SONRA
Ses. Hoş
üstelik.Yan flüt mü? Daha çok keman, içli bir keman sesi. Kimi zaman
yükselen. Nicedir kulaklarımda.Uyurken, yolda yürürken, konuşurken, televizyon
ekranına görmeyen gözlerle bakarken ve sabahları yüzümü yıkarken.
Coşku, evet.
Hüzün, bazen.
Korku, daha değil.
biraz daha dinlemek istiyor.
ÖNCE
Unutmayı
hatırlamaya çalıştığı, şifalı otların kokularında teselli aradığı, şahane
küskün olduğu günler. Küskünlüğünün bir öznesi var mı? Bazen evet, bazen hayır.
Bazen tüm dünya, bazen kendi var oluşu. Rengini, maviyi yitirmiş, elinden alıp
götürmüşler; buna bile öfkelenmediği günler. Renksizliğini gizlemek için yüzünü
boyuyor, rengarenk giyiniyor. Çalan telefonlar,izlenen filmler, iki sigara
arasında okunan bir şiirin nikotinli tadı ve düşlerindeki cinayetin o son
karesiyle kendine kapanmaklı sokakların kalabalığı arasında.Caddeler değil ama
parke taşlı sokaklar, uzun, ince bir yılan gibi kıvrılıyorlar ayaklarının
altında. Adımları küçülüyor, küçülüyor yok oluyor. Issızlığına omuz
veriyor, susuyor. Düşüncesizce sarf ettiği sözcükler intikam peşinde sanıyor, korkuyor. 21:15
seanslarının boşluğunda, dev bir ekrana gören gözler, ama algılayamayan bir
beyinle bakarken ağlayabiliyor yalnızca. mektuplar, şiirler yazıp gönderiyor bir
adrese. Kim oturur o evde? Kimin düşüncelerinde bir yer bulmak –aramak,yaratmak –
çabasıyla,postahanedeki kadının önüne
bırakıp kaçıyor o zarfları? Umurunda değil. O adamın adını bulduğu rehber sayfası
en sevdiği kitabın arasında yalnızlığı tanımlıyor, anlamsız sözcük ve rakam
karmaşası içinde Bir insan düşlüyor,onu kuruyor, bir beden, bir ruh ve kocaman
bir yürek veriyor geçmişteki bir öyküden arta kalmış.Yalnız, yapayalnız, tüm
öykülerinin sonuna gelmiş bir insan. Fısıltı sokak numara 119’da oturan.Beyaz
saçlı, beyaz sakallı ve muhtemelen yeşil gözlü, deliliğini zorunlu bölüşen bir
insan.
Bunların
hiçbiri, rengini yitirmiş olmanın boşluğunu dolduramaz. Yetmiyor, yetmiyor
çünkü geç,çok geç kaldım ben, diye düşünüyor.
SONRA
Ses..Hoş
üstelik. Nereden çıktı? Durup dinliyor, bu gerçek mi acaba? Önce yan flüt
sanıyor,biraz daha dinliyor.Hayır,keman. İncecik,nazlı, içten bir keman sesi.Düşü
aklına geliyor hemen, rengini yitirdiğinden bu yana aklına getirmediği o düş:
Aydınlık
bir oda. Odanın aydınlığı yüzüne yansımış, gözlerindeki ışık, yüzündeki
gülümseme ve ruhundaki huzur olmuş. Odanın ortasında yere oturup, bağdaş
kurmuş,elbisesinin – elbise mavi –eteklerini kucağında toplamış, keman
çalmakta. Ve sadece mutlu.Gerçekten mutlu.
DAHA SONRA
Ses. Hoş
üstelik. Gerçekten duyuyor mu yoksa bunu kurguluyor mu, emin değil. Hep
kulaklarında uyanırken, okurken, ölümü düşünüp korkarken ya da aynada gözlerine
bakarken. Rengi hala yok ama içinde kıpır kıpır bir kıpırtı, mırıl mırıl bir
mırıltı.Tüy gibi hafif hissediyor arada bir kendini, gücü her şeye yeter
sanıyor. Bir dağ çiçeği olmayı düşlüyor, var oluşunu buna bağlıyor ve herhangi
biri – yeniden – bunun olamayacağını söylemeye kalkarsa, söyleyenin gözünü
patlatmaya karar veriyor.
ÇOK DAHA ÖNCE
Çok
yorgun. Tüketti. Her olasılığa karşın sakladıkları da tükendi.bu bir sona eriş.
“Hiçbir şey sonsuza kadar sürmez.” cümlesini umutla fısıldayarak uyuya kaldığı
çok geceler olmuştu. Bir sınıfa girip, gerçekten sevdiği çocukların gözlerine
bakarken her uzvunun ayrı acıdığını unutuverdiği de. Akşamları hiçbir zaman
ısınmayan evinin sessizliğinde, aralık vermeden çekirdek yiyişlerinin, yatma
zamanı gelene dek, konuşmadan televizyon karşısında oturuşlarının arasında, o
anda uzakta da olsa birinin varlığına tutunarak yaşayışlarının ,ona
inanışlarının, özleyişlerinin, sevişlerinin gerçek olduğunu sanıyordu.
Sonra
soğuk bir mart gecesi, en ve hep sevdiği kentin sokaklarının birinde
küstü.İ çindeki en tutkulu yanıyla şahane küstü. Barikatlarını terk etti, elleri
havada teslim oldu.
DAHA SONRA
Ses. Temiz
ve güvenli. Su gibi. Suyu düşünmeye başlıyor:
“su
akar, akarmış.Akamazsa bir yerde birikir dert olurmuş.su yüksekten
alçağa,çoktan aza akarmış.Sanki ulaşacak bir yer varmış gibi,sanki
dinlenebileceği bir yer varmış gibi. Düşman uyurmuş ama su uyumadan akarmış.su
meyilden meylettiğine akarmış.
Suyum…akıyor, akıyorum.”
ÇOK DAHA ÖNCE
Güce
ihtiyacım var. Ada az uzağında. Birkaç kulaç atacak gücü olsa kurtulacak. Köpekbalıklarından
da korkmuyor eskisi gibi. Etinden kopardıkları her bir parça acıtmasına acıtıyor
ama yine de kaçma çabası yok içinde. Sonuncusu tam bir camgöz.B ir camgöz
tarafından böyle azar azar öldürülmeyi beklemek, hatta bunu istemek, intihara
eğilimli bir kişiliği olduğu şüphesini doğuruyor. Aslında camgöz o kadar büyük
ve güçlü ki, tek bir ısırışta yutabilir onu. Hayır,bu keyifli olmamalı. Her
keresinde koparttığı minicik parçalar, ağzında dağılan tadı zevk veriyor olmalı
katiline. Evet,böyle olmalı. Ama bir
milyon yüz yetmiş yedi. Sonunda bitecek,biliyor ki, hiçbir şey sonsuza kadar
sürmez.
Acı
çekerken, diğer zamanlarda fark edemediği bir şeyi fark ediyor: Hücrelerini, liflerini, vücudunda
oynaşıp duran alyuvar ve akyuvarları. Her biri ayrı ayrı acıyor çünkü. Dikkatini
başka bir şeye yöneltemiyor ve kendi içinde çılgınlar gibi, bazense usul usul
dönenip duruyor. Acıyı durdurmaktan daha önemli hale geliyor onu
duyumsamak. Tırnak uçlarındaki sızıyı alıp, istediği yere götürebiliyor. Bazen
diline, bazen belleğine. Bazen de götürüp koyabileceği bir yer bulamıyor, öylece
kalakalıyor. En sonunda ense köküne götürüp, bırakıyor.
ARADA
Birileri
onu bir labirentin içine atmış sanki .Zavallı bir kobay gibi ,oraya buraya
koşturup, yolunu bulsun diye. Oysa o, labirentin bir bölmesine oturmuş, çıkış
yolu aramayı aklından bile geçirmeden bekliyor. Hiçbir şeyin olmadığını, gelecek
bir şeyin olamayacağını bilerek ve hala neyi beklemekte olduğunu bilmeyerek.
Düşünüyor:
“Belki, bu labirentin bir köşesinde oturup,hareketsiz beklemem en büyük
isyanım.Labirente çektiğim delikanlıca bir “siktir”. Yine de rahat değilim, niye
ki?”
ÇOK AMA ÇOK SONRA
Ses. Hoş
üstelik. Keman.Yaşadığı en güzel, en dehşetli saati anımsıyor.
Sabah.
Gözleri hala uyuyor ama bilinci yavaş yavaş uyanmakta. Bir duygu, sımsıcak
sarmalamış içini. Birkaç parçanın bir araya gelişi.
Çıralı’da
malum yaranın failinden kaçıp, koşarak su bendine vardığı ve ağlamaya
başladığında duyduğu huzur. HUZURLU.
Mavi
bir elbise giymiş. Odanın ortasında bağdaş kurup oturmuş, keman çalıyor. Kemanın
sesi içli ve titrek.
MUTLU.
Ölüme
yaklaştığı o gün. Yarı bilinçli ve ateşle yatarken annesinin saçlarında dolaşan
eli. GÜVENDE.
Sabah.
gözleri hala uyuyor ama bilinci şaşkınlıkla uyanmakta. Gözlerini açıyor ve
keman sesini duyuyor. Aklına o şiir geliyor :
Ben hiç olmasam keman olurdum *
titrek
olurdum, içli olurdum…
kentin
en eski binasında,
tavanarasında,
camlı
bir dolapta dururdum.
Senin
için, senin için.
Mey
* Barış Bıçakçı
Maria J. Jacinto