Haftalardır evden
dışarı çıkmadım. Bu, bilinçli bir karar mıydı, yoksa Ayten’i düşünüp durmanın;
aslında ondan çok da farklı olmadığımı kendime kanıtlamaya çalışmanın zorunlu
bir sonucu mu, emin değilim. Ayten?
Ona bu ismi ben
verdim. Beni bunu yapmaya iten en önemli neden, onun hakkında ya da ona dair
yazmayı düşünmeye başlamamla birlikte baş gösteren büyük sorundu. Bir adı
yoktu. Ona bir isim vermemişti Yusuf Atılgan. Hikayeyi okuyan, bilen herkes
için o, “evdeki”ydi. Evdeki. Yusuf Atılgan’ın, Bodur Minareden Öte adlı
kitabının, ilk öyküsünün kahramanından söz ediyorum. Evdeki.
Öyküyü okumamın
üzerinden çok zaman geçmeden yazmaya karar vermiştim “evdeki” ni. Ve onu ne
kadar çok düşünürsem, giderek ona o kadar çok benzemeye başladığımı fark
etmemle birlikte; biz, o ve ben, artık iki ayrı “evdeki” ne dönüşmüştük. İşte
tam da bu yüzden ona bir ad vermem zorunlu hale geldi. Biz artık, “iki başına”,
iki “evdeki” ydik.
Evet giderek
Ayten’e benziyorum. Onun her geçen gün kendini daha fazla kıstırılmış
hissettiği kasabasının; o kasabadaki, henüz kaldırılmış kalaslarıyla boşalan (
oysa on yıldır orada yığılı duruyordu o kalaslar) arsaya bakan penceresinin
önünde yaşadığı daralmayı hissediyorum ben de, bütün gün karşısından
kalkmadığım bilgisayar ekranına bakarken.
On yıl önce,
Ayten’in henüz okulu bitirdiği yıldı, o kalasları getirip yığdılar arsaya. Ve
o, öncesinde okul dönüşü çocukların top
oynadığı arsaya bakardı. On yıldır da o arsaya bakıyor. Onun kendisini
gerçekten ifade edebildiği tek etkinliği bu. Tıpkı benim, on yıldır, bilgisayar
ekranının sunduğu dünyayı izleyişim gibi.
“ Kız, koca mı
arıyorsun orada” diyor Ayten’in annesi sık sık. Bu cümle, kasabaya kapatılmış
olduğunun bilgisi kadar boğuyor yıllar geçtikçe Ayten’i.
Haftalardır evden
çıkmıyorum. “Kendini eve gömdün, çık o kitapların arasından. Kalk bilgisayarın
başından” diyen seslerle boğulurken ben de biraz daha yaklaşıyorum Ayten’e.
Sokağa bakıyor
Ayten. Sokaktan tek tük geçenlere. Hepsini tanıyor; yüzlerindeki güvene kadar
tanıyor üstelik ve korkuyor o güvenden: “Büzülüyorum; içimi bir korku kaplıyor”
diyor o güvenli yüzlere bakarken. Korkusunu, kıstırılmışlığından kaynaklanan
boğuntusunu içimde hissediyorum gözlerim satırların arasında dolaşırken.
Haftalardır evden çıkmadım ve Ayten’den daha çok korkuyorum.
Kasaba, yalnız
küçüklüğü ve – kelimenin tüm anlamlarıyla – darlığıyla değil; oraya ait
olmadığını bilmenin, dış dünyanın büyüklüğünde kaybolmayı özlemenin sıkıntısı
değil Ayten için. İnsanlar, küçük kasaba insanlarının iç içe geçmiş tanışıklığı
ve birbirlerinin hayatları üzerinde söz hakkı iddialarıyla bunaltıyor Ayten’i.
“ hep birbirlerini
çekiştirirler. Gözleri ışıldar anlatırken. Onların yanından kalkıp gitmekten
korkarım. Gider gitmez beni çekiştireceklerini sanırım.”
Hem onlara, hem
kendine acıyor Ayten: “o kıza da acırım ben, şu kadına da, kendime de. Neden bu
daracık kasabadayız biz? Yoksa bütün dünya böyle mi? Kitapların dediği yalan
mı?” diyor sıkıntıyla Ayten. Sesimi duyurabilsem, bana da acı, diyebilmek
isterdim. Evet, aslında dünya koca bir kasabadan ibaret ve evet, kitaplar yalan
söylüyor, diyebilmeyi de isterdim. Ayten’le oturup, dünyanın aslında boğucu bir
kasabadan ibaret oluşuna birlikte yanmak isterdim.
Artık evlensin istiyor
Ayten’in annesi. Yaşı geçmiş; dedikodu almış başını. Umursamıyor bunları ve
soruyor dönüp bana: “ Kiminle evleneceğim bu kasabada?” ne kasabayı, ne de
kasabadaki herhangi birini layık görüyor kendine. Çıkışın olmadığı bilgisi ise
dikeni durup durup kendine batırdığı:
“İnsan kendine acır mı? Ben acıyorum.”
Ayten, tümüyle bir
yerini yadırgama haline dönüşmüş hikayenin içinde. Onunla birlikte, bir diğer “
evdeki” ne dönüştüğümün farkındalığıyla sürekli o dizeleri mırıldanıyorum ben
de:
“ hep içimde kalmalı huzursuzluğum
Bir türlü yerime yerleşememişliğim”
Avutur mu bu iki
dize, “evdeki” leri Ayten?
Nasıl çıkacak o
evden, o kasabadan? Kiminle evlenecek? İngilizce çalıştırdığı, çipil gözlü
dayıoğlu Necati’nin gözlerinde gördüğü cinsel isteğin tenindeki iziyle; gece
yatağında kasabadan çıkma düşleri kurarken, sokaktan geçen sarhoşun narasının
düşündürdükleriyle, en çok da kadın oluşun gereklilikleriyle nasıl başa
çıkacak?
Bu soruların
cevaplarını ararken, sarhoşun narasıyla irkiliyoruz her ikimiz de:
“ Uyyyy, koca çarıklı Allah, uy! “
Kalasların arsaya
yığıldığı yıl, ayten okulu bitirdi. Va aynı yıl dayısı öldü. Geride kalmış bir
umut dayı oysa. O ölmeseydi, kasabadan çıkabileceğine inanıyor Ayten. İngilizce
çalıştırıyor dayısı ona ve sürekli diyor ki; “ kız, erkek olsaydın seni oralara
yollardım.” İşte bu dayının gidişi, her
geçen yıl kendini daha çetrefilli bir labirentin daracık yollarında kaybetmesinin nedeni sanki.
Günlerdir kendini
kapadığım bu evde, Ayten’in daralması, korkuları ve boğuntusuyla, onun aksine,
Ayten’e acımıyorum. Anlıyorum sadece. Her ikimizi de. “ evdeki” olmanın
anlamını biliyorum artık:
Evdeki bir kendine
acımanın öyküsü.
Evdeki bir daralma
ve tiksinti duygusu.
Evdeki süreklilik
içeren bir yerini yadırgama hali.
Evdeki Yusuf
Atılgan’ın dişi kasabası.
Ayten bak dinle,
duyuyor musun? Nasıl da bağırıyor o sarhoş yine:
“ UYYY, KOCA ÇARIKLI ALLAH, UY! “
Mey
* Bu metin Yusuf Atılgan'ın " Evdeki " adlı öyküsü üzerine kurgulanmıştır...