21 Kasım 2013 Perşembe

Karanlıktaki...

“ Beş duyundan böylesine uzaktayken, nasıl oluyor da biliyorsun, havada süzülen her kuşun, uçsuz bucaksız bir haz dünyasından olduğunu?”
                                                             William Blake


Neydi o kelime? Düşünüyor, belleğini zorluyor ve acınası durumuna yazıklanıyor. Dilinin ucunda. Çıkmak bilmiyor zorlamaya karşın. Nasıl olur da bir insan, insani bir varlık, tüm yaşamı boyunca hiçbir şeyi arzu etmediği kadar arzuladığının  adını anımsamaz? Düşünmesi gerekenlerin çokluğu, hatırlayamadığı sözcük ve onu anımsamıyor oluşunun akıl almazlığı, onu bunaltıyor.

Gözlerini yumup tekrar açıyor. Ya da tersi. Belki de, zaten kapalı olan gözlerini açmıştır sadece. Emin değil. Gözleri o anda artık kapalı olmadığı  için önündeki karanlığa bakıyor direkt. Dakikalar boyunca karanlıkla bakışıyorlar. Birinin diğerine söyleyecek sözü yok.  Sözsüzlüğüne öfkelenmeye kalmadan belleği aydınlanıveriyor. Sözcük gizlendiği yerden çıkıp geliveriyor: Işık. Işığa duyduğu arzu hep vardı bir adı olmasa da. Hatırlamak karanlığı bir parça kırıyor ve belki de, aydınlığa duyduğu ihtiyaç parlıyor zihninin de karanlık olan kısımlarında. Seviniyor. Loşluk, hiç yoktan iyidir, diye düşünüyor. Kıyısız bir nehrin içinde sürüklenmekte olduğu inancının yarattığı panik biraz azalır gibi oluyor.

Kör olmadan kör gibi yaşamak ve şiddetle ışığı arzu etmek, bir gün yeniden görebileceğine duyulan güvenle katlanılabilirdi başlangıçta. Deneyim hazinesine yeni cevherler ekleme olasılığı ile heves ettiği karanlık, şimdi kabusu.

Dünyayı görmezse içindeki sızı diner sanmıştı. Gözden ırak olan, diye başlayan atasözüne inanmış ve karanlık teklifine rıza göstermişti. Karanlığın sadece ışığın yokluğu anlamına gelmediğini anladığındaysa artık çok geçti. Karanlık zamansızlıktı: Zamanın yokluğunda yitip gitmekti. Karanlık sözsüzlüktü; günün birinde kendine bile sözsüz kalmaktı. Karanlık ışıksızlıktı; aydınlığı devasızca arzu etmekti.

Açık veya kapalı. Fark eden bir şey yok.  Gözlerini ne yapacağını bilemiyor. Sızısı bir yürek gibi gözlerinde atıyor nicedir. Açsa da, kapasa da, o gözler tüm benliğine kirli kan pompalayan kötücül birer kalpten başka bir şey değiller artık. Parmak uçlarında semiren tetikçinin farkında, olacakları geciktirme gereği duymadan bekliyor. Ya ışık ya kara çukur. Başka hal çaresi kabul etmiyor zihni.

Daha önce yapmadığını yapıp, aydınlığı talep etmeye karar veriyor birden, bedenindeki tetikçiden ürktüğünden belki. Belki değil. Nefesinin yettiğince haykırıyor:

“ Açın!” diyor. “ Açın artık şu ışığı.”

Bekliyor. Hiçbir şey olmama olasılığının gücünü bilerek bekliyor. Hiçbir şey olmuyor. Sinmeyecek, tekrar deniyor. Bu kez daha güçlü çıkıyor sesi ve daha buyurgan.

“ Açıııııııııııınnnnnnnnnnnnnnnnnnnnnnnnnn”

Bağırmaktan nefesi tıkanıyor, izin verse gözyaşlarıyla yıkayabilir tüm evreni. Ağlamak felaket. Ağlama olasılığı yıldırıcı. Bağırmak yerine fısıldamaya başlıyor. Hep aynı sözcük: açın, açın, açın, açın, aç, ın, a….

Bir cevap. Zayıf, haris ve öldürücü. Yine de bir cevap.
“ Işık kapalı değil” diyor ses.
Anlıyor. Nihayet.
“ Karanlıkta değilim” diyor.  “ Karanlık benim.”

Parmaklarına izin veriyor.

Mey



                                                 Enzo Perrazziello