Ankara'nın sonbaharına sevdama...
Bugün seni izledim. Bütün gün… Fark etmeni
beklemiyordum, fark etmeyeceğini biliyordum. Sabahın geç saatlerinde, neredeyse
öğle olmak üzereyken balkonu yıkadığında oradaydım. Suyla oynayışını, alnına
dökülen saçlarını ikide bir elinle geriye itişini, arada bir doğrulup gökyüzüne
bakışını izlerken; sokağa çıkmayabileceğin ihtimali bir an canımı sıksa da
keyifli bir seyirdi. Kahvaltını henüz yapmamıştın ve muhtemelen çay henüz
demlenmemişti. Kahvaltını balkonda yapabilirdin, benim için beklenmedik bir
şans olurdu, hava da müsaitti. Yine de bunun gerçekleşme olasılığının düşük
olduğunun bilincindeydim, bu yüzden beklemiyordum. Yine de kahvaltı sonrası,
keyif çayını içmek ve gazeteni okumak için balkonda göründüğünde, o kadar da talihsiz olmadığıma inanmaya
hazırdım. Acelem yoktu, çayını yudumlayışını, gazeteyi dikkatlice okuyuşunu
izlerken sabırsızlanmadım. Sokağa çıkacağın zamanın gelmesine daha vakit vardı,
seninle; sen önde ben hemen arkanda sokaklara karışmamıza daha zaman vardı. Ve
ben bekleyebilirdim...
Birkaç saatlik bekleyişin ardından sokak
kapısında göründüğünde, ben de yavaşça yerimden doğrulup, ardındaki yerimi
almaya hazırlandım. Bu gezintinin rotası hakkında hiçbir fikrim yoktu ve o rota
umurumda da değildi. Bu güneşli öğleden sonrayı sana ayırmıştım ve sen nereye
gitmek istiyorsan oraya gidecektik. Kalabalık sokaklar, gerçekten
kalabalıktılar, tenha sokaklar ve gireceğin tüm sokaklarda arkanda olacak ve seni
izleyecektim. Bütün gün...
Meşrutiyet caddesinden aşağı doğru ilerlemeye
başladığında yürüyüş rotamızı tahmin etmeye çalıştım, Konur sokaktaki
kitabevleri olabilirdi hedefin ama bir an düşününce bunun düşük bir olasılık
olduğuna karar verdim. Çünkü bugün perşembe değildi. Yine de Konur sokağın
kalabalığına döndüğünde “acaba?” diye sordum kendime. Eğer bir kitabevine
girmeyeceksen bu sokağa dönmüş olmana bir parça içerleyecektim. Kentin en
kalabalık sokağı, üstelik hafta sonu ve seni o kalabalıkta gözden kaybetmek de
bir olasılık. Neyse ki kırmızı bir etek giymiştin ve benim seni o kalabalıkta
bile gözden kaçırmamam mümkün olabiliyordu. Konur sokağı boylu boyunca
geçerken, göz ucuyla kitabevlerinin vitrinlerine baktıysan da, içlerine girmeye
niyetin yoktu, bu hızlı adımlarından da anlaşılabiliyordu. Konur sokağı çıkıp
Yüksel caddesinden aşağı doğru inmeye başladığında başka bir insan seliyle
karşılaştın, kalabalıkları sevmediğini biliyordum ve bu yarı asılmış yüzünden
de belli oluyordu. Metro istasyonunun merdivenlerine yöneldiğini gördüğümde,
metroya bineceğini düşünüp sevindim. Boş bir yer bulup oturabilirdin ve ben de
şanslıysam eğer tam karşında bir yer bulur ve seni izleyebilirdim. Bu
olasılığın yarattığı heyecanla soluk soluğa iniyordum merdivenleri. Ancak
çıkışa yöneldiğini gördüğümde yine de hayal kırıklığı yaşamadım. Büyük bir
mağazaya girdin. Mağazanın kalabalığında güçlükle yol alıyordun. Üst kata
çıkmak için merdivenlerde kendine yol açarken, ben üç basamak gerindeydim.
Alışveriş yapmanı, kimi eşyalara dokunuşunu, bazı şeyleri eline alıp sonra
bırakışını izledim. Bu kalabalığın içinde ne kadar kalacağını düşünüyordum bir
yandan da. Neyse ki çok kalmadın, kalmadık.
İkinci durağımız Sakarya Caddesiydi. Balık
tezgâhlarına bakıyordun dikkatle. Balık alacaksın. Büyük bir balıkçının önünde
durdun. Bir süre çipura mı yoksa çinakop mu alacağını düşündün. Satıcıya
hangisinin daha taze olduğunu sordun. Sonunda onun da telkinleriyle çinakopta
karar kıldın. Balığın temizlenmesini beklerken yüzünde halinden memnun bir
ifade vardı. İşte o an; birkaç akşam önce söylediğin ama benden başka kimsenin
dikkat etmediği o cümle geldi aklıma. ”Bu mevsim bana iyi geldi ” Belli ki,
mevsim sana gerçekten iyi gelmişti. Yüzünde bunun izleri görülebiliyordu.
Balıklar, insanlara ve dünyaya bakan
yüzünden memnuniyetin sezilebiliyordu. Balıkların temizlenmesi uzun sürdü,
sıkılacağını düşünüyordum. Oysa yüzüne baktığımda herhangi bir sıkılma
belirtisi göremedim, sen günün keyfini çıkarmaya kararlı görünüyordun. Aklımda,
benden başka kimsenin dikkatini çekmemiş o cümlen,”Bu mevsim bana iyi geldi.
”sana bakıyordum. Sakarya caddesinden yukarı doğru, evinin sokağına doğru
çıkarken çiçekçilerin önünde duraklayıp bir demet papatya alıp almayacağını
merak ediyordum. Almadın...
Selanik caddesini geçmen gerekecekti ve balık
aldığına göre eve gidiyordun. Bu öngörünün beni ne kadar düş kırıklığına
uğrattığını tahmin etmelisin. Daha uzun bir süre sokaklarda olacağımızı
sanıyordum. Selanik caddesinden Meşrutiyet caddesine çıktığımızda, keyfim kaçmış
bir şekilde arkandan yürümeye devam ediyordum. Birden cadde üzerindeki bir
pastaneye girdiğini gördüğümde, şaşırdım. Bahçedeki masalardan birine oturdun.
Garsondan soğuk gazoz istediğini duyabiliyordum. Şaşkınlığımı anlayabilirsin,
iki adım ötesi evindi ve sen, eve gitmek yerine o pastanenin bahçesinde
oturuyordun. Oturup sokağa bakıyordun gazozunu içerken. Karşıdaki otelin önünde
durmuş, ısrarla otelin kapısına bakmakta olan o adam aynı anda dikkatimizi
çekti ikimizin de. Üstü başı dağınık, başı hafifçe yana eğik duran ve neredeyse
acı dolu gözlerini bir otelin kapısına dikmiş bir adam ister istemez belli
fikirler getiriyordu zihnimize. Senin aklından da aynı sorunun geçmekte
olduğuna emindim ve tahmin yürütmekte olan zihninin hızla çalışmakta olduğunu
fark ediyordum. Çantandan sigara çıkarıp yaktığında, içmemen gerektiğini
söylememek için kendimle mücadele ettim. Sense sigaranın dumanları arasından o
adama bakıyordun hala. Bu arada cep telefonun çalmaya başladı, bakışlarını, bir
diğer izleyici konumunda olan o adamdan ayırmadan, telefonla konuşmaya
başladın. Arayan kimdi? Telefonu telaşla kapattın, garsonu çağırıp para öderken, otel kapısına
hala bakmakta olan adamı unutmuş gibiydin. Unutmazsın oysa. Unutmaz ve eylediğin
her şeye eklersin adamın görüntüsünü. Giderek o olursun ve adam için biçtiğin
hikâyeyi anlatacağın zamanın gelmesini beklersin. Acelen olmasa o masada
saatlerce oturup, adamın o otel kapısına bakmasını izlerken zihninde beliren
hikâyeyi büyütmeye çalışırsın. Acelen
vardı oysa ve yüzünde de bir telaş. Bütün gün yüzünde hiç belirmemiş olan o
telaş, oraya gelip oturmuştu. Hızla oturduğun sokağa yöneldin, hevesi
kursağında kalmış bacaklarım da seni izledi. Neden düş kırıklığı yaşıyordum ki,
az sonra akşam olacaktı ve balıkla dolu o beyaz renkli naylon torba, akşama
konuklarının olduğunu, zaten erkenden gidip, hazırlık yapmak isteyeceğini
söylüyordu. Bu durumda hayıflanacağım tek şey, mutfak penceresinin sokağa
bakmıyor oluşu olabilirdi.
Evinin bulunduğu sokağa yöneldiğinde, gün benim
için sona ermişti, yine de hala arkandaydım ve elinin tersiyle alnına düşen
saçlarını geriye doğru itişini görebiliyordum. Bugün de böylece sona erdi, diye
düşündüm. Peşinden ayrılmadan seni izlemiştim ve bundan hiç gocunmuyordum. Seni
bütün gün izlemiştim. Oturduğun apartmanın önüne ulaştığında, bir an
duraksadığını görüp arkanı döneceğini ve bana nihayet bir şey diyeceğini
düşündüm. Ama sen benimle hiç konuşmazsın ki… Sen devinirsin, yalnızca
devinirsin, ben de oturup seni izlerim. Bütün gün seni izlerim. Tüm bir gün...
Mey
Vladimir Zotov