9 Şubat 2014 Pazar

Ağız Mandalının Konuşmaları...

Benim evde acayip bir ağız mandalı var. Saint-roch’un çanları susar susmaz, ağız mandalım ayakları üstüne dikiliyor ve benim şahsıma gündelik konuşmasına başlıyor. Sorgun koltuğuma gömülmüş biçimde, ilgisiz görünmeye çalışıyorum yıllardır, çünkü bu yaratığın sohbetinde bana hitap edebilecek herhangi bir şey olmaması gerekir, ama bugüne dek ağız mandalım her zaman benden daha kurnaz olmuştur.

İşte böyle, konuşmasına başladığı andan başlayarak, özellikle yansımalı ama çözümlenmesi kolay bir biçimde anlatacaklarını anlatıyor, ben de kulağı kirişte olan bir kimse gibi dinlemek zorunda kalıyorum onu, bunu yaparken de en ufak ikilem sergilemeden kendisini onayladığımı ve hoşnut olduğumu gösteriyorum.

Her şey bundan ibaret olsaydı, aşağı yukarı yirmi dakika sonra, saint-simon’un anılarına yeniden gömülebilirdim, ama ağız mandalım hiçbir şeyden tatmin olmuyor. Konuşması bitmeye yüz tuttuğunda, bana konuşmasını birkaç cümlede özetlememi buyuruyor. Akşamın en çekilmez ânı bu, çünkü sıklıkla onun düşüncelerinin izlediği yolu yitiriyorum. Tek bir örnek vermek gerekirse, o akşamki konuşması a sesi üstüne kurulmuşsa, ki bundan sonsuz perde değişimleri, armonik farklar ve e’ye ya da o’ya geçişler çıkarabiliyor (aae, aea, aoa, aoo, aeoa, aeeoo gibi seslerin tüm dizisini ekleyelim bunlara), konuşmanın maddesinin iki hali arasına mantık köprüsünü kurmakta elimden bir şey gelmemesi yeterli oluyor her şeyi berbat etmek için. Ağız mandalım kudurdu mu sınır tanımaz, ve ne yazık ki bunun sonuçlarını birçok kez tekrar tekrar yaşadım. Öncelikle şu kül tablası sorunu var. Eğer az önce sözünü ettiğim nedenlerden ötürü kızmışsa (üstelik sayısız kızgınlık türü var), ağız mandalımdan bana saat dokuz buçuk sigaramı içebilmem için kül tablasını getirmesini rica etmem boşuna oluyor.

O durumda ani bir tepki veriyor, kâh kâğıtlarla dolu çöp kutusuna kendini bırakıyor, kâh oyun masasının altına girip, ağzı ayaklarının arasında, belli belirsiz bir sfenks edasıyla bana odaklanıyor. Bana gelince, konuşmayı özetlemekteki başarısızlığım beni neredeyse her zaman öyle bir duruma sürüklüyor ki, bu konuda en azından şunu söyleyebilirim, ödüm uç bir psikolojik karmaşıklığın burgacına atılıyor. Böylesi bir durum yalnızca zamanın, iğrenç saat kurma sapının, sihirli aynalar gibi çoğaltacağı yüksek tansiyonlara yol açar.

Sonunda da, bu sözcük burada birazcık yersiz kaçacak ama neredeyse doğal biçimde, birbirimizin yüzüne en özümsenmiş hakaretleri yağdırırken buluyoruz kendimizi, bunların üstüne, tutumunun ev ekonomisinde ciddi sorunlar yaratmasını umursamayan ağız mandalım, alev alev yanan gözlerindense daha çok öfkeyle burnundan fışkıran yaşları silmek için patiska mendilimi elimden kapıveriyor. O anlarda, ağız mandalıma nereye kadar dokunabileceğimi tartıyorum kafamda, çünkü bu yaratık, kül tablası darbesi düzeyini de, mendil darbesininkini de aşmaktan hiç çekinmiyor, kaldı ki benim kendimi zorlayarak hareketsiz kalmam karşısında, bana karşı en azından daha az kırıcı davranışlar sergilemesi onun için o kadar da zor olmasa gerek.

Bu gibi durumlarda insan bir ağız mandalının ruhunun, onun küçük parmağından öteye gitmediğini anlıyor ister istemez, biraz merhamet ve unutuş katılıyor sonra işin içine, bunun tek nedeni sessizliğe ve düşüncelere dalmaya izin veren şeylerden alınan zevk. Çünkü o dakikadan sonra, evde sessizlik olacaktır; özet yapılmış olsun olmasın, konuşma kapanmıştır, kül tablası getirilmiş ya da getirilmesi reddedilmiş, mendil elden gitmiş ya da gitmemiştir. Birbirimize odaklanarak bakmak kalır bize, herkes kendi yerinde, bırakırız kapansın üstümüze gecenin koca kubbesi. Sabah saat yedi çeyrekte kahvaltımız getirilir. Vaktimiz bol nasıl olsa.


Julio Cortazar



                                            İsabel Munoz