27 Kasım 2013 Çarşamba

" Evdeki" Üzerine Bir Deneme...*

Haftalardır evden dışarı çıkmadım. Bu, bilinçli bir karar mıydı, yoksa Ayten’i düşünüp durmanın; aslında ondan çok da farklı olmadığımı kendime kanıtlamaya çalışmanın zorunlu bir sonucu mu, emin değilim. Ayten?

Ona bu ismi ben verdim. Beni bunu yapmaya iten en önemli neden, onun hakkında ya da ona dair yazmayı düşünmeye başlamamla birlikte baş gösteren büyük sorundu. Bir adı yoktu. Ona bir isim vermemişti Yusuf Atılgan. Hikayeyi okuyan, bilen herkes için o, “evdeki”ydi. Evdeki. Yusuf Atılgan’ın, Bodur Minareden Öte adlı kitabının, ilk öyküsünün kahramanından söz ediyorum. Evdeki.

Öyküyü okumamın üzerinden çok zaman geçmeden yazmaya karar vermiştim “evdeki” ni. Ve onu ne kadar çok düşünürsem, giderek ona o kadar çok benzemeye başladığımı fark etmemle birlikte; biz, o ve ben, artık iki ayrı “evdeki” ne dönüşmüştük. İşte tam da bu yüzden ona bir ad vermem zorunlu hale geldi. Biz artık, “iki başına”, iki “evdeki” ydik.

Evet giderek Ayten’e benziyorum. Onun her geçen gün kendini daha fazla kıstırılmış hissettiği kasabasının; o kasabadaki, henüz kaldırılmış kalaslarıyla boşalan ( oysa on yıldır orada yığılı duruyordu o kalaslar) arsaya bakan penceresinin önünde yaşadığı daralmayı hissediyorum ben de, bütün gün karşısından kalkmadığım bilgisayar ekranına bakarken.

On yıl önce, Ayten’in henüz okulu bitirdiği yıldı, o kalasları getirip yığdılar arsaya. Ve o,  öncesinde okul dönüşü çocukların top oynadığı arsaya bakardı. On yıldır da o arsaya bakıyor. Onun kendisini gerçekten ifade edebildiği tek etkinliği bu. Tıpkı benim, on yıldır, bilgisayar ekranının sunduğu dünyayı izleyişim gibi.

“ Kız, koca mı arıyorsun orada” diyor Ayten’in annesi sık sık. Bu cümle, kasabaya kapatılmış olduğunun bilgisi kadar boğuyor yıllar geçtikçe Ayten’i.

Haftalardır evden çıkmıyorum. “Kendini eve gömdün, çık o kitapların arasından. Kalk bilgisayarın başından” diyen seslerle boğulurken ben de biraz daha yaklaşıyorum Ayten’e.

Sokağa bakıyor Ayten. Sokaktan tek tük geçenlere. Hepsini tanıyor; yüzlerindeki güvene kadar tanıyor üstelik ve korkuyor o güvenden: “Büzülüyorum; içimi bir korku kaplıyor” diyor o güvenli yüzlere bakarken. Korkusunu, kıstırılmışlığından kaynaklanan boğuntusunu içimde hissediyorum gözlerim satırların arasında dolaşırken. Haftalardır evden çıkmadım ve Ayten’den daha çok korkuyorum.

Kasaba, yalnız küçüklüğü ve – kelimenin tüm anlamlarıyla – darlığıyla değil; oraya ait olmadığını bilmenin, dış dünyanın büyüklüğünde kaybolmayı özlemenin sıkıntısı değil Ayten için. İnsanlar, küçük kasaba insanlarının iç içe geçmiş tanışıklığı ve birbirlerinin hayatları üzerinde söz hakkı iddialarıyla bunaltıyor Ayten’i.

“ hep birbirlerini çekiştirirler. Gözleri ışıldar anlatırken. Onların yanından kalkıp gitmekten korkarım. Gider gitmez beni çekiştireceklerini sanırım.”

Hem onlara, hem kendine acıyor Ayten: “o kıza da acırım ben, şu kadına da, kendime de. Neden bu daracık kasabadayız biz? Yoksa bütün dünya böyle mi? Kitapların dediği yalan mı?” diyor sıkıntıyla Ayten. Sesimi duyurabilsem, bana da acı, diyebilmek isterdim. Evet, aslında dünya koca bir kasabadan ibaret ve evet, kitaplar yalan söylüyor, diyebilmeyi de isterdim. Ayten’le oturup, dünyanın aslında boğucu bir kasabadan ibaret oluşuna birlikte yanmak isterdim.

Artık evlensin istiyor Ayten’in annesi. Yaşı geçmiş; dedikodu almış başını. Umursamıyor bunları ve soruyor dönüp bana: “ Kiminle evleneceğim bu kasabada?” ne kasabayı, ne de kasabadaki herhangi birini layık görüyor kendine. Çıkışın olmadığı bilgisi ise dikeni durup durup  kendine batırdığı: “İnsan kendine acır mı? Ben acıyorum.”

Ayten, tümüyle bir yerini yadırgama haline dönüşmüş hikayenin içinde. Onunla birlikte, bir diğer “ evdeki” ne dönüştüğümün farkındalığıyla sürekli o dizeleri mırıldanıyorum ben de:

          “ hep içimde kalmalı huzursuzluğum
            Bir türlü yerime yerleşememişliğim”

Avutur mu bu iki dize, “evdeki” leri Ayten?

Nasıl çıkacak o evden, o kasabadan? Kiminle evlenecek? İngilizce çalıştırdığı, çipil gözlü dayıoğlu Necati’nin gözlerinde gördüğü cinsel isteğin tenindeki iziyle; gece yatağında kasabadan çıkma düşleri kurarken, sokaktan geçen sarhoşun narasının düşündürdükleriyle, en çok da kadın oluşun gereklilikleriyle nasıl başa çıkacak?

Bu soruların cevaplarını ararken, sarhoşun narasıyla irkiliyoruz her ikimiz de:
             “ Uyyyy, koca çarıklı Allah, uy! “

Kalasların arsaya yığıldığı yıl, ayten okulu bitirdi. Va aynı yıl dayısı öldü. Geride kalmış bir umut dayı oysa. O ölmeseydi, kasabadan çıkabileceğine inanıyor Ayten. İngilizce çalıştırıyor dayısı ona ve sürekli diyor ki; “ kız, erkek olsaydın seni oralara yollardım.”  İşte bu dayının gidişi, her geçen yıl kendini daha çetrefilli bir labirentin daracık yollarında  kaybetmesinin nedeni sanki.

Günlerdir kendini kapadığım bu evde, Ayten’in daralması, korkuları ve boğuntusuyla, onun aksine, Ayten’e acımıyorum. Anlıyorum sadece. Her ikimizi de. “ evdeki” olmanın anlamını biliyorum artık:

Evdeki bir kendine acımanın öyküsü.
Evdeki bir daralma ve tiksinti duygusu.
Evdeki süreklilik içeren bir yerini yadırgama hali.
Evdeki Yusuf Atılgan’ın dişi kasabası.

Ayten bak dinle, duyuyor musun? Nasıl da bağırıyor o sarhoş yine:


      “ UYYY, KOCA ÇARIKLI ALLAH, UY! “

Mey


* Bu metin Yusuf Atılgan'ın " Evdeki " adlı öyküsü üzerine kurgulanmıştır...