11 Eylül 2017 Pazartesi

Yeşil Elma

Adımları aceleci. Yüzünde belirgin bir sabırsızlık. Kalabalık caddedeki insan selini, zikzaklı adımlarla geçmeye çalışıyor. Ağzında, az önce attığı sigaranın kötü tadı, midesinde anlamsız bir gerginlik. İlerleyişini yavaşlatan insanların varlığından bunalmış, kızgın bakışlar fırlatıyor gözünün değdiği her yüze. Metro istasyonunun girişi az uzakta belirginleşince, omzuna çapraz astığı çantanın fermuarına gidiyor eli. El yordamıyla cüzdanı bulmaya çabalarken, elin yordamının yetmezliği ortaya çıkıyor. Bakışlarını en az sokak kadar kalabalık çantanın derin karanlığına indiriyor. Ivır zıvırı aralamaya çalışırken fark ediyor elmayı. Evden çıkarken anlık bir kararla çantaya atıverip, sonrasında varlığını unuttuğu elmayı.

Elma yeşil. Sokağın şenlikli ışıltısının yardımıyla elmanın yeşilinin parlaklığı dikkat çekici. İri, parlak, diri ve üstüne davetkâr. Koca bir ısırık düşüncesiyle kabaran iştahını, metro girişine çoktan ulaşmış olduğunu fark edince ertelemek zorunda kalıyor.

Dikkatlice iniyor merdivenleri, cüzdan yerine elmayı sıkıca tutmuş olduğunu ayırt edince, gülüyor. Şuracıktaymış oysa cüzdan. Bankodan geçiyor.  İnilmesi gereken yeni basamaklar. İniyor. Trenin gelişini bekleyen kalabalığın arasına karışmadan, küçük bir hesapla en rahat bineceği ve – mümkünse – oturacak bir yer bulabileceği noktayı belirliyor. Aklı elma ve yeşilinde. Bunda, yani aklının elma ve yeşile takılışında basit bir fiziksel arzuyu aşan bir bit yeniği olabileceği fikri için henüz erken.

O sıra tren geliyor. İtiş kakış, önce binip yer kapma telaşının inenlerin önünü kesişinin yarattığı gerginlik uzamandan içeri ve dışarı yer değiştiriyor. Boş bir yer buluyor şansına. Yanına oturan hamile kadının kucağındaki henüz bebeklikten çıkmamış çocuğu sıkıştırmamaya çalışarak yerleşiyor. Çantasına uzanırken niyeti kitabı çıkarmak. Eli elmaya değince bir an duruyor. Yok canım! Çıkarıp bunca insanın arasında yiyecek değilsin, diye azarlıyor kendini. Öteki elini de sokup kitabı çıkarıyor ama ilk hamleyi yapan el hala çantanın içindeki elmayı avuçlar durumda. Bu elmanın derdi ne, sorusu o anda aklına düşüyor. Bir elmanın bir insanla ne derdi olabilir a canım? Kitap çıkıyor. Elmayı tutan el olduğu yerde kalıyor. En son bıraktığı yeri açıp okumaya çalışırken, çantadaki elin elmayı tutuşundaki iştahı, hırsı, - yoksa tutkuyu mu demeli? – anlamaya çalışma çabası, kitaptaki cümleleri zihnine ulaştırmadan gözde bir duyum olarak bırakıyor.

Asıl senin elmayla derdin ne, sorusunun tam zamanı. Elmanın ve yeşilinin bilince ulaşmayan bir çağrışımla anlamlandırma gücünü tıkamış olabileceğini düşünüyor. Bu arada ilk iki durak geride kalmış, inenlerin yerine binenlerin sayısal çokluğu ayaktaki yolcu sayısını çoğaltıp, içerideki havayı azaltmış olmalı ki, soluk alıp verişinin düzensizleştiğini fark ediyor.  Yanında oturan kadının kucağındaki bebeğin küçük ağzının büze büze cips yiyişine takılıyor bir an gözü, elmayı unutacak gibi oluyor. Ama nafile! Ayasına yapışmış yeşilinin akıldan çıkmaz tonu bu ilgi kaymasını kabul etmiyor. Trenin sarsılışıyla avcunun içinde hafifçe kıpırdanan elma, yeterince erteledin der gibi zihninin orta yerindeki işgalciye dönüşüyor. Trendeki vagonların yetersizliği, özellikle sabah saatlerinde balık gibi istiflenerek yapılan yolculuğun zorluğuna dair yapılan konuşmalar çarpıyor kulağına. Elmayı unutabilse, özellikle yeşilini aklından çıkarabilse belki bir cümle de o kurardı. Ve kolay olurdu kalan istasyonları geride bırakıp evin rahatlığına ulaşabileceği zamanı geçirmek.

Çok acıktım ondan bunlar, teskini de işe yaramıyor. Cevap elmanın pürüzsüz yüzeyinde saklıymış gibi parmaklarını usulca gezdiriyor, elinde hafifçe tartıyor. Bir cevabın, özellikle de kayda değer bir cevabın olduğunu nereden çıkarıyorsun çıkışması zihninde belirginleşmeye başlayan imgenin önüne geçebilecek gibi değil. Hoşa gitmeyecek bir oluş’la ilgisi var bu elmanın veya yelişinin yahut her ikisinin birden. Kabul. Ama ne? Ne ama?

Tren ineceği durağa yaklaşınca yerinden kalkıp kapıya yöneliyor. Boşa bu tedirginlik, diyor kendine. Pimpiriklenme! Tren durunca iniyor. Yürüyen merdivenle yukarı doğru ilerlerken, elmayı usulca çıkarıyor çantadan. İstasyonun yapay aydınlığında iyice bakıyor. Evirip çeviriyor elinde. Perde az daha aydınlanıyor. Bir başka elmanın belli belirsiz görüntüsü canlanır gibi oluyor ya bir anlamı yok hala. Üstelik elinde tuttuğu bunca yeşilken zihninde canlananın ağaca tutunan kısmında hafif bir kızıllık var gibi. İçinde çalmaya başlayan alarmı duyuyor, kendini durdurmasının çok önemli olduğunu - nereden bildiğini bilmeden – biliyor. Elindekini yok ederse zihindekinin de olmayışa karışacağına inancından, açık havaya çıkar çıkmaz kocaman bir ısırık alıyor elmadan.  Tadı en az görüntüsü kadar lezzetli.  Ağzının içine aynı anda hem ekşi hem tatlı bir su yayılıyor. Dişlerinde hafif bir kamaşma. Korkacak ne var, leziz bir elma işte, diyor sevinçle. Tıpkı Magritte’nin elması gibi. Duruyor. Aydınlanmanın  sevinci ve hüznü aynı anda boşalıyor üzerine. Hırsla alıyor ikinci ısırığı. Ardından üçüncüsü, dördüncüsü geliyor. Çabuk çabuk yiyor elmayı. Koçanı yanından geçtiği bir ağacın dibine bırakıp, ağzını elinin tersiyle silerken o arsız gülüş peyda oluyor. Yüzüne, sesine, yüreğine.  Magritte’nin elması. O elma!

Ne var bunda, diyor sokağın karanlık ıssızlığına. İkisini de yedim…



Mey