Susuz kalmış bu, dedi. Sesindeki bilmişlik canımı sıksa da
renk vermedim. Kabullenmedim de. Yerini sevmedi bence, diye karşıladım susuz
kalma iddiasını. Çiçeğin solgun yapraklarından birine değecek gibiydim. Kendimi
tuttum. Yeri gayet iyi, dedi bu sıra. Bilmişliği devam ediyordu.
Kuytu sever bunlar!
( utandığından mı, yakıştıramadığından mı yoksa göz önünde
olmayı oluşuna, yoksa yoksa zarar göreceğini buz gibi bilmekten mi? ne önemi
var şimdi bunun? İttiriverdin gitti; ondan, başkalarından en çok da kendinden
uzağa…)
Çiçeği günden, günün ışığından uzak bir loşluğa
itmişliğinden memnuniyetsizliğimin ondan bana yönelecek bir suçlamaya
dönüşmesinin an meselesi olduğunun farkında sessiz kaldım. Yeterince sulanmadığı
iddiası ise hazırda tuttuğu mızraklardan biriydi sadece.
( ittin de ne oldu? el, söz ve ışığın değmeyeceği o loşlukta
zaman geçtikçe küçülür sanını yerle bir eden; inadına ve ısrarına hayran
olduğun o şeyi illa gösterecektin. bir silaha dönüşeceğini akıl edememenin
sancısı mızrağın saplandığı yerde unutulmaz bir derse dönecekti. hani ya o, ‘
hikayenizi kimseye anlatmayın’ bilgeliği? hak getire…)
Canlılığını yitirmiş, gün gün solmakta olan çiçeğin başında;
son nefesini vermeye hazırlanan hastaya bakan naçar hasta yakınları gibiydik. Kayıp
kesinleşmişken, aslında ne kadar güzel olduğunu, varoluşunun önemini,
olmadığında eksik kalacak bir hayatı göz önünde canlandırabilmenin bile
olanaksız geldiğini birbirine söylemekten kaçınan, metanetli görünmeyi erdem
sayan o çoktan vazgeçmişlerdendik işte.
Susuz kalmış!
Yerini sevmedi!
( mızraktı tamam, rüya ve şarkının elinden çıkmış
olması - rüyayı sevdin, şarkıyı da –
mızrağı kabul edilebilir kıldı, tuttun onu da sevdin. )
Daha çok su ver, dedi.
Yerini değiştir, dedim.
Haklılığını kabule yanaşmadım.
Haklılığımı kabul etmedi.
Bir şey soldu.
( rüya, şarkı ve mızrağa eklenene şaşkınlıkla bakacaktın. gülüş’süz
olmazdı elbette, diyebilmenin uzun sürmesi bundandı )
Çiçek değildi. Solan.
Mey