10 Ağustos 2014 Pazar

“ Şafak Nabız Gibi Atıyordu…” *

Değişim zamanı. Gece, göğü güne devrediyor. Uyandı. Gece mi yoksa sabah mı, bilemedi ilkin. Uyuyor mu yoksa uyanık mı, ondan da emin olamadı. Bir çarpıntı hissi ile daraldı nefesi.  Bileğindeki damara kendiliğinden gitti parmakları – hani kimileyin hala yaşıyor muyum merakıyla yaptığı gibi – nabzını hissetmeye çalıştı. Atıyor işte sakince, orada. Çarpıntı peki, burada değilse nerede? Usulca kalktı yataktan, kedi de peşinden. Göğe indi inecek aydınlık henüz eve sirayet etmemişti. El yordamıyla ilerledi karanlık koridorda.

Balkon camını aralarken zorlandı her zamanki gibi. Tek kanat yeter sanmıştı. Yetmedi. İki kanat daha açtı. Ürperdi bedenine çarpan serinlikten, hoşuna da gitti öte yandan. Çarpıntıyı bir an için duymaz oldu. Durdu dinledi. Yine. Güçlü hem de.  Ayaklarının dibine yerleşmiş kediye baktı sorar gibi. Cevap var mı yok mu, bulamadan küçük bir esinti yalayınca yüzünü dışarı çevirdi bakışlarını yeniden. Bahçeyi sonlandıran duvarın hemen önündeki cılız ağaçların kıpırdayan yapraklarına baktı. Duvarın üzerinde yürüyen tekiri o zaman gördü. Gözlerini görmeye çalışmak, cevabı bir kedinin gözlerinde aramak kadar anlamsız bir çaba olacaktı. Yeltenmedi.  Duvara takılı kalmış gözleri, takıldığı yerin hemen ardında uzanan tepelere yönelmeyi reddediyordu. Bunca şiddetli atan / çarpan bir şeyin o kadar uzakta olamayacağını gerekçe gösterebilirdi gerekirse. Yeterince merak etmiyorsun ithamına hazırlıklıydı: yeterince cesur değilim.

Tepenin sağ yanına baksa, açlık ve susuzluktan düşmüş bedenler görecekti. Kuş mu onlar yoksa, sorusu ha kuş ha çocuk çıkışmasıyla dilinin ucunda donacaktı. Görmemek için hemen yumduğu gözlerinin önünden gitmeyecekti o küçük bedenlerin arasında dolaşan yılan. Duvarın griliğinin güvenliğine yerleştikçe yerleşti bakışları.

Çünkü başını sola çevirse, yeryüzünün üstüne yıkıldığı kara suratlı adamların sessiz çığlıklarını işitecekti. Nefes alamıyorum, diyecekti soluğu içinde olması gerektiği gibi gidip gelirken. Yazmalarını, acıyı açık etmesin için, ağzına kapatmış kadınların iki büklüm olmuş bedenlerini görünür kılan o sabahın, aydınlığından şüpheye düşecekti. O yana da bakmadı.

Az ileriye de bakmadı. Bakmasına gerek yoktu. Gökyüzünden yağan kötülüğün sesi, hayatın arka planına yerleşeli çok oluyordu. Şiddeti giderek artan şiddete uyum sağlanmışlığından artık işitilmez olan çığlıklar da değildi çarpıp duran.

Yeniden kendi nabzına yöneldi parmakları. İyi işte yaşıyorsun, dedi. Sakince damarlarına vuruyor kalbindeki dirim. Rahatlamadı. Sigara düştü aklına. Ocakta yaktı sigarasını. Aceleyle döndü yerine. Duvarına. Zihnine inşa ettiği duvarların arasından sızıp düşünülebilir, anımsanabilir alana çıkmaya çabalayan ezasının tırnaklarını işitir gibi oldu sigaranın ilk nefesinde. Rahat dur, diye fısıldadı. Bak bir şey atıyor.  Ama ne?
Şafak.
Nabız gibi…

Mey

* A. İlhan



                                Dariusz Kimczak