadı. Hemen ağzına attı.
"anne havuç yok oldu!" Çocuklar çok korkmuşlardı.
En yüreklileri umudunu yitirmedi. Yedek bir burnu vardı, bir
biberdi; biberi kardan adama taktı. Kardan adam biberi de yuttu.
Bunun üzerine kardan adama burun olarak bir mangal kömürü
takmayı denediler. Marcovaldo olanca gücüyle kömürü tükürdü. "İmdat!
canlı! canlı!" Çocuklar kaçıştılar.
Avlunun bir köşesinde bir ısı bulutunun yükseldiği bir
parmaklık vardı. Marcovaldo, ağır kardan adam adımlarıyla oraya gidip durdu.
Kar sırtından aşağı eridi, oluk oluk giysilerinden aktı; soğuktan şişmiş, buz
kesmiş bir marcovaldo çıktı ortaya.
Küreği aldı ısınmak için avluda çalışmaya koyuldu. Bir
hapşırık burnunun ucuna gelmiş, orada duruyor, dışarı çıkmaya karar
veremiyordu. Marcovaldo gözleri yarı kapalı yürüyordu, hapşırık hep burnunun
ucuna tünemiş duruyordu. Birden sanki homurdanır gibi "haaaap..."
yaptı, "...şu" ise bir mayın patlamasından daha güçlü oldu. Havanın
yer değiştirmesi nedeniyle marcovaldo duvara çarptı.
Hapşırma havanın yer değiştirmesinin ötesinde, gerçek bir
hortum oluşturmuştu. Avludaki bütün kar havalandı, bir kasırgada olduğu gibi
savruldu, yukarıya çekilip gökyüzünde billurlaştı.
İtalo Calvino
4 Ağustos 2014 Pazartesi
Hava Durumu...
Gürültüsü yok bir yıldırım.
Düş'tü.
Benden
bana. Ardı biraz sel, biraz kıyametti.
Gülüşüm sağlam kaldı.
Mey
Düş'tü.
Benden
bana. Ardı biraz sel, biraz kıyametti.
Gülüşüm sağlam kaldı.
Mey
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)