25 Ekim 2013 Cuma

Benimle Kal...

                                                                                       
“Deniz değil,
 Kâğıtlar beni tuta
 Onun içindir sana yazamadığım.”

                             Ahmet CEMAL



Vapur kalkmak üzereydi. İskeleye doğru telaşla yürürken bir genç kız, “Tanrı sizi seviyor!” diyerek bir kitapçık uzattı. “Nerden biliyorsunuz?” diye gülümseyip ısrarla uzattığı küçük kitabı aldım.

Koştura koştura içeri girip turnikeden geçtim. Dalgaların iskelede bile şiddetle sarstığı vapurun güvertesine zorlukla çıkabildim. Etrafta hiç kimse yoktu. Rüzgârın savurduğu tentelerin altındaki boş sıralardan birine oturdum. Montumun yakasını kaldırıp fermuarını iyice yukarı çektim.

Vapur kalkmış; sert savruluşlarla ilerliyordu.  Denizi ve şehri kasıp kavuran lodos, sersemletmişti beni. Sıkıntıyla bakındım etrafıma. Patlamaya hazır gökyüzü, puslu öfkesini çarpıyordu suratıma. Başımı geriye yaslayıp gözlerimi kapadım.

Tanrı’nın bizi sevip sevmediğini düşünürken elime tutuşturulan kitabı hatırladım birden. Yanımda, sıranın üstünde duruyordu. Elime alıp gülümsedim. Mavi kapaklı kitabı evirip çevirerek kokladım. Kâğıt ve mürekkep kokusunu içime çekip tekrar gözlerimi yumdum.

Rüzgârın uğultusunu dinlerken dalıp gitmişim. Bir öksürük sesiyle irkildim. Yanı başıma bir adam oturmuştu. Nasıl da fark edememiştim onu. Tedirgin oldum; ama belli etmemeye gayret ettim.

Üstü başı temiz, saçı sakalı birbirine karışmış genç adam; “Herkes gündelik yaşamın tekdüzeliğini farklı eyler!” diyerek cebinden bir sigara paketi çıkardı. İçinden bir tane alıp bana da uzattı. Teşekkür edip sigarayı almadım.

Saatime baktım, yirmi dakika sonra karşı kıyıda olacaktık. ‘Hepimizden daha yalnız biri...’ diye düşünerek biraz daha yana doğru kaydım.

Adam, eğilip elimdeki kitapçığa baktı. Gülümseyerek, “Tanrı senin de ayağına gelmiş, tanıdın mı bari? Herkesin ayağına gider; ama tanımazlar, bilmezler!” dedi. Ne diyeceğimi bilemedim. Gülümseyerek susmaya devam ettim.

Genç adam, yavaşça uzanıp elimdeki kitabı aldı. Yine huzursuz oldum. Aslında, hemen kalkıp güverteyi terk edebilirdim; ama yapmadım. Sessizce denizi seyretmeye devam ettim. Yan gözle adamı da izliyordum arada.

Kitabın sayfalarını ileri geri çevirip duruyordu. “Buldum işte!” diyerek haykırdığında korkuyla irkildim. Yüreğim ağzıma gelmişti. O ise yüksek sesle vaaz verir gibi okumaya başladı.

“Sevgi sabırlıdır, iyilikle davranır, kıskançlık tanımaz... Sevgi büyüklenmez, böbürlenmez, utandırıcı bir şey yapmaz, kendi çıkarını gözetmez, içerlemez, kötülüğün hesabını tutmaz. Haksızlık karşısında sevinmez, gerçek karşısında sevinir. Sevgi her güçlüğe dayanır, her şeye inanır, her şeyden umutlanır, her duruma katlanır...” *

Adamın kitaptan okuduğu cümleleri daha önce hiç duymamıştım; ama güzeldi.

Birkaç dakikalık sessizlikten sonra; “Gerçeği bileceksiniz ve gerçek sizi özgür kılacak...” ** diyerek gülümsedi adam.

Kitaba bakıp ‘Akşama şöyle bir göz gezdiririm...’ diye düşünürken, adam birden ayağa kalktı. Güvertenin kenarına yanaşıp elindeki kitabı hızla denize fırlatınca korkuyla baktım ona.

Hüzünle gülümseyen adam; “Tanrı sözü her yerde, kitaba gerek yok!” diyerek tekrar yanıma oturdu. Bir sigara daha yaktı. Sigarasından derin bir nefes çekip “Sigara içmiyorsun, bari sigara böreği yapabiliyor musun?” dedi.

Şaşkın bir gülümsemeyle; “Yapabiliyorum,” dedim.

Arkasına yaslanan adam, hiçbir şey söylemeden sustu. Birkaç martı hızla uçup geçti önümüzden.

Çok geçmeden yine ayağa kalkan adam, uçsuz bucaksız bir çölün ortasındaymış gibi bakındı etrafına. Ne yana gideceğini düşünürcesine denizi seyretti bir süre. Bir sigara daha yakıp dalgın adımlarla volta atmaya başladı.

Rüzgârın ve dalgaların öfkesini dindiren tuhaf bir şeyler vardı adamda. Beni tedirgin etmesine rağmen, sevimli ve cana yakın olduğunu farkettim birden.

Voltasını bitiren genç adam, hemen karşımdaki sıraya oturdu bu kez. Merakla yüzüme bakıp yorgun bir sesle konuştu.

“Rüzgârı sever misin? Rüzgâr herşeyi süpürür; acıyı,kederi... Güz yaprakları gibi savrulanları... “

Gülümsedim. Karşı kıyıya bakıp “Rüzgârı da, savrulmayı da severim,” dedim.

Yaklaşık on dakikalık yolumuz kalmıştı. Sahildeki binalar, palmiyeler bir toz bulutunun altında daha silik görünüyorlardı, ama epeyce yaklaşmıştık kıyıya.

Adam paltosunun ceplerinde bir şeyler arar gibi yaparak, kederle gülümsedi.

“Umudum kaçıp gitmiş cebimden! Bana çaktırmadan uçmuş demek ki... Sen gördün mü umudumu kaçarken?”

“Siz volta atarken bir martı alçaldı yanınıza. Belki de o kapmıştır umudunuzu, martılara güvenir misiniz?”

Paltosuna sarınarak bir sigara daha yaktı adam. Sararmış parmaklarının arasında çevirip durduğu sigarasından bir nefes daha alıp gözlerimin içine baktı. “Bütün kuşlara güvenirim. Ama en çok İstanbul’un martılarına güvenirim. Üstelik onlar çok da romantiktir.” dedikten sonra, derin bir sessizliğe gömüldü.

Vapur iskeleye yanaşana kadar hiç konuşmadık. Yağmur başlamıştı. Tentelerin arasından savrularak üstümüze yağan yağmura aldırmadan sessizce oturduk.

Sonunda rıhtıma yanaşmıştık. Ama ben hâlâ oturuyor, gerilen halat seslerini dinliyordum. Rüzgârın ve yağmurun sesine karışan telaşlı insan sesleri dinene kadar bekledim.

İsteksizce ayağa kalktım sonunda. “Alsancak’a geldik işte!” dedim.

Hiç oralı olmadı adam. Dalıp gitmişti yine... Usulca uzanıp omzuna dokundum, birden irkildi. “Güzel bir yolculuktu, hoşça kalın!” dedim.

Yüzüme kederle baktı genç adam. “Pencerelerine siyah tüller asma sakın! Sen iyi bir kadınsın. Güle güle...” diyerek kafasını önüne eğdi.

Yüreğim bulandı birden. Oysa ne deniz, ne de lodostu beni tutan...

Güvertenin merdivenlerine usulca yürüdüm. Tam geri dönmek üzereyken hızla indim basamakları.

Vapurdan çıkıp iskelede bekledim. Sersem bir lodos balığı gibi bekledim. Kimsesizliğimize yağan yağmuru kederle seyrederek bekledim...

Yağmur, öfkeyle yağıyordu sevgisizliğim.

Asuman Portakal


  * “KorintoslularaMektuplar 13” İncil

**“Yuhanna 8. Bab 31-32” İncil



                                            Marta Orlowska