17 Ağustos 2014 Pazar

Veya Utanıyorsan Benim Düş’üm Olsun…

Yakına bakmaktan, teşhisini koydum. Hep yakına bakmaktan. Günler olmuştu gözlerimi iki metreden uzağa çevirmeyeli. Ya bir kitap sayfasına ya bilgisayar veya telefon ekranına, en iyimser durumda ise balkona sıraladığım çiçeklere bakmıştım sadece. Geçmeyen ağrının başka bir nedeni olabileceğine ihtimal vermeyecek ölçüde ikna olmuştum sorunun yalnızca yakındaki varlıklara bakmakla ilgili olduğuna. Etrafımda akli selim birileri olsaydı bir göz doktoruna gitmem gerektiğini söylerlerdi mutlaka. Fakat dinlemezdim. Nedeni bilen çözümü de bilir. Yakınına kenetlediğin bakışlarına yol ver gitsin gidebildiğince uzağa.  Çözümü bilmek yalnızca bir şey oysa. Çözüme karşı akıl almaz bir soğukluk hissediyorsanız, bilmek yarım şey bile olmayabiliyor. İşte ben de elimde o yarım şey, gözlerimde dinmeyen bir ağrı yakında geçecek telkinleriyle idare ediyordum.

Uzağa bakmak istemiyordum çünkü uzak, görülmesi halinde gözlerimdekine taş çıkarır bir ağrıyı şüpheye yer bırakmaksızın hazırda bekletiyordu. Daha uzağa da bakmak istemiyordum; daha uzak, kabullenmek istemeyeceğim ölçüde uzaktı. Çok daha uzağın ise  zikretmem halinde  bütün sinirlerimi ayağa kaldıran bir adı vardı. Yakınla yetinmek elimdeki tek plandı, ağrı ile de birbirimizi hoş görmenin bir yolunu bulacaktık artık.

Ama ağrı sıcağı sever ya da sevmez, orasını biraz karıştırıyorum. Havanın sıcağı üstüme abandıkça gözlerimi taşımak veya onların beni taşıması güçleşmeye başladı. Olur olmaz yerde açılmaz hale gelmeleri bir yana, bir de tutup uzak, daha uzak ve çok daha uzak’a ilişkin teklif edilmesi kabul dahi edilemez arzuları dayatmaya başladılar. Yoldan gönüllü çıktığımı söyleyen olursa, itibar edilmemeli. Yoldan çıktım tamam, ama kesinlikle gönüllülük esasına dayanmıyordu.

Uzak öngörüldüğü ölçüde acı verdi yolculuğun ilk durağında. Koca koca zihinleri yüzyıllar boyunca meşgul etmiş bir takım soruların beyhudeliğine tanık olmak gibi suya sabuna dokunmayan entelektüel acılardan söz edecek değilim. Etin bıçak olup insan olmaklığını oyar ince ince. Öyle bir acı işte. Ağrısını umursamayan gözlerimin tesellisine muhtaçtım, kulak kabarttım. Bunlar var işte. Gör, gör, gör.

Daha uzak kırgınlığımdı. Kırgınlığının ülkesinde paldır küldür dolaşamaz insan. Parmak uçlarımda dolandım bir evin sokağında. Nasıl da kırdın beni,  demek kırıcı bir şey dedim ağrısı hafiflemeye yüz tutmuş gözlerime. Gel vazgeçelim. Birbirimizi ikna sürecinde yurt edindiğimiz sokakta, bir apartmanın ikinci kat pencerelerine baka baka azdırdığımız ağrıya teslim olduk. Ve anladık. Kırılmışlığın yakınındır. Bakma artık!

Çok daha uzak düş’ümdü. Korku bazı kapıları zorlu kılar. Gözlerim, ağrı ve ben bu ülkenin sınır kapısında bizden umulmayacak bir sabırla bekleştik.  Birbirimizi avutmak, biraz da cesaret aşılamak için mırıldandığımız şarkının büyüsüne kapılıp ömrümüz boyunca orada öylece kalabileceğimizi itiraf etmeden orasından burasından kırparak küçülttüğümüz hikâyeler anlattık, karşımızda tutkulu bir dinleyici hayal ederek.

Sonra düş’ümün  ülkesi. Düş’ümün  kenti. Düş’ümün sokağı. Derken düş’ümün gözleri. Ve o gözlerdeki utanç. Düş’ünden utanmanın gözleri. Anladık.
Dönüş yolunda sordu gözlerimdeki ağrı. Adı neydi bu ülkenin?
Düş’ünden utanan adamlar ülkesi, cevabını hangimizin verdiğinin önemi yoktu.
Salt bizim olabilirdi. Düş. Uzağında veya yakınında. Bakabildiğince…


Mey



                                Anna Aden