30 Aralık 2013 Pazartesi

“ Sen Uçuşu Hatırla…”*

Bu saatte nereye, soru ve itirazlarını duymazdan gelip, kendini dışarı atmıştı. Asansörde sıklaşmış nefesini düzene koymaya çabalarken bir yandan da bazı cümlelerin hem soru hem de itiraz anlamı taşıyabilmesini düşünüp neşelenmeye çabalamıştı. Soğuk, demişlerdi. Soğuktu. Dış kapıdan açık havaya çıkar çıkmaz yüzüne çarpan hava keskin olduğu kadar temizdi de. Durup derin derin soludu. Az önce yukarıda yaşadığı boğulma hissinin paniği giderek soluklaşmaya başladı. Gökyüzüne baktı, pembe - gri bir perde ayın önünü kapamıştı. Gökyüzünün bu hali kar düşündürüyorsa da yağmayacağını biliyordu. Bunu nereden bildiğini sorsanız, açılmaması gereken bir kapıyı çalmış olurdunuz. Size gelmeyen kuşlardan, içini ferahlatmayan yağmurlardan, yalan söyleyen hikâyelerden söz etmeye başlaması işten bile değildi. Neyse ki kimsenin bir şey sorduğu yok, diye düşünüp yüksek sesle güldü. Ardından yine boğulma hissi. Elini göğsüne bastırdı. Sakin, diye fısıldadı. Az yürümeli.

Bahçeye inen merdivenlere yöneldi. Caddeye kadar usul adımlarla yürüdü. Saat çok geç değildi ve buna karşın trafik yoğun sayılmazdı. Karşıya geçip, üniversitenin korusunun yanında yürürüm biraz, diye düşündü. Çam kokacaktı yolun o yanı, belki otobüs durağı tarafındaki ağaçların arasında bir yeri kendine yuva edinmiş kaplumbağa ile rastlaşırız ihtimali ile hızlandı. Gerçi kaplumbağa, yakındaki okulun çıkış saatini bellemişti meydana çıkmak için. Okul çıkışı kendisini beslemek için durağa koşan çocuklara alışkındı. Bir de bana, diye düşündü. Karşıya geçip, durağın etrafına bakındı bir süre. Kaplumbağadan iz yoktu. Biraz oyalandı. Durağa yapıştırılmış afişleri okudu, reklam panosundaki fotoğrafı inceledi. Kaplumbağa gelmeyecek var git yoluna, dedi ve hareketlendi.

Kampüsün girişine kadar yürür, sonrasına bakarım, diye düşündü. Az önce yaşadığı darlanmayı düşünecekti elbette. Buna neyin sebep olduğunu sormayacaktı kendine. Biliyordu. Asıl soru, neden hala?  Geçen zamanın, her şeyi geride bırakırken bir yandan da etkisizleştireceği varsayımına ne olmuştu? Tamam, tanıdın. Görür görmez bildin. Ne olmuş yani, bunun bir gün olacağını biliyordun, hazırlıklıydın da üstelik boğulmaya kalkmalar neyin nesi, diye çıkışacaktı kendine. Sıkıntı verici olacaktı ama kaçınılmazdı da bir yandan. Kendisinden kaçmanın olanaksız olduğu şeyleri göğüslemeyi iyi bilirsin, diye düşündü. Abarttığını biliyordu, tıpkı o anda o abartıya ihtiyacı olduğunu bildiği gibi. Nefeslenmesine güvenmeye başlayınca yürüyüş hızını artırdı. Hız zihnine sirayet edecekti, bu gece başka nasıl tamamlanır diye düşünüp gülümsedi. Belleğin bendi yıkıldı ve oraya tıktığı ne varsa saçılmaya başladı. Şu dağınıklığa bak, diyerek kınadı kendini. İlgisiz gibi görünen cümleler, birkaç yürek hoplayışı da sıkışmış aralarına, gülüşler de var burukluklar da. Kırgınlığın yılgın sitemleri bir yanda, yolun aklını başından alan iksiri diğer yanda baktıkça daha belirgin oluyorlar. Bütün bunları nasıl taşıdım, sorusu gereksiz; dumanı tüten harını yitirmiş yangınlara su faydasız gibi görünüyor. Yürüdü, gözlerini içine çevirip gittiği yolu bilmeden yürüdü tüm bunlar olup biterken. Kampüsün ana girişine ulaşmıştı biraz kendine geldiğinde. Heykelin önündeki alçakça duvara tünedi. Elini paltosunun cebine soktu. Parmaklarının ucuna değenin birkaç susam tanesi olduğunu fark edince koca bir tebessüm yayıldı yüzüne. Çıkarıp heykelin dibindeki toprağın üzerine koydu susamları. Belki birkaç kuş gelir onlar için, diye düşündü. Çünkü uçuş aklındaydı. Hala…

Mey

* “ Sen uçuşu hatırla, kuş ölümlüdür.”

                                                     Furuğ