10 Aralık 2013 Salı

Herkese Kendi Düşü...

Külrengi, engin bir gök altında, yolsuz, çimensiz, di­kensiz, ısırgansız, geniş, tozlu bir ovada, birçok insana rastladım, iki-büklüm yürüyorlardı.

Her biri bir un, bir kömür çuvalı kadar, romalı bir pi­yadenin donatımı kadar ağır, kocaman bir düş taşıyordu sır­tında.


Ama korkunç hayvan cansız bir ağırlık değildi, tam tersine, çevik, güçlü kaslarıyla sarıyor, eziyordu adamı; iki koca pençesiyle alnının üstüne geliyordu; eski savaşçıların düşmanı daha bir dehşete düşüreceğini umdukları şu kor­kunç miğferler gibiydi.

Bu adamlardan birini sorguya çektim, böyle nereye git­tiklerini sordum. Hiçbir şey bilmediğini, kendisinin de, öte­kilerin de bir şey bilmediklerini; ama yenilmez bir yürüme gereksinimiyle itildiklerine göre, elbette bir yere gittiklerini söyledi.

İlginç bir şey: bu yolculardan hiçbiri, boynuna asılmış, sırtına yapışmış hayvana kızmışa benzemiyordu; kendinden bir parça sayıyordu sanki onu. Bütün bu yorgun ve asık yüz­lerde hiçbir umutsuzluk belirtisi yoktu; göğün sıkıntılı kub­besi altında, ayakları bu gök kadar kasvetli bir toprağın toz­larına batmış bir durumda, hep umut etmeye yargılı olanların boyun-eğmiş yüzleriyle ilerliyorlardı.

Topluluk yanımdan geçti, ufkun havasına, gezegenin yuvarlaklaşmış yüzeyinin insan bakışının merakından sıyrıl­dığı yere gömüldü.

Bir zaman inatla anlamaya çalıştım bu gizemi; ama çok geçmeden, karşı konulmaz ilgisizlik çöktü üzerime, bü­tün ağırlığıyla ezdi beni, onlar bile ezici düşlerinin altında böylesine ezilmemişlerdi.


Charles Baudelaire