19 Şubat 2014 Çarşamba

Bulunmuş Mektuplar / Güzeran...

Bir çanta dolusu mektubun çıkagelmesi mucizeviydi. Elimi sokup birkaç tanesini çıkarınca gördüm hiç açılmamış olduklarını. Farklı isim ve adreslere gönderilmiş veya gönderilmemiş – hala emin değilim hangisi olduğundan –  onlarca mektup. Elime gelen ilk zarfı, hakkım olmadığını bilerek, açtığımda düzgün bir el yazısıyla özenle yazılmış birkaç satırın çantanın sahibini arama fikrini hiçlediğini itiraf ederim. Çantayı kaptığım gibi eve koştum. Kim vazgeçebilirdi ki o kime ve kimin tarafından yazıldığı belirsiz birkaç cümlenin verdiği büyülü hazzı…

Merhaba Canım,

Zamanın etkisine, unutturma işlevine güvendiğimi düşündüm epeyce ve posbıyık’ın haklı olduğunu: Unutmaya ihtiyacımız var.

Onun sağaltıcı etkisine sen de inanıyor musun? İnanmalısın belki. İşin tuhafı her şey öyle hızlı ki; unutmaya zaman kalmıyor. Bir bakıyorsun belleğin biraz daha yoksullaşmış. İşte ben de böyle hızlı bir hafta geçirdim. Yorgun muyum, yoksa biraz daha yoksun ve yoksul mu?

Bu haftanın ikimizi ilgilendiren yanı kırmızı bir çantanın peşinde oluşum. Aklımdan hiç çıkmadı o küçük; Tolstoy’un “ oyuncak gibi” diye tanımladığı, kırmızı çanta ilk kitabın 28. bölümünde ilk kez gördüğümüz; sonra roman boyu trajediyle birlikte büyüyen, en nihayetinde Anna kendini trenin altına atmadan az önce kolundan çıkarmak için çabaladığı, Anna’nın ölümünü kısa bir an için geciktiren o çantayı diyorum işte.

Küçük
Kırmızı
Trajedinin rengi kırmızı diye belki.

Kırmızı bir çanta edinmeliyim acilen, diye düşündüm. Ama sanırım buna asla cesaretim olmayacak.

Sonbahar erkenci bu yıl. Ve henüz gerçekten soğuk bile yokken, bu hafta hiç üşümediğim kadar üşüdüm. Bir robot sakinliğinde yapılması elzem işleri yaparken ve çok üşürken, içten içe o küçük kırmızı çantanın hayalini kurup yoruldum.

Sen de yoruluyor musun? Her sabah yeni bir güne daha uyanmanın, günün hızıyla kendini anımsayamamanın yorgunluğunu sen de yaşıyor musun? Gün, dediğin şey sahtelikten ibaret. İnsanı en fazla da bu acıtıyor. Ve neredeyse kaçacak hiç yer yok.

Seni, beni, bizi hiç düşünmüyorum şimdilerde. Neredeyse hiç. Kimi zaman asıl ihanetin bu olabileceği fikrine kapılsam da bunun da bir önemi olmadığının farkındayım artık.

Hafta sonu bahçeye kedi otu ekmeyi planlıyorum. Tanıdığım tüm kediler için. Küçük bir köşeye. Tohum ararken aklıma geliverdi. Kocasının, sahte olduğunu bilmediği, ruhi krizlere karşı Emma’ya kedi otu verdiği. Zavallı Charles bovary. Kedi otu ekmek, kedilerin onları yiyerek kafayı buluşlarını izlemek de bir imge. Etrafımda sarhoş kediler olursa, onlara bakarak keyiflenebileceğim umuduna sarılmış bir imge.

Sarhoş kedileri seviyorum. Sarmanlar hariç.

Her gece okurken ve caz’la kendimi büyülerken bu çocuksu imgeye sarılışımın tuhaflığını görmezden gelerek zevkleniyorum.

Tek bir eğretileme aşkı doğurur, diyor Kundera, bu eğretileme şiirsel belleğimizde yer eder. Haklı. Şimdi biliyorum ki, cılız bir eğretilemenin suçu tüm olanlar. Bilmek “olmuş” u değiştirebilme yetisinden yoksun ne yazık ki. Bu yüzdendir ki;


“ benim tüm caymalarım yanımda
  Vazgeçemiyorum onlardan ! “

Şimdi tek bir sözcük anlatabilir bizi: peri petie. Lanet olsun ki öyle. Sadece o kaldı: peri petie.

Fenicka olmayı kabullenmeliydim belki. Ama “ insan her yaptığında haklı olduğu için, ikinci bir vatanı vardır” diyor ya Turgut Uyar, umarım haklıdır.

Boş laflar bunlar canım. Geçmiş tabl – ı tehiden ibaret.

Elmaya dışarıdan bakabilen bir elma kurduyum artık ben. Küçük, minicik, önemsiz ama bilen!

Trajik delilleri çürümüş birinin elinde kalan tek delil kendisidir, diyor ya o büyük adamlardan biri. Artık zamanıdır, o tek delile, her ne kadar çelimsiz de olsa, sarılmanın.

Sen güzeran
Ben güzeran.
İşte tam da bu yüzden: ne kadar azap eylediysek affola...

Mektubu zarfına yerleştirip, yanımda gezdirdiğim caymalarımı düşündüm. Gün boyu...

Mey


                                              Beth Moon