1 Ocak 2014 Çarşamba

Mutfaktan Hikayeler / Afgan Tavuğu…

Tezgahın üzerindeki malzeme bolluğu cesaretimi kırmadan hemen önce, afgan tavuğu meselesini dillendirmemiş olsaydım her şey bambaşka gelişebilirdi. Akşama bendesiniz, demiştim. Afgan tavuğu yapacağım. Yemeğin adının fiyakasına verilen tepkiler, hevesimi ikiye katlamış ve kolları sıvayıp mutfağa dalmıştım. Daha önce afgan tavuğu pişirmiş değildim, tavuktan da haz ettiğim söylenemezdi. Yine de bu yemeğin malzeme listesinde beni kendine çeken bir şey olduğu açıktı. Açık olmayan o şeyin ne olduğuydu ve ancak yemeğin hazırlanma sürecinden açıklığa kavuşabilme olasılığı vardı.

Malzeme listesine bakıyorum. Bunca alakasız şeyin bir araya nasıl geleceğini düşünüyorum ilkin. Zihnime benzetecek gibi oldumsa da, liste karmaşa konusunda beni açık ara geçerdi.  Soğan ve sarımsakları soyarak başlıyorum. Soğanın ağlatmadığı ama her seferinde ‘ağlamadan, dillerim dolaşmadan…’ diye başlayan o şiiri ezberden okuttuğu başka biri var mıdır acaba, diye düşünüyorum yine.  Ağlamayan ama dilleri hep dolaşık başka biri? Soğana dikiyorum gözlerimi, sanki cevap verebilecekmiş gibi. Susarsan ince ince doğranırsın işte, diyorum açıkça haz alarak. Zeytinyağı tencereye alınıp intikam duygusuyla kıyılmış malzeme eklenerek sotelenmeye başlanır, ifadesinin tarifte olmadığını söylemeye gerek duymuyorum. Malzeme pembeleşince altını kısıp, tavuğun kalça kısmından elde edilmiş parçaları kuşbaşı haline getirmeye girişiyorum. O anda gözümün önünde beliriyor, bir Afgan pazarında satışa çıkarılan küçük kızın görüntüsü. Midemde bir kasılma, bıçağı tutan elim bembeyaz. Kötülüğün eril hali doğrudan ve dolaylı hep yanı başımızda diye düşünüyorum. Tavuğu küçük parçalara ayırmak kolaylaşıyor bu düşünceyle. Öfkemin kurbanı tavuk tenceredeki soğanların yanına yolcu ediliyor. Sotelemeye devam. Dolaptan kırmızı biberi alıp çekirdeklerini ayıklayıp suyun altına tutuyorum devamında. Suyun biberin kırmızısının üzerinden akıp gidişinin yarattığı çağrışıma dalıp gidecek gibiyken ocaktan gelen cızırtı aklımı başıma devşirmeme neden oluyor. Bırakmıyorlar ki, diyorum. Adam gibi dalalım. Dalıp gidelim bir süre sonra çıkarız nasılsa. Hep yüzeyde tutacak hayat illa. Yüzeyin zorlayıcılığına bağlayacak. Biberi bırakıp, ocaktakini usulca karıştırarak sakinleştiriyorum. Her zaman işe yarar. Ne zaman zihnim de böyle cızırdamaya başlasa, usul usul karıştırırım, bir süre beni rahat bırakır. Biberi de doğramak gerek şimdi ince ince. Ardından baharatları ekleyeceğim, biraz domates biraz da biber salçası. Bir süre pişecek öyle. Bu esnada kuru kayısı, incir ve eriği küçük parçalar halinde doğrayacak; öncesinde soyulmuş bademi tencereye aktaracağım. Tavuklar pişince girmeli kuru meyveler, buna dikkat et demişti, büyük teyzem. Peki demiştim ya, tuzlu, tatlı ve ekşi bir arada nasıl olacak diye düşünmekten geri durmamıştım. Aklıma kötü benzetmeler üşüşüyor bunu düşününce, gülüyorum. Dur şimdi, diyorum benzetmenin kötüsüne tahammül edecek halde değilsin. Duruyorum, hak verdiğimden. Son zamanlarda kendime ne çok hak verdiğimi düşünecek gibi oluyorum. Ama şimdi tavuğu karıştırmak gerek, zihnimi karıştırmaya zaman yok. Tavuğu kontrol ediyorum, az daha pişmeli. Son aşamada bu karmakarışık yemeğe ekleyeceğim limon suyunu hazırlamalı bir yandan, diye düşünüyorum.

Önce kayısıyı, sonra inciri ve en son kuru erikleri ekliyorum. Erikten ağzıma bir tane atmayı ihmal etmeden. Bu şeyin içine girdiklerinde neye benzeyecekleri belli değil, en azından böyle keyfini çıkarayım diye düşündüğümden. Meyvelerin ardından limon suyu girecek yemeğe. Limonun ardından iki dakika daha, sonra altını kapat, diyen büyük teyzemin sesi kulağımda. Büyük bir güvensizlikle bakıyorum yemeğe. Peki, neden soyundum buna? Bir de soruyor musun, çıkışması acımasız yanımdan geliyor. Yemekteki tat karmaşasının; o tatlı, ekşi, acının zihninde neye tekabül ettiğini bilmez gibi soruyor musun?

Ocağın altını kapatıp, telefona sarılıyorum. Yemek iptal, diyorum. Gelmeyin.
Ardından tencereyi önüme çekip, kalbimdeki bir şeye çok benzeyen yemeği üfleye üfleye yiyorum. Hala çok sıcak da…


Mey