30 Ağustos 2014 Cumartesi

Şarkının Reddi…*

Kapıyı usulca itince açıldı. Aynı anda çıngırağın sesi. Durdu. Kararsız. Gelişini haber veren çıngırak sesine sövdü içinden. Durmanın anlamı yok, diye düşündü. Ya ilerle ya geri dön. İçerinin loşluğu – çıngırağa rağmen – fark edilip edilmediğini anlamasına imkân tanımıyordu. Yapamayacaksan bu son fırsat, diye hatırlattı kendine. Devam etmek için bir nedeni olmadığına ikna olacak gibiydi. Geri dönüp oradan uzaklaşmaya hazırlandı. Dostça olmaktan epeyce uzak sesi o sırada işitti: Niye geldin?

Çaresiz ilerledi sese doğru. Hoş karşılanmayacağını biliyordu ya, yine de ‘niye geldin?’ sorusunun ardındaki tını, soruyu göze almamış olduğunu anlamasına yetip de artmıştı. Hala kapı aralığında durmakta olduğunu fark edince içeriye bir iki adım daha sokuldu; elinden kayan kapı, en az, çıngırak kadar rahatsız edici bir sesle kapandı. Dönüp kapıya baktı; hak edilmiş bir cezaya bakar gibi baktı üstelik. Durma, diye iteledi kendini. İlerledi. Tezgâhın önünde durdu. Raflara kaydırdı gözlerini; ne çok şarkı, diye düşündü. Hangisi bizimki acaba? ‘Bizimki’ sözcüğünün, ardından çarparak kapanan kapı gibi bir ceza olduğunu düşünecek hali yoktu. Zaten biliyordu.

Ne istiyorsun, dedi tezgâhın ardındaki. Sorunun direkt öfkesiyle irkildi. İmdat arar gibi sağa sola bakındı ilkin. Ardından duyulur duyulmaz bir sesin – kendi sesinin – şarkı, diye mırıldandığını duydu.
Önce sessizlik. Sonra dükkânın loşluğunu yırtıp kızıl bir aleve dönüştüren o kahkaha. Kızıl alev gelip ciğerinde bir noktaya yapıştı, olduğu yerde yalpaladı. Söyleyecek bir şey arandı zihninde. Yoktu. Zaten faydası da yoktu konuşmanın. Öylece durup beklemeli. Bırak alsın hıncını. Bekledi.

Hak etmediğinize geç kaldınız, dedi sonunda tezgâhın ardındaki. Çoğul takısını vurgulayan sesinden çok bakışlarıydı. Sorar gibi baktı suçlanan. Hak etmediğinize? Geç kaldınız? Yoksa o da?

Sabah buradaydı, onayı geldi tezgâhın ardından. Küçükseyen bakışlarının tek hedefi olmadığını anlamak rahatlatmadı haberi alanı. Kocamanlaşan bir merak. Buradaymış, gelmiş. Sevindi mi, korktu mu, özledi mi, bilemeden az önceki kızıl alevin yapıştığı noktayı otayan bir şeyin ciğerine gelip oturduğunu hissetti bu kez. Buradaymış, gelmiş.

Ona da söyledim, dedi tezgâhın ardındaki. Sesi gücünün farkında bir otorite yayıyor, bakışlarındaki itiraz kabul etmezliği olabildiğince anlaşılır kılmak istiyor gibiydi. Yok size şarkı!
Yok bize şarkı! Ama vardı bize şarkı, diyecek oldu. Ağzı açıldı. Tezgahtakinin bakışlarını görünce, çıkmaya hazırlanan sesini durdurdu.

Sizi istemiyor, dedi konuşma hakkını yalnızca kendine tanımış olan. Artık, vurgusu kötü bir intikam arzusunun dışavurumuydu.
Bizi istemiyor! Ama istiyordu ve bizimdi, bizim içindi, içimizdeydi, demedi.
Tezgâhtakinin sabrı tükenmişti. Sabahtı, dedi. Ona da söyledim.

Paylaşmayı beceremedikleri bir şarkının ardından bedenlerine yapışmış o kızıl alevin varlığından haberdar olmanın teselli olabilirliğini düşünüp sevinecek gibi oldu. Tesellinin acı verdiği nerede görülmüş, azarı gecikmedi.

Tezgâhtaki susmuyordu: ona da söyledim, diyordu. Gelmeyin bir daha buraya. Yok size şarkı!
Yok bize şarkı! Ama vardı bize şarkı, demenin bir savunu olmadığını biliyordu.
Git artık, dedi bu sıra tezgâhtaki. Ona da söyledim, uğramayın buralara daha da.

Şarkıyı – yeniden – umut ederken, ciğerinde kızıl bir alevle oradan ayrılmanın ironisini kendini hedeflemiş bir silaha dönüştüreceğini bilerek, tezgâhtakine son bir bakış attı.
Kendini enikonu incitmeden bir şarkıyı incitemezsin, demek istedi. Anlamı var mı? Sus. Susabildi.  Belki, sabahki söylemiştir, diye teselli etti kendini kapıdan çıkıp oradan uzaklaşırken: Kendini küstürmeden bir şarkıyı küstüremezsin!  Belki söylemiştir, dedi dışarının soğuğu yüzünü yalarken. Ama vardı şarkı! Bize…


Mey

* Şarkı serisinin sonu