Biz
küçükken, pembeye boyanmış top top patlamış mısırlar olurdu. Sahte şeker. İşte,
onu özlediğim kadar özlüyorum seni. Bir de bakkallarda en önde satılan küçük
ayıcık şeklinde çikolatalar vardı. Ben onları yemeye kıyamaz, tel dolaplarda
saklardım. Onlara verdiğim değer kadar çok değer veriyorum sana. Kış vakti,
okuldan eve döndüğümde, sadece bir odada yanan sobanın yanına koşar, ayaklarımı
uzatırdım. Babam mandalina ve portakal kabukları dizmiş olurdu sobaya. Odaya
eşsiz bir koku dolardı. O kokuyu özlediğim kadar özlüyorum etrafa yaydığın
kokuyu. Soğuk kış aylarında, karların üstünden zeytin toplarken, büyük bir ateş
yakılırdı tarlanın ortasında. Arada bir zeytin silkelemeye ara verip ellerimizi
ısıtırdık o ateşin üstünde. Kulağım, o ateşin içinde çıtırdayan kuru dallarda
olurdu hep. İşte, o sesleri özlediğim kadar özlüyorum sesini duymayı. Nisan
ayları gelip de bahar yağmurları yağmaya başlayınca, tuhaf bir sevinç kaplardı
içimi. Sundurmanın altına girer, bakır tenteye düşen yağmur damlalarını
dinlerdim. Dümdüz ekin tarlalarında olurdu gözüm. Toprağa düşen su taneleri
yerden kaldırdıkları tozla, bir sis bahçesine çevirilerdi ovayı. Ara sıra elimi
sundurmanın dışına uzatır, avucuma damlayan yağmurun ağırlığıyla kalırdım. O
yağmurlar, ellerimden başlayıp bütün gövdemi dolaşırdı sanki. Sonra yağmurun
altında dörtnala koşan atların sesini duyardım. Nallarının ıslak toprağa
vurduğunda çıkardığı o tok ve ağır ses, gittikçe içimde yankılanmaya başlardı.
Suyu görünce huysuzlanan atlar, sanki bir ışık gibi geçerlerdi yağmur
tanelerinin arasından. Ahıra vardıklarında, sanki üstlerine hiç yağmur değmemiş
gibi kupkuru olurlardı. İşte, o nisan yağmurlarını beklediğim kadar bekledim
seni. Günlerim özlemekle geçiyor. Her günüm, bir öncekinden ağır. Seni
özledikçe, dikenleri tersine büyüyen bir kaktüs büyüyor içimde. Seni özledikçe,
daha ağırlaşıyor içimde biriktirdiğim taşlar. Artık yalnızca özlediğim kadarım.
Gökhan Arslan