Bu saatte
nereye, soru ve itirazlarını duymazdan gelip, kendini dışarı atmıştı. Asansörde
sıklaşmış nefesini düzene koymaya çabalarken bir yandan da bazı cümlelerin hem
soru hem de itiraz anlamı taşıyabilmesini düşünüp neşelenmeye çabalamıştı. Soğuk,
demişlerdi. Soğuktu. Dış kapıdan açık havaya çıkar çıkmaz yüzüne çarpan hava
keskin olduğu kadar temizdi de. Durup derin derin soludu. Az önce yukarıda
yaşadığı boğulma hissinin paniği giderek soluklaşmaya başladı. Gökyüzüne baktı,
pembe - gri bir perde ayın önünü kapamıştı. Gökyüzünün bu hali kar
düşündürüyorsa da yağmayacağını biliyordu. Bunu nereden bildiğini sorsanız,
açılmaması gereken bir kapıyı çalmış olurdunuz. Size gelmeyen kuşlardan, içini
ferahlatmayan yağmurlardan, yalan söyleyen hikâyelerden söz etmeye başlaması
işten bile değildi. Neyse ki kimsenin bir şey sorduğu yok, diye düşünüp yüksek
sesle güldü. Ardından yine boğulma hissi. Elini göğsüne bastırdı. Sakin, diye
fısıldadı. Az yürümeli.
Bahçeye inen
merdivenlere yöneldi. Caddeye kadar usul adımlarla yürüdü. Saat çok geç değildi
ve buna karşın trafik yoğun sayılmazdı. Karşıya geçip, üniversitenin korusunun
yanında yürürüm biraz, diye düşündü. Çam kokacaktı yolun o yanı, belki otobüs
durağı tarafındaki ağaçların arasında bir yeri kendine yuva edinmiş kaplumbağa
ile rastlaşırız ihtimali ile hızlandı. Gerçi kaplumbağa, yakındaki okulun çıkış
saatini bellemişti meydana çıkmak için. Okul çıkışı kendisini beslemek için
durağa koşan çocuklara alışkındı. Bir de bana, diye düşündü. Karşıya geçip,
durağın etrafına bakındı bir süre. Kaplumbağadan iz yoktu. Biraz oyalandı. Durağa
yapıştırılmış afişleri okudu, reklam panosundaki fotoğrafı inceledi. Kaplumbağa
gelmeyecek var git yoluna, dedi ve hareketlendi.
Kampüsün
girişine kadar yürür, sonrasına bakarım, diye düşündü. Az önce yaşadığı
darlanmayı düşünecekti elbette. Buna neyin sebep olduğunu sormayacaktı kendine.
Biliyordu. Asıl soru, neden hala? Geçen zamanın,
her şeyi geride bırakırken bir yandan da etkisizleştireceği varsayımına ne olmuştu?
Tamam, tanıdın. Görür görmez bildin. Ne olmuş yani, bunun bir gün olacağını
biliyordun, hazırlıklıydın da üstelik boğulmaya kalkmalar neyin nesi, diye
çıkışacaktı kendine. Sıkıntı verici olacaktı ama kaçınılmazdı da bir yandan. Kendisinden
kaçmanın olanaksız olduğu şeyleri göğüslemeyi iyi bilirsin, diye düşündü. Abarttığını
biliyordu, tıpkı o anda o abartıya ihtiyacı olduğunu bildiği gibi. Nefeslenmesine
güvenmeye başlayınca yürüyüş hızını artırdı. Hız zihnine sirayet edecekti, bu
gece başka nasıl tamamlanır diye düşünüp gülümsedi. Belleğin bendi yıkıldı ve
oraya tıktığı ne varsa saçılmaya başladı. Şu dağınıklığa bak, diyerek kınadı kendini.
İlgisiz gibi görünen cümleler, birkaç yürek hoplayışı da sıkışmış aralarına,
gülüşler de var burukluklar da. Kırgınlığın yılgın sitemleri bir yanda, yolun
aklını başından alan iksiri diğer yanda baktıkça daha belirgin oluyorlar. Bütün
bunları nasıl taşıdım, sorusu gereksiz; dumanı tüten harını yitirmiş yangınlara
su faydasız gibi görünüyor. Yürüdü, gözlerini içine çevirip gittiği yolu
bilmeden yürüdü tüm bunlar olup biterken. Kampüsün ana girişine ulaşmıştı biraz
kendine geldiğinde. Heykelin önündeki alçakça duvara tünedi. Elini paltosunun
cebine soktu. Parmaklarının ucuna değenin birkaç susam tanesi olduğunu fark
edince koca bir tebessüm yayıldı yüzüne. Çıkarıp heykelin dibindeki toprağın
üzerine koydu susamları. Belki birkaç kuş gelir onlar için, diye düşündü. Çünkü
uçuş aklındaydı. Hala…
Mey
* “ Sen
uçuşu hatırla, kuş ölümlüdür.”
Furuğ