Korkunç bir şey söylemişim gibi bakmıştı yüzüme. Gerçi bir
şeyi – pek önemli bir şeyi – korkunç bir biçimde söylemiştim. Söyleyişime eşlik
eden her ne varsa, onca hazırlığa, onca provaya karşın istediğim etkiyi
yaratmak şöyle dursun, aklıma gelenin başıma gele yazdığına işaret ediyordu. Kurmadığım
bir düşün kırıklığı canıma batıyor, berbat ettiğimi nasıl düzelteceğimi
bilememenin endişesi ile kıvranmama neden oluyordu.
Oysa hazırlanmıştım o ana. Yeminle hazırdım. Uykunun gelmek
bilmediği geceler boyu, yatağımda temas etmediğim tek bir köşe bırakmadan dönüp
dururken, sabahları şişmiş gözlerime buzlu sular çarparken prova etmiştim neyi
nasıl söyleyeceğimi. Ne giyeceğimi umursamadığımdan ne giyeceğime karar
veremediğim dolap önü kalakalışlarım uzadıkça yinelemiş, beğenmeyip tekrar
tekrar değiştirmiştim söyleneceklerin sırasını. Sokakta yürürken umurumda
olmamıştı üzerine basmamam gereken çizgiler, çıkıp indiğim basamakları saymayı
unutur olmuştum hepten. Doğru sözcükleri seçememe kaygısından koltuğumun
altında taşıdığım büyük sözlüğün verdiği sızıya razıydım. Ne çok sözcük var,
diye düşünüyordum sözlüğü satır satır gözden geçirirken ve hangisinin amaca
uygun olduğunu belirlemek ne zor. Zordu, pek çok zorluktan biriydi ama sadece. Zamanını
tutturmak önemliydi örneğin. Yanlış zaman doğru sözcükleri silikleştirir;
ağzından çıkan sözü rahatsız edici bir gürültüye dönüştürebilirdi. Benden
bağımsız akıp giden bir zaman’a hükmedebilmek; bunu yapabileceğimi düşünecek
kadar kendimden emin olmak harcım değildi, biliyordum. Yine de soyunmuştum bir
kere ve zaman konusunda isabet umuyordum. İçtenlik meselesi vardı bir de. Kendini
yazıyla ifade edebilmenin tek çıkarı olduğunu bilen biri olarak, sese bürünmüş
sözden başka çarenin olmayışı feci halde canımı sıkıyordu. Samimiyetin farkında
olmak karşındakinin işi diye rahatlatmaya çalışıyordum kendimi. Ve içimde bir
şey içimi büyük bir açlıkla kemiriyordu. Gözünü karartmayı deneyimlememiş
birinin, gözünü karart olsun bitsin işte baskısının altında ne denli
ezilebileceğini bir ara uzun uzun anlatırım dinlemek isteyene diye not almıştım
defterime. O defterleri yakmalıydım.
Ürkmesine ürküyordum; öyle ki, yabancı bir heyecan kesilmiş
süt gibi dolaşıyordu damarlarımda ve doğal hakkım olan soluğumu ciğerime
tıkıyordu. Damarında durmaya yanaşmayacak kanın baskısı boynumda atıyor,
beklenmedik bir deli cesareti siniyordu üstüme. Hazırlanmayıp ne yapacaktım?
Zamandan ve sözden merhamet dileyip dili serbest bıraktım.
Korkunç bir şey söylememiştim oysa, olsa olsa bir şeyi
- enikonu önemli bir şeyi – korkunç bir
biçimde söylemiştim.
Seni, demiştim. Görüyorum. Seni görüyorum. Gerçek bir “ sen “,
gerçeklik içeren bir “ görme “ . Dehşete
düşmüş bakışlarını fark ettiğimde çok geç olmuştu. Görülebilir bir ben fikrinin
fenalığını hesap edemeyişimi yanıma alıp uzaklaşmıştım oradan. Arkamı dönüp giderken, çizgilere
basmamaya azami bir özen gösterdiğimi anımsıyorum şimdi o günü düşününce.
Mey