“Deniz değil,
Kâğıtlar beni tuta
Onun içindir sana yazamadığım.”
Ahmet CEMAL
Vapur kalkmak üzereydi. İskeleye doğru telaşla yürürken bir
genç kız, “Tanrı sizi seviyor!” diyerek bir kitapçık uzattı. “Nerden
biliyorsunuz?” diye gülümseyip ısrarla uzattığı küçük kitabı aldım.
Koştura koştura içeri girip turnikeden geçtim. Dalgaların
iskelede bile şiddetle sarstığı vapurun güvertesine zorlukla çıkabildim.
Etrafta hiç kimse yoktu. Rüzgârın savurduğu tentelerin altındaki boş sıralardan
birine oturdum. Montumun yakasını kaldırıp fermuarını iyice yukarı çektim.
Vapur kalkmış; sert savruluşlarla ilerliyordu. Denizi ve şehri kasıp kavuran lodos,
sersemletmişti beni. Sıkıntıyla bakındım etrafıma. Patlamaya hazır gökyüzü,
puslu öfkesini çarpıyordu suratıma. Başımı geriye yaslayıp gözlerimi kapadım.
Tanrı’nın bizi sevip sevmediğini düşünürken elime
tutuşturulan kitabı hatırladım birden. Yanımda, sıranın üstünde duruyordu.
Elime alıp gülümsedim. Mavi kapaklı kitabı evirip çevirerek kokladım. Kâğıt ve
mürekkep kokusunu içime çekip tekrar gözlerimi yumdum.
Rüzgârın uğultusunu dinlerken dalıp gitmişim. Bir öksürük
sesiyle irkildim. Yanı başıma bir adam oturmuştu. Nasıl da fark edememiştim
onu. Tedirgin oldum; ama belli etmemeye gayret ettim.
Üstü başı temiz, saçı sakalı birbirine karışmış genç adam;
“Herkes gündelik yaşamın tekdüzeliğini farklı eyler!” diyerek cebinden bir
sigara paketi çıkardı. İçinden bir tane alıp bana da uzattı. Teşekkür edip
sigarayı almadım.
Saatime baktım, yirmi dakika sonra karşı kıyıda olacaktık.
‘Hepimizden daha yalnız biri...’ diye düşünerek biraz daha yana doğru kaydım.
Adam, eğilip elimdeki kitapçığa baktı. Gülümseyerek, “Tanrı
senin de ayağına gelmiş, tanıdın mı bari? Herkesin ayağına gider; ama
tanımazlar, bilmezler!” dedi. Ne diyeceğimi bilemedim. Gülümseyerek susmaya
devam ettim.
Genç adam, yavaşça uzanıp elimdeki kitabı aldı. Yine
huzursuz oldum. Aslında, hemen kalkıp güverteyi terk edebilirdim; ama yapmadım.
Sessizce denizi seyretmeye devam ettim. Yan gözle adamı da izliyordum arada.
Kitabın sayfalarını ileri geri çevirip duruyordu. “Buldum
işte!” diyerek haykırdığında korkuyla irkildim. Yüreğim ağzıma gelmişti. O ise
yüksek sesle vaaz verir gibi okumaya başladı.
“Sevgi sabırlıdır, iyilikle davranır, kıskançlık tanımaz...
Sevgi büyüklenmez, böbürlenmez, utandırıcı bir şey yapmaz, kendi çıkarını
gözetmez, içerlemez, kötülüğün hesabını tutmaz. Haksızlık karşısında sevinmez,
gerçek karşısında sevinir. Sevgi her güçlüğe dayanır, her şeye inanır, her
şeyden umutlanır, her duruma katlanır...” *
Adamın kitaptan okuduğu cümleleri daha önce hiç duymamıştım;
ama güzeldi.
Birkaç dakikalık sessizlikten sonra; “Gerçeği bileceksiniz
ve gerçek sizi özgür kılacak...” ** diyerek gülümsedi adam.
Kitaba bakıp ‘Akşama şöyle bir göz gezdiririm...’ diye
düşünürken, adam birden ayağa kalktı. Güvertenin kenarına yanaşıp elindeki
kitabı hızla denize fırlatınca korkuyla baktım ona.
Hüzünle gülümseyen adam; “Tanrı sözü her yerde, kitaba gerek
yok!” diyerek tekrar yanıma oturdu. Bir sigara daha yaktı. Sigarasından derin
bir nefes çekip “Sigara içmiyorsun, bari sigara böreği yapabiliyor musun?”
dedi.
Şaşkın bir gülümsemeyle; “Yapabiliyorum,” dedim.
Arkasına yaslanan adam, hiçbir şey söylemeden sustu. Birkaç
martı hızla uçup geçti önümüzden.
Çok geçmeden yine ayağa kalkan adam, uçsuz bucaksız bir
çölün ortasındaymış gibi bakındı etrafına. Ne yana gideceğini düşünürcesine
denizi seyretti bir süre. Bir sigara daha yakıp dalgın adımlarla volta atmaya
başladı.
Rüzgârın ve dalgaların öfkesini dindiren tuhaf bir şeyler
vardı adamda. Beni tedirgin etmesine rağmen, sevimli ve cana yakın olduğunu
farkettim birden.
Voltasını bitiren genç adam, hemen karşımdaki sıraya oturdu
bu kez. Merakla yüzüme bakıp yorgun bir sesle konuştu.
“Rüzgârı sever misin? Rüzgâr herşeyi süpürür;
acıyı,kederi... Güz yaprakları gibi savrulanları... “
Gülümsedim. Karşı kıyıya bakıp “Rüzgârı da, savrulmayı da
severim,” dedim.
Yaklaşık on dakikalık yolumuz kalmıştı. Sahildeki binalar,
palmiyeler bir toz bulutunun altında daha silik görünüyorlardı, ama epeyce
yaklaşmıştık kıyıya.
Adam paltosunun ceplerinde bir şeyler arar gibi yaparak,
kederle gülümsedi.
“Umudum kaçıp gitmiş cebimden! Bana çaktırmadan uçmuş demek
ki... Sen gördün mü umudumu kaçarken?”
“Siz volta atarken bir martı alçaldı yanınıza. Belki de o
kapmıştır umudunuzu, martılara güvenir misiniz?”
Paltosuna sarınarak bir sigara daha yaktı adam. Sararmış
parmaklarının arasında çevirip durduğu sigarasından bir nefes daha alıp
gözlerimin içine baktı. “Bütün kuşlara güvenirim. Ama en çok İstanbul’un
martılarına güvenirim. Üstelik onlar çok da romantiktir.” dedikten sonra, derin
bir sessizliğe gömüldü.
Vapur iskeleye yanaşana kadar hiç konuşmadık. Yağmur
başlamıştı. Tentelerin arasından savrularak üstümüze yağan yağmura aldırmadan
sessizce oturduk.
Sonunda rıhtıma yanaşmıştık. Ama ben hâlâ oturuyor, gerilen
halat seslerini dinliyordum. Rüzgârın ve yağmurun sesine karışan telaşlı insan
sesleri dinene kadar bekledim.
İsteksizce ayağa kalktım sonunda. “Alsancak’a geldik işte!”
dedim.
Hiç oralı olmadı adam. Dalıp gitmişti yine... Usulca uzanıp
omzuna dokundum, birden irkildi. “Güzel bir yolculuktu, hoşça kalın!” dedim.
Yüzüme kederle baktı genç adam. “Pencerelerine siyah tüller
asma sakın! Sen iyi bir kadınsın. Güle güle...” diyerek kafasını önüne eğdi.
Yüreğim bulandı birden. Oysa ne deniz, ne de lodostu beni
tutan...
Güvertenin merdivenlerine usulca yürüdüm. Tam geri dönmek
üzereyken hızla indim basamakları.
Vapurdan çıkıp iskelede bekledim. Sersem bir lodos balığı
gibi bekledim. Kimsesizliğimize yağan yağmuru kederle seyrederek bekledim...
Yağmur, öfkeyle yağıyordu sevgisizliğim.
Asuman Portakal
*
“KorintoslularaMektuplar 13” İncil
**“Yuhanna 8. Bab 31-32” İncil
Marta Orlowska