2 Ocak 2015 Cuma

“ Biliyoruz Neyi Bölüştüğümüzü…”*

Parmaklarını bitkinin küçük yapraklarının arasında gezdirip bekledi. Yüzünde muzip sayılabilecek bir gülümsemeyle karşıladı kokuyu. Avucunu sımsıkı yumması içinde olanı kaybetmeme telaşındandı. Havaya yayılan artık duyulmaz olunca, elini burnuna götürüp kokladı. Bitkinin kokusunu, temas edilmeksizin kendini sunmayışında, seni hatırlatan bir yan olduğunu aklına getirmedi.  Koku güzeldi, ferah bir his bırakıyordu insanın ellerine ve burnuna. Hem fesleğenleri herkes sever, diye düşündü. Nedenini henüz çıkaramadığı huzursuzluğun içinde büyümekte oluşunu hissetmiş gibi savunmaya geçmişti.

O sırada seslendim içeriden. İlkinde işitmedi. Belki de işitmek istemedi. Bir kez daha, sesimi az yükselterek, denedim.  Sesime verdiği sesi izlediğimde balkona doğru ilerlemeye başlamıştım bile. Görüş alanıma girmemişti ama onu fesleğenin başında bulacağımı biliyordum. Bakışlarımız buluştuğunda, gözlerimdeki kınar bakışların canını sıkacağını biliyordum. Canını sıkmak istediğimden değildi, ama insan duyularına da söz geçiremiyor bazen. Rahat bırak şu çiçeği, dedim sesimi yumuşatmakta zorlanarak. Bu kez onun bakışları. Karşılamakta zorlanacak gibi olduysam da, dayandım. Bir süre öylece durduk. Sessizliği nihayetinde bozduğunda; zarar vermiyorum çiçeğe diyordu. İnat edecektim: elin sürekli üzerinde, dedim. Hassas onun yaprakları, dökülüverirler. Söylediğimin temelsizliğinin farkında başımı çevirdim hemen. Hiç kaçırmazdı; derhal yakaladı. Abartıyorsun, diyordu bir yandan da gülümserken. Çay, dedim kurtuluşum olduğunu bilerek. Gülüşü yüzüne yayıldı. Hadi içelim, dedi. Az daha kapışacak gibi olduğumuzu unutmuş gibiydi.  İkiletmeden mutfağa girdim.

Elimde ince bellilerle balkona döndüğümde, fesleğenin masaya taşınmış olduğunu gördüm. Unutmaya çalıştığımı, hatırlamaktaki ısrarına isyan edebilirdim; istedim de. Sesimi çıkarmadım yine de. Her ikimiz de gereksindiğimize inatçıydık. Mücadeleyi ne zaman ertelememiz gerektiğini de biliyorduk. Karşılıklı oturduk, aramızda fesleğen. İlk yudumlar alındı, gözler fesleğene dikildi, gözler fesleğenden kaçırıldı, biraz susuldu, akla gelen sorular dile dökülmeden saklandı. Akşamın yavaşça inişine yorgun bakışlar eklendi. Çaya övgüler, havanın güzelliğinden dem vurmalar, suya sabuna dokunmayan değiniler derken çayı tazelemeye gönüllü oluşuyla bir parça rahatlamış halde arkama yaslandım.  Hafif bir esintiyle burnuma, kalbime, belleğime ulaşabileceğini bildiğim çiçeğin tehlikesine baktım. Beni bunca ürkütenin, onda bir tür düşkünlüğe dönüşmesinin ironik olduğunun farkında olup olmadığını meraka meyilliliğim de ayrıca içimi eziyordu. Ne düşündüğünü biliyorum, diyerek girdi balkona elinde tazelediği bardaklarımızda.  Elbette biliyorsun, diyerek güldüm. Oturur oturmaz eli fesleğene gitti inadına; yapraklarını karıştırdı sertçe ve koku ikimize ayrı ayrı abandı. Çok sürmeyecekti senden söz etmeye başlaması biliyordum.  Çiçeğin minik yeşil yapraklarındaki kımıltının temasının değdiği yerlerdeki sızıyı bildiğim gibi biliyordum üstelik. Yapmamasını dileyen bakışlarımı görmezden gelecek; aylardır yuttuğu cümleleri peş peşe sıralayacaktı. Yükselen paniğin boğazımdan elde olmadan dökülüverecek bir iniltiyi hazırda tuttuğunun bilincinde; sus, dedim. Ağzımı bile açmadım, diye karşılık verdi bildik bir şımarıklıkla. Sus, dedim yine. Niye konuşayım ki, diye patladı bu sıra. “ Biliyoruz neyi bölüştüğümüzü…”

Çaya uzanmış elim havada kaldı. Bent yıkıldı; akabildiğince aktı aramızdaki fesleğenin yapraklarına. Öyle ya. Biliyorduk. Neyi bölüştüğümüzü.

Kötü bir hayatı,
anlamsız bir özlemi,
çelişikliğinden bizi bitap düşüren gel – git bir iki ısrarcı duyguyu,
anıya benzemeyen ve baştan ayağa anıya dönüşmüş bir diyalogu,
tuhaf ve istenmeyen bir düşü,
aklı baştan alan bir korkuyu,
onulmaz bir derdi,
sefil bir zihni,
gerçekliği şüpheli, aynı oranda güzellik vaat eden bir arzuyu
ve
şu fesleğene vurgun duyusal acizliği,
bi’de
ezasına son veremediğimiz şu bedeni bölüşüyor ve biliyorduk tamı tamına neyi bölüştüğümüzü.
“ Konuşmasak da..”

Mey
* Turgut Uyar