4 Mayıs 2014 Pazar

Ses...

SONRA

Ses. Hoş üstelik.Yan flüt mü? Daha çok keman, içli bir keman sesi. Kimi zaman yükselen. Nicedir kulaklarımda.Uyurken, yolda yürürken, konuşurken, televizyon ekranına görmeyen gözlerle bakarken ve sabahları yüzümü yıkarken.

                   Coşku, evet.
                   Hüzün, bazen.
                   Korku, daha değil.
                   biraz daha dinlemek istiyor.


ÖNCE

Unutmayı hatırlamaya çalıştığı, şifalı otların kokularında teselli aradığı, şahane küskün olduğu günler. Küskünlüğünün bir öznesi var mı? Bazen evet, bazen hayır. Bazen tüm dünya, bazen kendi var oluşu. Rengini, maviyi yitirmiş, elinden alıp götürmüşler; buna bile öfkelenmediği günler. Renksizliğini gizlemek için yüzünü boyuyor, rengarenk giyiniyor. Çalan telefonlar,izlenen filmler, iki sigara arasında okunan bir şiirin nikotinli tadı ve düşlerindeki cinayetin o son karesiyle kendine kapanmaklı sokakların kalabalığı arasında.Caddeler değil ama parke taşlı sokaklar, uzun, ince bir yılan gibi kıvrılıyorlar ayaklarının altında. Adımları küçülüyor, küçülüyor yok oluyor. Issızlığına omuz veriyor, susuyor. Düşüncesizce sarf ettiği sözcükler intikam peşinde sanıyor, korkuyor. 21:15 seanslarının boşluğunda, dev bir ekrana gören gözler, ama algılayamayan bir beyinle bakarken ağlayabiliyor yalnızca. mektuplar, şiirler yazıp gönderiyor bir adrese. Kim oturur o evde? Kimin düşüncelerinde bir yer bulmak –aramak,yaratmak – çabasıyla,postahanedeki  kadının önüne bırakıp kaçıyor o zarfları? Umurunda değil. O adamın adını bulduğu rehber sayfası en sevdiği kitabın arasında yalnızlığı tanımlıyor, anlamsız sözcük ve rakam karmaşası içinde Bir insan düşlüyor,onu kuruyor, bir beden, bir ruh ve kocaman bir yürek veriyor geçmişteki bir öyküden arta kalmış.Yalnız, yapayalnız, tüm öykülerinin sonuna gelmiş bir insan. Fısıltı sokak numara 119’da oturan.Beyaz saçlı, beyaz sakallı ve muhtemelen yeşil gözlü, deliliğini zorunlu bölüşen bir insan.

Bunların hiçbiri, rengini yitirmiş olmanın boşluğunu dolduramaz. Yetmiyor, yetmiyor çünkü geç,çok geç kaldım ben, diye düşünüyor.

SONRA

Ses..Hoş üstelik. Nereden çıktı? Durup dinliyor, bu gerçek mi acaba? Önce yan flüt sanıyor,biraz daha dinliyor.Hayır,keman. İncecik,nazlı, içten bir keman sesi.Düşü aklına geliyor hemen, rengini yitirdiğinden bu yana aklına getirmediği o düş:

Aydınlık bir oda. Odanın aydınlığı yüzüne yansımış, gözlerindeki ışık, yüzündeki gülümseme ve ruhundaki huzur olmuş. Odanın ortasında yere oturup, bağdaş kurmuş,elbisesinin – elbise mavi –eteklerini kucağında toplamış, keman çalmakta. Ve sadece mutlu.Gerçekten mutlu.

DAHA SONRA

Ses. Hoş üstelik. Gerçekten duyuyor mu yoksa bunu kurguluyor mu, emin değil. Hep kulaklarında uyanırken, okurken, ölümü düşünüp korkarken ya da aynada gözlerine bakarken. Rengi hala yok ama içinde kıpır kıpır bir kıpırtı, mırıl mırıl bir mırıltı.Tüy gibi hafif hissediyor arada bir kendini, gücü her şeye yeter sanıyor. Bir dağ çiçeği olmayı düşlüyor, var oluşunu buna bağlıyor ve herhangi biri – yeniden – bunun olamayacağını söylemeye kalkarsa, söyleyenin gözünü patlatmaya karar veriyor.

ÇOK DAHA ÖNCE

Çok yorgun. Tüketti. Her olasılığa karşın sakladıkları da tükendi.bu bir sona eriş. “Hiçbir şey sonsuza kadar sürmez.” cümlesini umutla fısıldayarak uyuya kaldığı çok geceler olmuştu. Bir sınıfa girip,  gerçekten sevdiği çocukların gözlerine bakarken her uzvunun ayrı acıdığını unutuverdiği de. Akşamları hiçbir zaman ısınmayan evinin sessizliğinde, aralık vermeden çekirdek yiyişlerinin, yatma zamanı gelene dek, konuşmadan televizyon karşısında oturuşlarının arasında, o anda uzakta da olsa birinin varlığına tutunarak yaşayışlarının ,ona inanışlarının, özleyişlerinin, sevişlerinin gerçek olduğunu sanıyordu.

Sonra soğuk bir mart gecesi, en ve hep sevdiği kentin sokaklarının birinde küstü.İ çindeki en tutkulu yanıyla şahane küstü. Barikatlarını terk etti, elleri havada teslim oldu.

DAHA SONRA

Ses. Temiz ve güvenli. Su gibi. Suyu düşünmeye başlıyor:

“su akar, akarmış.Akamazsa bir yerde birikir dert olurmuş.su yüksekten alçağa,çoktan aza akarmış.Sanki ulaşacak bir yer varmış gibi,sanki dinlenebileceği bir yer varmış gibi. Düşman uyurmuş ama su uyumadan akarmış.su meyilden meylettiğine akarmış.
Suyum…akıyor, akıyorum.”

ÇOK DAHA ÖNCE

Güce ihtiyacım var. Ada az uzağında. Birkaç kulaç atacak gücü olsa kurtulacak. Köpekbalıklarından da korkmuyor eskisi gibi. Etinden kopardıkları her bir parça acıtmasına acıtıyor ama yine de kaçma çabası yok içinde. Sonuncusu tam bir camgöz.B ir camgöz tarafından böyle azar azar öldürülmeyi beklemek, hatta bunu istemek, intihara eğilimli bir kişiliği olduğu şüphesini doğuruyor. Aslında camgöz o kadar büyük ve güçlü ki, tek bir ısırışta yutabilir onu. Hayır,bu keyifli olmamalı. Her keresinde koparttığı minicik parçalar, ağzında dağılan tadı zevk veriyor olmalı katiline. Evet,böyle olmalı. Ama  bir milyon yüz yetmiş yedi. Sonunda bitecek,biliyor ki, hiçbir şey sonsuza kadar sürmez.

Acı çekerken, diğer zamanlarda fark edemediği bir şeyi fark ediyor: Hücrelerini, liflerini, vücudunda oynaşıp duran alyuvar ve akyuvarları. Her biri ayrı ayrı acıyor çünkü. Dikkatini başka bir şeye yöneltemiyor ve kendi içinde çılgınlar gibi, bazense usul usul dönenip duruyor. Acıyı durdurmaktan daha önemli hale geliyor onu duyumsamak. Tırnak uçlarındaki sızıyı alıp, istediği yere götürebiliyor. Bazen diline, bazen belleğine. Bazen de götürüp koyabileceği bir yer bulamıyor, öylece kalakalıyor. En sonunda ense köküne götürüp, bırakıyor.


ARADA

Birileri onu bir labirentin içine atmış sanki .Zavallı bir kobay gibi ,oraya buraya koşturup, yolunu bulsun diye. Oysa o, labirentin bir bölmesine oturmuş, çıkış yolu aramayı aklından bile geçirmeden bekliyor. Hiçbir şeyin olmadığını, gelecek bir şeyin olamayacağını bilerek ve hala neyi beklemekte olduğunu bilmeyerek.

Düşünüyor: “Belki, bu labirentin bir köşesinde oturup,hareketsiz beklemem en büyük isyanım.Labirente çektiğim delikanlıca bir “siktir”. Yine de rahat değilim, niye ki?”


ÇOK AMA ÇOK SONRA

Ses. Hoş üstelik. Keman.Yaşadığı en güzel, en dehşetli saati anımsıyor.

Sabah. Gözleri hala uyuyor ama bilinci yavaş yavaş uyanmakta. Bir duygu, sımsıcak sarmalamış içini. Birkaç parçanın bir araya gelişi.

Çıralı’da malum yaranın failinden kaçıp, koşarak su bendine vardığı ve ağlamaya başladığında duyduğu huzur. HUZURLU.


Mavi bir elbise giymiş. Odanın ortasında bağdaş kurup oturmuş, keman çalıyor. Kemanın sesi içli ve titrek.
MUTLU.

Ölüme yaklaştığı o gün. Yarı bilinçli ve ateşle yatarken annesinin saçlarında dolaşan eli. GÜVENDE.

Sabah. gözleri hala uyuyor ama bilinci şaşkınlıkla uyanmakta. Gözlerini açıyor ve keman sesini duyuyor. Aklına o şiir geliyor :

                                                                                                   
                                       Ben hiç olmasam keman olurdum *

                                       titrek olurdum, içli olurdum…
                                       kentin en eski binasında,

                                                                   tavanarasında,

                                       camlı bir dolapta dururdum.
                                       Senin için, senin için.
                                                          




Mey


* Barış Bıçakçı



                                                               Maria J. Jacinto