Kapıyı usulca itince açıldı. Aynı anda çıngırağın sesi.
Durdu. Kararsız. Gelişini haber veren çıngırak sesine sövdü içinden. Durmanın
anlamı yok, diye düşündü. Ya ilerle ya geri dön. İçerinin loşluğu – çıngırağa
rağmen – fark edilip edilmediğini anlamasına imkân tanımıyordu. Yapamayacaksan
bu son fırsat, diye hatırlattı kendine. Devam etmek için bir nedeni olmadığına
ikna olacak gibiydi. Geri dönüp oradan uzaklaşmaya hazırlandı. Dostça olmaktan
epeyce uzak sesi o sırada işitti: Niye geldin?
Çaresiz ilerledi sese doğru. Hoş karşılanmayacağını
biliyordu ya, yine de ‘niye geldin?’ sorusunun ardındaki tını, soruyu göze
almamış olduğunu anlamasına yetip de artmıştı. Hala kapı aralığında durmakta
olduğunu fark edince içeriye bir iki adım daha sokuldu; elinden kayan kapı, en
az, çıngırak kadar rahatsız edici bir sesle kapandı. Dönüp kapıya baktı; hak
edilmiş bir cezaya bakar gibi baktı üstelik. Durma, diye iteledi kendini. İlerledi.
Tezgâhın önünde durdu. Raflara kaydırdı gözlerini; ne çok şarkı, diye düşündü.
Hangisi bizimki acaba? ‘Bizimki’ sözcüğünün, ardından çarparak kapanan kapı
gibi bir ceza olduğunu düşünecek hali yoktu. Zaten biliyordu.
Ne istiyorsun, dedi tezgâhın ardındaki. Sorunun direkt
öfkesiyle irkildi. İmdat arar gibi sağa sola bakındı ilkin. Ardından duyulur
duyulmaz bir sesin – kendi sesinin – şarkı, diye mırıldandığını duydu.
Önce sessizlik. Sonra dükkânın loşluğunu yırtıp kızıl bir
aleve dönüştüren o kahkaha. Kızıl alev gelip ciğerinde bir noktaya yapıştı,
olduğu yerde yalpaladı. Söyleyecek bir şey arandı zihninde. Yoktu. Zaten faydası
da yoktu konuşmanın. Öylece durup beklemeli. Bırak alsın hıncını. Bekledi.
Hak etmediğinize geç kaldınız, dedi sonunda tezgâhın
ardındaki. Çoğul takısını vurgulayan sesinden çok bakışlarıydı. Sorar gibi
baktı suçlanan. Hak etmediğinize? Geç kaldınız? Yoksa o da?
Sabah buradaydı, onayı geldi tezgâhın ardından. Küçükseyen bakışlarının
tek hedefi olmadığını anlamak rahatlatmadı haberi alanı. Kocamanlaşan bir
merak. Buradaymış, gelmiş. Sevindi mi, korktu mu, özledi mi, bilemeden az
önceki kızıl alevin yapıştığı noktayı otayan bir şeyin ciğerine gelip oturduğunu
hissetti bu kez. Buradaymış, gelmiş.
Ona da söyledim, dedi tezgâhın ardındaki. Sesi gücünün
farkında bir otorite yayıyor, bakışlarındaki itiraz kabul etmezliği
olabildiğince anlaşılır kılmak istiyor gibiydi. Yok size şarkı!
Yok bize şarkı! Ama vardı bize şarkı, diyecek oldu. Ağzı
açıldı. Tezgahtakinin bakışlarını görünce, çıkmaya hazırlanan sesini durdurdu.
Sizi istemiyor, dedi konuşma hakkını yalnızca kendine
tanımış olan. Artık, vurgusu kötü bir intikam arzusunun dışavurumuydu.
Bizi istemiyor! Ama istiyordu ve bizimdi, bizim içindi,
içimizdeydi, demedi.
Tezgâhtakinin sabrı tükenmişti. Sabahtı, dedi. Ona da
söyledim.
Paylaşmayı beceremedikleri bir şarkının ardından bedenlerine
yapışmış o kızıl alevin varlığından haberdar olmanın teselli olabilirliğini
düşünüp sevinecek gibi oldu. Tesellinin acı verdiği nerede görülmüş, azarı
gecikmedi.
Tezgâhtaki susmuyordu: ona da söyledim, diyordu. Gelmeyin bir
daha buraya. Yok size şarkı!
Yok bize şarkı! Ama vardı bize şarkı, demenin bir savunu
olmadığını biliyordu.
Git artık, dedi bu sıra tezgâhtaki. Ona da söyledim,
uğramayın buralara daha da.
Şarkıyı – yeniden – umut ederken, ciğerinde kızıl bir alevle
oradan ayrılmanın ironisini kendini hedeflemiş bir silaha dönüştüreceğini
bilerek, tezgâhtakine son bir bakış attı.
Kendini enikonu incitmeden bir şarkıyı incitemezsin, demek
istedi. Anlamı var mı? Sus. Susabildi. Belki,
sabahki söylemiştir, diye teselli etti kendini kapıdan çıkıp oradan
uzaklaşırken: Kendini küstürmeden bir şarkıyı küstüremezsin! Belki söylemiştir, dedi dışarının soğuğu
yüzünü yalarken. Ama vardı şarkı! Bize…
Mey
* Şarkı serisinin sonu