10 Ağustos 2014 Pazar

Çiçeğin Ölümü…

Susuz kalmış bu, dedi. Sesindeki bilmişlik canımı sıksa da renk vermedim. Kabullenmedim de. Yerini sevmedi bence, diye karşıladım susuz kalma iddiasını. Çiçeğin solgun yapraklarından birine değecek gibiydim. Kendimi tuttum. Yeri gayet iyi, dedi bu sıra. Bilmişliği devam ediyordu.

Kuytu sever bunlar!

( utandığından mı, yakıştıramadığından mı yoksa göz önünde olmayı oluşuna, yoksa yoksa zarar göreceğini buz gibi bilmekten mi? ne önemi var şimdi bunun? İttiriverdin gitti; ondan, başkalarından en çok da kendinden uzağa…)

Çiçeği günden, günün ışığından uzak bir loşluğa itmişliğinden memnuniyetsizliğimin ondan bana yönelecek bir suçlamaya dönüşmesinin an meselesi olduğunun farkında sessiz kaldım. Yeterince sulanmadığı iddiası ise hazırda tuttuğu mızraklardan biriydi sadece.

( ittin de ne oldu? el, söz ve ışığın değmeyeceği o loşlukta zaman geçtikçe küçülür sanını yerle bir eden; inadına ve ısrarına hayran olduğun o şeyi illa gösterecektin. bir silaha dönüşeceğini akıl edememenin sancısı mızrağın saplandığı yerde unutulmaz bir derse dönecekti. hani ya o, ‘ hikayenizi kimseye anlatmayın’ bilgeliği? hak getire…)

Canlılığını yitirmiş, gün gün solmakta olan çiçeğin başında; son nefesini vermeye hazırlanan hastaya bakan naçar hasta yakınları gibiydik. Kayıp kesinleşmişken, aslında ne kadar güzel olduğunu, varoluşunun önemini, olmadığında eksik kalacak bir hayatı göz önünde canlandırabilmenin bile olanaksız geldiğini birbirine söylemekten kaçınan, metanetli görünmeyi erdem sayan o çoktan vazgeçmişlerdendik işte.

Susuz kalmış!
Yerini sevmedi!

( mızraktı tamam, rüya ve şarkının elinden çıkmış olması  - rüyayı sevdin, şarkıyı da – mızrağı kabul edilebilir kıldı, tuttun onu da sevdin. )

Daha çok su ver, dedi.
Yerini değiştir, dedim.
Haklılığını kabule yanaşmadım.
Haklılığımı kabul etmedi.
Bir şey soldu.

( rüya, şarkı ve mızrağa eklenene şaşkınlıkla bakacaktın. gülüş’süz olmazdı elbette, diyebilmenin uzun sürmesi bundandı )

Çiçek değildi. Solan.

Mey