Yüzümün
halini görür görmez oturduğu koltuktan fırladı. Ne oldu, diye sordu.
Yok bi’şey
Benedictus’cum, dedim. Her şey
normalmiş, ben normalmişim gibi görünmek için epeyce uğraşmıştım halbuki.
Nasıl yok,
diye itiraz edeceği kesindi. Etti. Yüzümü kitaplıktan yana dönüp, sahte bir
neşe yaratabilmenin yollarını aradım. Kitaplıkta işe yarar bir şey yoktu. Omuz
silktim.
Gerçekten
bi’ şey olduğu yok, havalara sıkılıyorum. Kaç zaman oldu sis, soğuk; insanın
içi sıkılıyor, dedim.
İnsanın içi
havadan sıkılmaz, dedi tüm gerçekçiliğiyle. Bu hallerini sevdiğimi
söyleyemezdim.
Hava senin
umurunda değil, dedim. Varsa yoksa kitapların, tanrılaştırdığın doğa’n ve aklındaki
düşüncelerin karmaşası. Bizler havalara sıkılabiliyoruz.
Benedictus,
işin peşini bırakacak gibi değildi. Bakışlarından anlıyordum. Gerçekte olanı
anlatabileceğimi ise hiç sanmıyordum. Kendimi artık anlamı kalmamış bir
diyalogun anısına gülümserken, üstelik hiç de sahte olmayan bir neşeyle
gülümserken yakalayıp, bu gülüş’e çok içerlediğimi söyleyemezdim. Söyleyemediğimi
anlamış gibi bakmaya başladığını görünce panikle atıldım.
Yok bi’şey,
dediğimde bir kez olsun inanamaz mısın Benedictus’cum, dedim. En azından
inandığını düşünmemi sağlayamaz mısın?
Ondan olmayacak
bir şey istediğimin farkındaydım. Var oluşunun doğasına aykırı bir şey. Umutsuzca
baktım yüzüne. Yüzünde daha önce hiç rastlamadığım bir ifade ile yaklaştı. Elini
göğsüne götürüp hafifçe vurdu. Ardından başımı kendine çekip, az önce işaret
ettiği yere yasladı. Saçımdaki okşayışsız eli, başım göğsünde; her şey yoluna
girecekmiş hissiyle orada öylece kaldım. İyi geldiğini söylemek isterdim. Bunu ikimizin
de kaldıramayacağı gün gibi ortadaydı. Bunun yerine, yok bi’şey dedim. O da yineledi:
Yok bi’şey…
Mey
Arash Shadiafarin