7 Eylül 2017 Perşembe

Rüyada

Varlığını haber veren sesiydi, kokusu ardından geldi. Neden buradayım, diye soruyordu. Aynı anda zihnim kendi soru bombardımanına çoktan başlamış olduğundan, şaşkınlığımı bir yana itmek zorunda olduğumu söylüyordum kendime. Bilmiyorum, diye cevap verdim. Sahiden de bilmiyordum; cevabım ne onu ne de zihnimi tatmin edecekti. Tek bildiğim buydu.

Ben gibi, o da tedirginlikle içinde bulunduğumuz odayı inceliyordu. İkimiz de şaşkındık; dünyayı geçtim, bu oda dahası bu ev kimin tasavvuruydu? Kuşkuyla ona baktım, bizi bir anda buraya fırlatan pekala onun zihni olabilirdi ama içten içe bu işin benimkinin marifeti olduğundan neredeyse emin gibiydim. Güçlü şüphemden ona söz etmemeye karar verdim, biraz öfkeli gibiydi ve köşelerinden oldum olası çekiniyordum.

Burası neresi, diye kükredi yine. Etrafa dikkatlice bakma zamanıydı, o kükredikçe yüreğim hopluyordu çünkü. Becerebilsem ona ters bir bakış fırlatacak havadaydım aslında, ne biliyorsa onu biliyor olduğum gün gibi ortada değil miydi? Bulunduğumuz oda, küçük bir bahçe katı dairenin salonuna benziyordu. İlk bakışta karma karışık görünüyordu ancak kendine has bir düzeni, üstelik sevimli bir düzeni vardı. Çiçek açmış kocaman bir erik ağacı görünüyordu bahçeye bakan iki geniş pencereden; pencere pervazlarına yerleştirilmiş uzun ince saksılarda ise “ unutama beni” çiçekleri süzülüyordu. Bunun daha başlangıç olduğunu sezdiğimden içimden sırıttım. Gözlerimi o hınzır, o intikamcı çiçeklerden güçlükle ayırıp odayı incelemeye başladım. Duvarlar tuhaf ama gözüme çok güzel görünen tablolarla doluydu ve herhangi birini daha önce hiç görmemiş olduğuma emindim. Geniş kanepenin iki yanına yerleştirilmiş sehpaların üstü, başka zaman olsa ıvır zıvır diye burun kıvırabileceğim biblolar, küçük ve renkli cam objelerle doluydu. Aynı durum salonun en geniş duvarına dayanmış konsolun üstü için de geçerliydi. Bu odada akla gelebilecek her renkten bir obje vardı. Çıfıt çarşısı gibi, diye geçirdim içimden. Konsolun üzerine asılmış, çerçevesi oymalı aynaya tutuşturulmuş kağıt parçasını ilk görenimizin yanımdaki huzursuz ve köşeli adam olmasının nedeni odanın karışıklığının dikkatimi dağıtmış olmasıydı besbelli. Uzanıp kağıdı alışını, açıp okuyuşunu izledim. İki kez derin derin iç geçirmeme yetecek süre baktı kağıda, sonunda bana uzattı. Köşelerinden birine temas etmemek için ihtiyatla uzanıp aldım. Okudum.

Çiçeklerin sulanması ve kedinin doyurulmasına ilişkin talimatlar yazılmıştı nota, imza yerinde ise kimin tarafından yazıldığını anlamaya olanak vermeyen bir karalama vardı. Birbirmize baktık. Uzun uzun. Benliğimin valse çoktan başlamış olduğunu dışavurmamak zordu, yine becerdim bunu.

Çiçekler burada ama kedi yok, dedim. Dansın ritmini ele vermek işime gelmiyordu. Üstelik kocaman bir törpüye ihtiyacım vardı o anda, belki de bir eğeye... Şu kediyi bulayım, derken ayırdı bakışını üzerimden; durumu bunca çabuk kabullenmesine sevinirken, uzaklaşan bakışlarının yokluğundan mustariptim.


Kediyi bulamadı. Bense aramadım. Çiçeklere, o hınzırlara sularını verirken bulunmak istemeyen bir kediyi bulmanın olanaksızlığına dair uzun cümleler kuruyordum. Noktanın bir türlü gelmeyişine sinirlenmekte olduğunu fark etmemeye de kararlıydım.

Akşamüstü güneşinin bahçeye doluşunu izlerken, onun hala evin içinde kediyi aranışının çıkardığı gürültüyü dinliyordum. Beklenmedik ve tuhaf bir sevinç tarafından sarmalandığımı saklayamamaktan çekindiğimi itiraf ederim. Sevinci zihnime kabul ettiğim esnada, erik ağacının üst dallarının arasından coşkuma gizlice tanıklık etmekte olan kediyle göz göze geldik. Bir sarman. Sarman gözlerini yumdu ve açtı hemen ardından. Söyleyemediğini görüp, anladım. Sustum. Karanlık çöküyordu.

Gün ışığı aydınlık salondan usulca çekilirken, kanepede yan yana oturmuştuk. İkimiz de irademiz dışında bu odada olmanın anlamını sorgulamaktaydık kendi kendimize. İstencin güdümlenmesi onu öfkelendiriyor, bende ise kaygısız bir neşeye neden oluyordu. Daha dönmeden, bana doğru dönüşünü hissettim. Her ne kadar ani bir hareket gibi görünse de, epeydir beklemekteydim.


Kediyi merak etmiyor musun, diye sordu. Başımı hayır manasında salladım, konuşursam sarmanı ele verebilirdim. Öfkeyle soludu. Neden, dedi. Neden merak etmiyorsun? Çarptığım köşe canımı yakıyordu, bıraktım biraz daha batsın etime. Sorusuna soruyla cevap verdim: Sen neden bu kadar öfkelisin? Yüzüne bakmamaya kararlıydım, bakılacak zaman değildi. Derin bir nefes aldığını işittim. Ardından konuşmaya başladı. Bu senin rüyan çünkü, dedi. Beni zorla getirip rüyana kapattın ve olmayan bir kedinin peşine düşürdün. Bu senin rüyan!

Birbirine kenetlediğim ellerime diktiğim gözlerimi kaldırıp ona baktım. Belki de, diye fısıldadım. Belki de senin rüyandır.



Mey