9 Nisan 2014 Çarşamba

Dolambaç…

Sabırsızlıkla ne diyeceğini beklerken, o inatla başını okumakta olduğundan kaldırmıyordu. Daha fazla oturamayacağımı hissedince kalkıp önce kütüphaneyi, sonra masasının üstünü kurcalamaya başladım. Elime aldığımı şöyle bir evirip çeviriyor, ardından neye baktığımı bilmeden yerine bırakıp başka bir şeye el atıyordum.

Kurcalayıp durma şurayı, diyen sesini işitince olduğum yerde sıçradım.
Ama sen de çok uzattın, yarım saatte okuyamadın iki satırı Benedictus’cum, dedim.
Öğrenemedin gitti sabırlı olmayı, derken bıyık altından gülüyordu.

Sabır üzerine konuşulacak fazla şey olduğunu düşünmediğimden bu kısmı atlayarak sadede gelmeye ve en çok da onu getirmeye niyetliydim.

Eee, dedim. Ne düşünüyorsun? Başımla elinde tuttuğu metni işaret ediyordum ki çok gereksiz bir eylemdi.
 Söyleyeceğini nasıl söylemesi gerektiği konusunda küçük bir hesap yapmakta olduğunu belli eden bir ifade vardı yüzünde. İçimden ‘eyvah’ dedim.

Bu, dedi. Bir hikâye değil.
Ne demek istiyorsun, bal gibi hikâye işte, diye diklendim.
Bence bu bir dolambaç, dedi.
Anlamadım, dedim safça. Ama anlamıştım.

Hikâyeler böyledir Benedictus’cum, dedim. İnsan hikâye anlatmaya başladığından bu yana, orasına burasına düğümler atar ki, okuyan veya dinleyen o düğümün çözülebilme olasılığının cazibesine kapılsın. Yoksa mektup yazardık; değil mi, diye sorarak gülümsedim.

Belki de mektup yazmalısın, dedi gülümsemeye aynı şekilde karşılık vererek. Ağzımı açmama fırsat bırakmadan konuşmasını sürdürdü. Bunda, dedi elindeki metni işaret ediyordu. Dolambaç hikâyede değil, sende.

Ne demek istiyorsun, diye sordum. Kendiliğinden belime yaslanmış iki elimin komik göründüğünü düşünüyordum bir yandan da.

Zihnindeki düğümleri hikâyenin orasına burasına serpiştirmen, hikâyeyi değil söylemi dolambaçlı bir hale getirmiş; bir hikâye yok burada. Senin açmazların var, dedi.

Gözlerimi kısıp yüzüne dik dik bakmaya başladım.
Yani, dedim. Ne diyorsun? Hikâye yazmayı bırak mı, diyorsun?
Hayır, dedi. Zihnindeki dolambacı hikâyeye dönüştürmeyi bırak diyorum. 

Bir süre bakıştık. Yazmadan nasıl olacak sorusu dilimin ucuna dek geliyor sonra yutuyordum. Anlamış olacak ki, yumuşak bir sesle ekledi:
Mektup yazabilirsin!

Yüzümün öfkeyle karardığını görünce acımadan son darbeyi vurdu: Hiç değilse yalnızca mektubun sahibinin zihnini bulandırmış olursun.
Hala belimde duran ellerimi indirdim. Uzanıp elinden metni aldım, çantama tıkıştırıp ceketimi giydim sakince.
Parka gidiyorum, dedim. 

İyi fikir, deyip önünde açık duran kitaba uzandı. Yüzündeki gülümsemeyi gizlemek için başını kitaba eğdi.
Bir süre görüşmeyelim, dedim biraz da onun canı sıkılsındı bakalım. Kapıya doğru ilerlerken,  madem görüşmeyeceğiz; mektup yaz öyleyse, deyişine sakladığı kahkahayı işittiğimden midir, yoksa elimden kaçtığından mı, emin değilim, kapıyı arkamdan sertçe çekip çıktım…


Mey



                                      Annarita Borrelli