Yakına bakmaktan, teşhisini koydum. Hep yakına bakmaktan.
Günler olmuştu gözlerimi iki metreden uzağa çevirmeyeli. Ya bir kitap sayfasına
ya bilgisayar veya telefon ekranına, en iyimser durumda ise balkona sıraladığım
çiçeklere bakmıştım sadece. Geçmeyen ağrının başka bir nedeni olabileceğine
ihtimal vermeyecek ölçüde ikna olmuştum sorunun yalnızca yakındaki varlıklara
bakmakla ilgili olduğuna. Etrafımda akli selim birileri olsaydı bir göz
doktoruna gitmem gerektiğini söylerlerdi mutlaka. Fakat dinlemezdim. Nedeni
bilen çözümü de bilir. Yakınına kenetlediğin bakışlarına yol ver gitsin
gidebildiğince uzağa. Çözümü bilmek
yalnızca bir şey oysa. Çözüme karşı akıl almaz bir soğukluk hissediyorsanız,
bilmek yarım şey bile olmayabiliyor. İşte ben de elimde o yarım şey, gözlerimde
dinmeyen bir ağrı yakında geçecek telkinleriyle idare ediyordum.
Uzağa bakmak istemiyordum çünkü uzak, görülmesi halinde
gözlerimdekine taş çıkarır bir ağrıyı şüpheye yer bırakmaksızın hazırda
bekletiyordu. Daha uzağa da bakmak istemiyordum; daha uzak, kabullenmek
istemeyeceğim ölçüde uzaktı. Çok daha uzağın ise zikretmem halinde bütün
sinirlerimi ayağa kaldıran bir adı vardı. Yakınla yetinmek elimdeki tek plandı,
ağrı ile de birbirimizi hoş görmenin bir yolunu bulacaktık artık.
Ama ağrı sıcağı sever ya da sevmez, orasını biraz
karıştırıyorum. Havanın sıcağı üstüme abandıkça gözlerimi taşımak veya onların
beni taşıması güçleşmeye başladı. Olur olmaz yerde açılmaz hale gelmeleri bir
yana, bir de tutup uzak, daha uzak ve çok daha uzak’a ilişkin teklif edilmesi
kabul dahi edilemez arzuları dayatmaya başladılar. Yoldan gönüllü çıktığımı
söyleyen olursa, itibar edilmemeli. Yoldan çıktım tamam, ama kesinlikle
gönüllülük esasına dayanmıyordu.
Uzak öngörüldüğü ölçüde acı verdi yolculuğun ilk durağında. Koca
koca zihinleri yüzyıllar boyunca meşgul etmiş bir takım soruların beyhudeliğine
tanık olmak gibi suya sabuna dokunmayan entelektüel acılardan söz edecek
değilim. Etin bıçak olup insan olmaklığını oyar ince ince. Öyle bir acı işte. Ağrısını
umursamayan gözlerimin tesellisine muhtaçtım, kulak kabarttım. Bunlar var işte.
Gör, gör, gör.
Daha uzak kırgınlığımdı. Kırgınlığının ülkesinde paldır küldür
dolaşamaz insan. Parmak uçlarımda dolandım bir evin sokağında. Nasıl da kırdın
beni, demek kırıcı bir şey dedim ağrısı
hafiflemeye yüz tutmuş gözlerime. Gel vazgeçelim. Birbirimizi ikna sürecinde yurt
edindiğimiz sokakta, bir apartmanın ikinci kat pencerelerine baka baka
azdırdığımız ağrıya teslim olduk. Ve anladık. Kırılmışlığın yakınındır. Bakma artık!
Çok daha uzak düş’ümdü. Korku bazı kapıları zorlu kılar. Gözlerim,
ağrı ve ben bu ülkenin sınır kapısında bizden umulmayacak bir sabırla
bekleştik. Birbirimizi avutmak, biraz da
cesaret aşılamak için mırıldandığımız şarkının büyüsüne kapılıp ömrümüz boyunca
orada öylece kalabileceğimizi itiraf etmeden orasından burasından kırparak küçülttüğümüz
hikâyeler anlattık, karşımızda tutkulu bir dinleyici hayal ederek.
Sonra düş’ümün
ülkesi. Düş’ümün kenti. Düş’ümün
sokağı. Derken düş’ümün gözleri. Ve o gözlerdeki utanç. Düş’ünden utanmanın
gözleri. Anladık.
Dönüş yolunda sordu gözlerimdeki ağrı. Adı neydi bu ülkenin?
Düş’ünden utanan adamlar ülkesi, cevabını hangimizin
verdiğinin önemi yoktu.
Salt bizim olabilirdi. Düş. Uzağında veya yakınında.
Bakabildiğince…
Mey
Anna Aden