'...Anlaşılan, çok yaşlanmış birtakım analar babalar,
iblisleşivermiş oldukları için çocuklarına varasıya, insan yemeye kalkıyorlar,
arada bir. Öyküsünü anlattığımız bu anaya gelince, çocukları, ölüsünü törenle
kaldırdılar. Düşünülürse, pek korkunç bir işmiş bu. Öyle anlatıldığı rivayet
olunur.'
Koncakumonogatari şû (12. Yüzyıldan kalma bir Japon öykü
güldestesi), xxvii, 22. Öykü: 'bir avcılar anası...'
Analarının ölüsü törenle kaldırabilmeleri için çocukların
sağ kalması gerekir. Kalmadıkları da görülür ama.
İpten ipe, halkadan halkaya atarken kendilerini, cambazlar
düşer ölür, ara ara. Yaşa bakmaz bu ölümler. Ancak, 'yaşlanmış bir cambazın
yüzünde, burnunun sağ kanadı dibinde, yalnız benim görebildiğim bir ben
belirmeye başlarsa, öbürleri gibi, o da, ergeç ölecek demektir, biliyorum;
artık ipten mi düşer, yolda mı çiğnenir, hastalanıp düştüğü döşeklerden mi
kalkamaz, orasını kestiremiyorum işte,' derse genç bir cambaz...
Gergin bir ipin iki ucundan doğru gelerek birbirinize
yaklaşacak, güreşir gibi yapacaksınız; sonra biriniz yenilir, düşer gibi
olacak, biriniz de arkasından atılıp onu havada yakalayacak, kurtaracak, onunla
birlikte bir başka ipe, bir başka halkaya sarılırken herkesin yüreğini ağzına
getirecek, bunların karşılığında da ekmek parası kazanacaksınız.
Karşınızdaki cambaz, çok sevdiğiniz biri; yıllar boyu
birlikte çalıştığınız, seyreldiği görülmemiş acılarınızı, bizim yüzümüz hiç
gülmez demeye kendinizi alıştırmış bile olsanız gelip sizi buluveren tek tük
sevinçlerinizi paylaştığınız biri; öyle deyiverelim. İpin ortasına
yaklaşıyorsunuz, karşılıklı. Ansızın burnunun sağ kanadının dibinde... O zaman,
genç bir cambaz olarak, ne yapmanız gerekebileceği konusunda kapıldığınız
düşünceler... Baştan alalım. Karşısındaki ustasıydı.
Usta bir yerde yaşamanın yolunu da bulmakta ustalaşmış değil
midir ki?
Karşısındaki, kendisini çocuk yaşında yanına almış,
yetiştirmiş, sanatı öğretip onu bugüne getirmiş, genç cambazların en
ünlülerinden biri yapmış olan ustasıydı.
Nicedir aralarındaki ilişki ustaçırak ilişkisi olmaktan
çıkmıştı. Genci yaşlısının oğlu diye görüyordu kendini; usta da ona oğlu diye
bakıyor, başkalarına 'oğlum' diyerek gösteriyor, tanıtıyordu. Herhangi bir
ustanın herhangi bir yetiştirmesine 'oğlum' diye seslenmesine benzememesi için,
kendisine bir şey söyleyeceği zaman ona 'oğlum' dememeye, adını bile
söylememeye dikkat ediyordu. Konuşmaları bir seslenmeyle başlamazdı zaten. Hani
kendilerini unutup birbirlerinin dikkatini çekmek üzere bir ses çıkaracak
olsalar gırtlaklarından, ikisi de utanır, tıksırıp gırtlak temizleyerek o sesi,
yayıldığı havanın içinden silip yok etmeye çabalarlardı. Söze, yarısından
girişirler, bir gün, bir hafta önce kestikleri yerden bağlarlardı
konuşmalarını; ya da başını anlatmışçasına sonunu getirirlerdi. Bir anlık
dalgınlık, sözün nereden gelip nereye dayanacağını hemen kestiremediklerini
gösterecek en ufak bir im, bir kaşın kalkması, bir gözün kısılması, bir dudağın
büzülmesi, en az, seslenmek ölçüsünde ayıptı onların gözünde. Bu yüzden,
arkadaşları, yoldaşları, çoğu zaman, konuşmalarını izlemekte güçlük çeker,
tuhaf tuhaf bakarlardı onlara. Bu alışkı içlerinde öylesine yer etmişti ki,
cambazların, dünyada böyle konuşmalarını yadırgayabilecek kimselerin
bulunabileceğini düşünemiyorlardı bile. Herkesle böyle konuşmaya kalkarlar,
utanç duymadan kalkan kaşların, kısılan gözlerin, büzülen dudakların karşısında
neden sonra, uyanır gibi, uyanır ama aymaz gibi, bocalaya bocalaya, handiyse
terler dökerek, konuşmalarını anlaşılır kılmaya çabalarlardı.
Genci yaşlısının oğlu diye görürdü kendini; görürdü ya,
ustasına babası diye değil de anası diye bakardı. Onu doğuran, emzirip büyüten,
ona yaşamasını öğreten anasıyla bir tutardı ustasını. Önceleri böyle bir şey
duyduğunun farkına ilk vardığı sıralarda, bu duygunun ayrıksılığından ürkmüş,
sıkılmış, öylesine olmayacak bir şeyi ustasına bile söyleyemeyeceğini,
açamayacağını düşünmüştü. Sonra sonra, her düşüncesini bilen ustasına, ayrıksı
da olsa bir duygusunu açamamasını daha da tuhaf bulmaya başlamış, bir gece,
gösteriden sonra, karanlıkta yatarlarken, söyleyivermişti içindekini ona. Karşı
köşedeki yataktan önce kesik kesik gülme sesleri gelmişti. Böyle bir şeyi,
ustasına da olsa, anlatmakla ne yanlış bir iş ettiğini anlayarak başına yıkılan
dünyanın altında kalmaya hazırlanırken, gülmesi düzgünleşmişti ustasının.
Kahkahaları gün ağarmaya yüz tutarken ancak dinebilmişti; o zaman da,
"yahu sen ne şair adammışsın," demiş, ardından da horuldamaya
başlamıştı. Düşünce aykırısıydı, güldürmüştü ustasını; ama yine de hoşuna
gitmişti, öyle anlaşılıyordu. Başına yıkılır gibi olan dünya toparlanıp yeniden
düzene girmişti. Bir daha da sözü eflilmemişti bu duygunun. Birliklerinin,
birlikteliklerinin bir öğesi olmuştu.
Ne var ki, aylarca sonra, altlarında sallanan halkaya doğru,
yanlış attığı bir adım yüzünden düşermiş gibi kendini bırakırken, onu havada
yakalayıp "kurtaran" ustasının elleri ona bir şeyler anımsatmıştı.
Gösteriden sonra, patrondan paralarını alırken, herkese iyi geceler dilerken,
giyinirken, ustasının yanında evlerine giderken, o anımsadığı belirsiz şeyin ne
olduğunu, ne idiğini çıkarmaya çalıştı durdu. Olmadı. Ertesi gece yine halkaya
doğru "düşeceği" anda kafası karıştı. Bildi. Ustasında bulduğu analık
öyle şairlik ürünü, edebiyat ürünü falan değildi. Amcasının odasından gelen
hırıltıya kulak veriyordu kapalı kapının önünde. Sokmuyorlardı onu o odaya kaç
gündür. Sokmadıkları için de mutfakla ayak yoluna, kapılarından içeri itilmedikçe,
girmekten hoşlanmadığı için de sokak kapısının eşiğinde oturup akşamı etmiştik
kaç gündüz sessiz sessiz. Şimdi kapının önündeydi; hırıltıları dinliyor, kapıyı
yavaş yavaş itiyordu. Kimse yoktu ortalıkta. Yani anası yoktu. Babaannesi.
Halka yaklaşırken, kemerine yapışması gereken ustasının
elleri, onu ancak bileklerinden yakalayabildiydi. Anasının elleriydi bunlar,
düpedüz. Ustası onu o gece, odalarına girip soyunduktan sonra, paylamaya
başladı. Çocukluğundan, ilk çıraklığından bu yana hiç paylamamıştı onu
böylesine. Susmuş, dinlemişti. Oysa, saatlerce sürmüş gibi uzayıp giden bu
paylamadan sonra ustası, "Şimdi söyle, niye öyle oldu, nasıl dalabildin
böyle?" deyince, dinlemediğini, dinler görünürken dinlediğini sanırken
kafasının hâlâ. Tutup anlatmıştı ustasına. Her şeyi o anda yaşar, görür gibi.
Ustasının zaten bildiklerinden başlayarak: babası ölmüştü, babaannesi
bunamıştı, amcası evin parasını getiriyor, anası da evle birlikte hepsine
bakıyordu. O sıralarda, iki yaşını dolduralı ancak iki üç ay geçmiş olsa
gerekti, annesi sonraları öyle demişti çünkü. Zaten kendi de, kendini aynada
görür gibiydi bunları anımsarken, sırtında kırmızı yeşil çiçekli basmadan bir
entari vardı daha. Babaannesi gün boyu kalkmazdı oturduğu alçak, yanları gibi
önü de destekli acayip koltuktan. Koltuğun altında, koku keskinleşince,
annesinin gelip döktüğü, kendininkine benzemeyen, daha büyük, daha yuvarlak,
daha kırmızı bir oturak vardı. Havalar iyice ısındığı için kendi eşikte
oturuyordu kaç gündür, sabahtan akşama dek; babaannesini de koltuğuyla birlikte
kapının önüne çekmişti anası o sabah. Babaannesi hep uyuklardı. Anası yoktu
ortalıkta. Hızlı hızlı çıkıp gitmişti, şimdi geleceğim, diyerek. Kendi,
yuvarlak, apak, parlak tokmağı çevirip kapıyı açabilmek şöyle dursun, o tokmağa
erişemezdi bile; ama kapıya dayandıkça aralandığını anlamış, sonunda, artan
hırıltılar içinde perdeler sımsıkı kapalı olsa gerekti, alacakaranlıktı içersi,
şimdi gibi gözlerinin önüne geliyordu sırtüstü yatan amcasına yaklaşmış,
bakmıştı. Amcası onu görür gibi mi olmuştu, ağzı gülümsemek ister gibi gerilmiş
miydi, yoksa bir şeyler söyler gibi olması ciğerlerinin son debelenişi miydi?
bu yaşında da bilmiyordu. Ansızın bir el bileklerinden, bir el entarisinden
yakalayıp sessizce dışarı çıkarmıştı onu, anasının elleriydi bunlar. Öbür
adamsa anasıyla gelmiş olacaktı eve odadan çıktığı zaman başını sallamıştı.
Anası da sesini çıkarmadan ayakyolunun eşiğine çökmüş, başını iki elinin
arasına almıştı. Korkmuştu, sesini çıkarmıyordu o, sonra elini uzatmış, anasının
dizine dokunmuştu. Anasının eli şakağından inip elini örtünce korkusu gitmişti.
Amcasının yüzünde, burnunun şimdi görür gibi de ondan biliyor sağını solunu sağ
kanadının dibinde, o güne dek hiç görmemiş olduğu kocaman lekeyi, beni
düşünmeye başlamıştı.
O gece bunları dinledikten sonra ustası onu yine paylamıştı.
Ama kısa sürmüştü bu kez. Üstelik kendi de dikkatle dinlemişti ustasını. Böyle
şeyler aklıma gelemez, diyordu ustası; çalışırken böyle şeyler aklına
gelmemeliydi. Onu ölümden kurtaracak eller, belini, bileğini bulmayabilirdi
günün birinde.
Ustası böyle istediğine göre, özlük anıları, geçmişi,
olmayacaktı bundan böyle; yalnız işini düşünecek, ustasına verecekti kafasını.
Gönlünden, usundan silmeliydi anılarını, anasının, babaannesinin ölümlerinin anısını;
silmişti de.
Silmişti de, bir tek anı dayanıp duruyordu bütün bu silme
çabalarına karşın, direniyordu. Sonraları, anasının, babaannesinin burunlarının
sağ kanadı dibinde gördüğü benleri unutamıyordu. Öylesine bildiği, ezbere
çizebileceğini sandığı o yüzlerde birkaç gün içinde gitgide belliieşen, her
görüşünde "nasıl dikkat etmemişim" diye kendisini uzun uzun
düşündüren, üzen, öldükleri gün neredeyse zeytin iriliğini bulan...
Anlamıştı. Ailesinin özelliklerinden biri olsa gerekti bu
benler. Gerçekten de, daha önceleri, yoktu o nesneler o yüzlerde. Ancak
öleceklerine yakın beliriyor, büyüyor, öldükleri gün o iriliğe...
Pek gençti daha. Öyle enikonu ölçülüp tartılmadan, taştan
taşa vurulmadan edinilen bilgilerle yetinilmemesi gerektiğini öğrenmemişti. Bir
gün, ustasının, yanına yeni aldığı bir çırağı ipin ortasından çalıştırırken...
Bir yaz günüydü. Çadırın tepesine yakın bir yerde çalışmanın
ne korkunç bir iş olabileceğini ancak cambazlar bilir. Ustası aşağıdan bakıyor,
yönetiyordu onları. Yeni yetiştirmesinin bir hafta sonra ipe çıkıp seyirci
önünde oynamasını istiyordu. Oğlan sıkı çalışmak zorundaydı. Bu sıcakta
ustalarını oralara çıkaramayacaklarına, kendisi de kalfalığa yükseldiğine göre,
yeni çırağı sıkı çalıştırmak da kendisine düşerdi.
İpin ortasında durmuşlardı karşılıklı. Şimdi dikkat et,
demişti karşısında duran yeni oğlana, terini de bir iyice sil, kaza çıkmasın...
Oğlan silinmiş, tamam, demişti gözünün içine bakıp. O an görmüştü burnunun sağ
kanadı dibindeki beni. Çalışmışlar, inmişlerdi ipten. Yıkandıkları sırada
takılmıştı oğlana, pek yakışıyor sana bu ben, diye. Oğlan önce garip garip
bakmıştı. Ne beni, demişti sonra. Aynaya bakmış görememişti. Kalfasının bu
şakasına akıl erdiremediğini söylemişti, biraz bozuk bir sesle. Kimbilir neler
geçmiş olacaktı içinden oğlanın. Kirdi herhalde, kusura bakma, ben gibi görmüş
olacağım, demişti o da. Ama ertesi gün çalışırken beni yerinde görmüştü yine.
Daha da belliydi üstelik. Oğlan üç gün sonra orta ipte kendi kendine çalışırken
düşüp ölmüştü. Koşup yetiştiğinde, benin yerinde durduğunu görmüştü, zeytin
iriliğinde...
Ailesinin değil, kendi özelliğiydi demek. Başkasının
görmediği benleri görüyor.
Öleceklerini biliyordu o insanların. Sonradan kaç kez, bu
özelliğinin tutarlığını gerçeklemek olanağını bulmuştu. Korkuyla bakıyordu
artık insanların yüzüne.
Sonraları, uzun bir süre kimselerde ben görmez oldu. Kimse
de ölmedi çevresinde. İçi biraz rahatladı.
Söğütler o sıraya rastlıyor.
Bir bahar gecesi evlerine dönüyorlardı ustasıyla.
Yalnızdılar artık. Ustayla oğlu. Yetiştirmeye kalktığı üçüncü çırak da ölünce
hepsinde beni görmüştü o, ama hepsi ipten düşerek ölmemişti ustanın yanına
çırak girmek isteyen çıkmaz olmuştu. Ustanın suçu yok, diyenler vardı; oğlanda
kardeş kovan damarı olsa gerek... Diyenler de gelip bakıyor, iki kaşının
arasını dikkatle gözden geçiriyor, orada görmeyi bekledikleri damarı kimi
görüyor, kimi görmüyordu. Kardeşkovan damarını, bir sabah, ustası da aramıştı
yüzünde. Görememişti. Öyle demişti hiç değilse. Ama bu arada, sabah ışığının
yumuşak parlaklığında, kendi bir şey görmüştü ustasının iki kaşı arasında.
Kardeşkovan damarının mor çatalı yerine, oğultutmaz damarının yeşilimsi
kamasını. Bunu ustasına söylemedi, söylemeyecekti. Ustasına söyleyemeyeceği şey
zaten içinde, usunda kalamazdı. Kalmadı da. Unuttu gitti bunları.
İkisi de bu duruma üzülüyordu ya, yaşayışlarını başkalarıyla
paylaşmak zorunda kalmaya artık iyice alışmışlardı anlaşılan.
O bahar gecesi evlerine dönerlerken, önünden geçtikleri bir
bahçenin bütün söğütlerinin budanmış, daha o sabah, incecik, körpecik
yaprakçıklarla buğulu gibi duruşuna bakarak sevindikleri dalların kaldırıma
atılıp yığılmış olduğunu görmüşlerdi. Ustası bunları çiğnememek için yola
inmişti; ama kendisi, saygıyla, sevgiyle, ağır ağır, cambaz ayaklarının bütün
yeniliğiyle bu dal yığınlarına basarak yürümüştü. Yine taşlara bastığı zaman
durmuş, havayı uzun uzun koklamış, ustasına o anda bir su kıyısında,
yeşilliğin, çimenlerin, otların içinde olmayı nasıl özlediğini anlatmaya
çalışmıştı.
O zaman yine azar işitmişti. Cambaz dediğin, insanların
topluca yaşadıkları yerlerde çalışıp para kazanırdı. İnsanların topluca
yaşadığı yerler ise, genellikle öyle söğütlük, otluk su kıyıları olmazdı.
Olursa ne iyiydi, ancak böyle yerlerin özlemini içinde taşımak bile suçtu
kendini bilen cambaz için, hele kendisi gibi, çoğu vaktini büyük bir şehirde
geçiren cambaz için. Cambaz ipini düşünmeliydi; özlemdi, düştü, silmeliydi
gönlünden.
Değil mi ki, ustası öyle diyordu, öyle yapmalıydı, öyle
yapacaktı. Yapmıştı da. Anılardan sonra, düşleri, özlemleri de silip atmıştı
içinden. Ustasıydı önemli olan, öyle öğretilmişti kendisine; işinin önemi
öğretile öğretile büyütülmüştü. Ustası öğretmişti bunu. Onu o eden işiydi, işi
olmalıydı. İşine duyduğu bu bağlılığı ustasına borçluydu. Her şeyi ondan
öğrenmemiş miydi? ona analık eden ustası değil miydi? ama her şeyi ondan mı
öğrenmişti?.. Kendi, kendi benliğini ne ölçüde oluşturmuş olabilirdi? Olabilir
miydi, ayrıca? Ustası neler katmıştı kendisine, kendi neler katmıştı? katmak ne
demek oluyordu gerçekte? Önceden hiçbir şey getirmemiş miydi ustasının
karşısına çıkarken? her şeyini ustası mı biçimlemişti? o halde herkes,
ustasının kendini biçimleyişini hayır, kendi biçimlenişini çırağına
aktarmasıyla mı biçimlenirdi.
Kafası karışmıştı. Bu soruları sormaya kalksa ustasına, ne
karşılık alacağını biliyor gibiydi. Senin aklın ermez demeyecekti. Kendi
kendine, şu anda, benim aklım bunlara şimdilik ermiyor ya bir gün gelecek
erecek mi, diyordu. Ama ustası öyle demeyecekti. Ona, düşünme, diyecekti, o
kadar. Ben öldükten sonra, sen de yanına bir çırak alıp yetiştirmeye başladığın
zaman bunları düşünmeye başlar, hem kendini anlarsın, hem beni, diyecekti.
Duymuş gibiydi, şimdiden, bu sözleri şimdiden işitmiş gibiydi. Demek ustasına
erişen, onun ötesine bile taşan bir yanı vardı kendinin de. Bunları
düşünebiliyordu... Ama kafasını daha çok yormadı bu konuda. Cambazlık, insanın
ölmek istemiyorsa bütünüyle kendini ipe, halkaya, ustaya, adıma, ele, göze
vermesini gerektiren bir işti. Günün birinde, işi cambazlık değil de düşünmek
olan birine rastlarsa, ona soracaktı bu soruları. Hoş, o adam da cambazların
soracağı sorular üzerine düşünmüş olur muydu, ayrı konu...
Aşağılarda, seyircilerin, oturdukları yerde dalga dalga
ırganarak kendisini izlediklerinin bilincinde, ipin ortasında sıçrayıp takla
atarken, birkaç kez, usunun başka yerlerde gezindiğini, ip
Ten başka sorunlarla uğraştığını fark etmişti ansızın. Böyle
şey olmazdı. Ustasının ruhu bile duymamalıydı öyle bir şey yaptığını. Kendini
zorladı, kafasını bir güzel temizledi. Düşünmez oldu artık iş başında. Ancak,
bir kentten bir kente giderlerken, uzun yollar boyunca, uyur gibi yapıyor,
ustasını bile kandırıyor, kendini koyveriyordu soru söğütlüklerinin, soruların
yaş otluklarının arasına.
Her gösteriden önce mahallede kapı altlarından attıkları,
kahvelere, kıraathanelere bıraktıkları, sokaklarda dağıttıkları elilanlarının
birer örneğini, her gece eve döndükten sonra özenle özel sandığına yerleştiren
ustası, bir gece, artık yetiştin, usta cambaz oldun, bu işi sana bırakıyorum,
dediğinde, bu sözlerin gönül okşayıcılığını bir yana iterek, bunlar da anı
değil mi sanki usta, diye soracak olmuştu da, ustası kükremiş, yetişmemişsin
daha, diyerek onu bir sıkı paylamıştı. Bunlar anı değil, ipimizden artakalacak
tek im; yaşayışımız, yaşadığımız, yaşantılarımız düpedüz, demişti. Her günle,
her gösteriyle sırtımıza biraz daha binen ölümün yükü, bu sandığı artık
kaldırıp taşıyamadığımız gün, tamam olacak, bizi çökertecektir, bunu iyi bil;
bunlarda sen varsın, ben varım; yaşadığımızı gösterecek, başkasına olsun, bize
olsun, gösterecek bir şey var mı elimizde, bu kâğıt yığınından başka?
Ama işte o gece, böyle paylandıktan sonra, aymıştı.
Kâğıtlardan ötürü değil de, ustasının öfkesinden ötürü. Nasıl da sezememişti o
güne dek?
Ustalıkçıraklık ilişkilerinin doğal görünen öfkelerinin
dışında kalıyordu bu değişik kükreyişler, bu kendisini kendisinden de çok sanki
gençliğini sözlerle ezmeye kalkmalar.
Ne zamandır dikkatini çekmiş olmalıydı bu parlamalardaki
değişik özellik.
Ustam yaşlanmış. Her geçen günle biraz daha büyüyüp
ustalaştığımı düşünmekten, başkalarının da büyüyeceğini, yaşlanacağını
düşünmeye vakit mi bulamadım, ne? Yanında yasaya yasaya yüzüne bakmamaya mı
alışmışım, ne? diyor, körlüğüne kızıyordu. Gerçi insan, sevdiğinin büyüdüğünü
ister de yaşlandığını, ölüme yaklaştığını istemez. Bu sersemliğin farkına
vardığıma göre ben de yaşlanmışım demek. O ise artık, kim bilir?.. Diyor,
arkasını getirmeye yanaşmıyordu bu düşüncenin. Ya da getiremiyordu.
Ustası yaşlanmıştı. Daha önceleri, ustasının paylamalarını
yalnız kendine yönelmiş sanırken şimdi anlıyordu ki bu öfkelenme, çok eski,
çocukluğundaki, yeniyetmeliğindeki paylamalar arasında.
Nasıl da uyumuştu böyle? Ustasının bir şeyi yanlış
yapabileceğini, yanlış bir şey söyleyebileceğini düşünemediği sürece.
Oysa bu son zamanlar, yanılmış olabileceğini bile değil de,
hani, belirli bir şeye, bir şeyciğe, dikkat etmemiş olabileceğini anıştıracak
bir şey ağzından çıkmaya görsündü! Parlayıveriyordu ustası. Bir zamanlar
usundan bile geçirmediğini şimdi geçirmekle kalmayıp sezdirecek şeyler
söylemeye kalkıyordu işte, ustası kızmaz mıydı buna?
Günler geçtikçe, dikkatini buna vermeye başladığı için
olacak, bu düşüncesinde yanılmadığını anlamıyor, sezdiği pekişiyor, bilgiye
dönüşüyordu. Ama artık bu konuda da ustalaştığı için iş başında böyle
düşüncelerin kafasına yaklaşmasına bile meydan bırakmıyordu.
Bütün bir ömür boyunca, taşlarını teker teker taşıyıp çatıp
kurduğu bir yapının sonuna gelen bir yapı ustası, ördüğü duvarların bir yerinde
bir çatlak, bir eksiklik, bir yanılgı bulunacak, bulunup kendisine gösterilecek
olsa, nasıl kızarsa...
Ama kendini beğenmeye başlamıştı da ondan mı ustasının
kusurlarını görüyordu? Yoksa yanılgıların gölgesi, düşüncesi, düşü bile
ustasını gitgide daha çok mu tedirgin ediyordu? Herkes gibi bir adam değil
miydi ustası da? Herkesinki gibi olmayacak mıydı yaşlılığı, kocamışlığı?
Çevresinde gördüğü insanlardan ustasının tek ayrımı, "usta" olması
değil miydi? Bu ustalık onu başkalarına benzediği halde başkalarından üstün
kılan, koruyan tek şey değil miydi? Kestiremiyordu ya, bunu kesinlikle
bilmenin, öğrenmenin de bir yararı olamayacağını anlıyordu. Ustası eskiden de,
sevgili çırağında, sevgili kalfasında gördüğü kusurları başkalarının yanında
söyler, onu utandırırdı. O ise günün birinde, başkalarının yanında, el
ilanlarıyla dolu sandığın sözünü etmişti de, gecesi bir güzel papara yemişti
ustasından. Bütün bunlar, kafasını gitgide kurcalıyor, karıştırıyordu.
Ustasının, anlatılmasından hoşlanmadığı şeyleri, kimse bilmemeliydi, ama
ustası, kalfasının anlatılmasından hoşlanıp hoşlanmayacağını düşünmeden
birtakım şeyleri başkasına keyifle anlatıyordu artık. Onu kızdırmak için
yapmıyordu bunu, domuzluğundan yapmıyordu; belliydi bu. Anlattıklarında
herhangi bir kötülük olabileceğini, sevgili kalfasını tedirgin edebileceğini
usu almıyordu. O kadar. Yanlış bir iş yapabileceğini kafası almıyordu ki.
Sonunda karar verdi. Ustasına, ne yaparsa yapsın,
kızmayacak, adamın yaşlandığını aklından çıkarmayacak, onu üzmemek için de,
yanıldığını görse bile susacaktı. İki gün önce, damdan düşercesine,
"yaşamama yardım edilmesi gerekecek günün gelmesinden korkarım,"
demişti, sabah çaylarını içerlerken. "senin yaşamama yardım etmen
gerekecek günün gelmesinden... Yardımsız kalmalıyım ki köpekler gibi öleyim,
diyorum arada bir. Diyorum ya, yük olmanın acısı, yapayalnız yaşamaktan kötü mü
değil mi, bilemiyorum..." bu sözler beyninde uğulduyordu hâlâ. Kararında
bu sözlerin de payı vardı elbet. Ama karara vardığı gece içi rahatladı,
deliksiz bir uyku uyudu, nice zamandır uyuyamadığı.
Ertesi sabah yine karşılıklı oturmuş sabah çaylarını
içerlerken ustanın burnunun sağ kanadı dibinde bir leke çarptı gözüne. Elini
uzatıp silecekken kendini tuttu. Ustası o ben işini bilirdi. Usuna kötü bir şey
gelirdi. Düşünmekten bile sakındı.
O gün büyük bir ölünün yası tutuluyordu. Akşama gösteri
yoktu. Başını alıp çıktı kentin dışına. Eliyle koymuş gibi, bir derecik
bozuntusu, bir söğütlük taslağı buldu. Yattı, gözünü göğe dikti, daldı...
Ustasının öleceği korkusu sardı yüreğini. Tut ki yanıldıydı, ustası bugünlerde
ölmeyecekti. Ama bu düşünce ilk olarak gelip yüreğine korku salmıyor muydu?
Ölümünü düşünebiliyordu demek. Artık düşünebiliyordu. Sevinebilirdi de bir
yerde. Usta olup çıraklar alacaktı yanına, artık adam yetiştirecekti, artık
düşünebilecek, yıllardır yığdığı sorulara teker teker karşılıklar arayacak,
arayabilecekti. Karşılıklar bulmaya çalışacaktı. Ama kendi de...
Ölen çırakları anımsadı. Ustasının kendisine böyle
bağlanmasının bir nedeni de bu olamaz mıydı? senden önce üç çırak aldım yanıma,
demişti bir gün, üçü de kazaya uğradı, seni aldıktan sonra kimseyi istemedim,
yalnız seninle uğraşmalıydım, sen artık iyice yetiştin diye alıyorum bu
çocuğu... (İpin ortasında durup çalıştırırken burnunun sağ kanadı dibinde bir
leke gördüğü çocuktu, ustanın bu dediği. Gnu aralarına aldıkları günün
akşamıydı. Çocuğu yatırdıktan sonra anlatmıştı bunları kapının önünde. Yaz
gecesinin o gürül gürül sıcağı içinde.) o oğlanın ardından iki çırak daha
ölmüştü.
Çocuğunu doğurup yitiren analara benzemiyor muydu ustası?
doğurup yitiren ya da düşüren?.. Kendi, kalfalığa erişmişti. Ustalığa
yaklaşıyordu. Kendi de ölecek olsa... Ustası kurur gider, kahrından ölürdü,
ustalığın eşiğindeki gençliğinde ölüp yiten kalfasından ötürü. Kimseyi
yetiştirememiş olurdu o zaman... Başka ustalar da vardı böyle, cambazlar
arasında uğursuz sayılan. Çırakları ölen, kalfaları ölen. Hep gençliklerinde
ölen... Kendi ustası da böyleydi, besbelli. Kimsecikler gelip böyle bir şeyi
ona ya da onun yanında, söylemeye kalkışmazdı elbet. Ama söylenmeyen şeyler yok
mu sayılır? Sanat, cambazlık sanatı, bu gibi ustalar da durup donuyordu
anlaşılan. Çocuğu olmadan ölecek insanlar gibi. Bunların çoğu, sivriliyordu
gerçi ustalar arasında, büyüklüğe yaklaşanı da az değildi. Ama kuruyan dallar,
kısır kadınlar değiller miydi gerçekte? Hepsi, ustanın birinden yetişmişti.
Ancak bunlardan kimse yetişmeyecekti. Bunların soyu kurumuyordu gerçekte.
Kuruyan bunlardan doğacak olanlar soyuydu.
Ama kendisi vardı işte. Cebinden aynasını çıkarıp baktı
burnunun sağ kanadına. Değil ben, toz tozan bile yoktu. Yaşayacaktı demek,
ustası da birini yetiştirebilmiş olacak, uğursuz soyun torunlarından
sayılmaktan kurtulacaktı. Ustasının, bundan kurtulması için, ölmesi gerekmesi;
çırağının, kalfasının ölümünden sonra ustalığa yükselecek kalfasının yaşaması
gerekmesi, bir bakıma...
Düşüncelerinin bu yola girmesinden hoşlanmadı. Gülünçle acıklının,
gülünçlüğüyle ağlanan böyle birbirlerine girmesi kafasını büsbütün
karıştırıyordu.
Uyudu, uyandı. Güneş batıya doğru kayıyordu. Kafese dönmenin
vakti yaklaşıyor, dedi ansızın, yüksek sesle. Şaşırdı. Bu da nereden çıkmıştı?
ne zamandan beri.
O sabah ustası elinden çayı bırakmış, kalkıp aynaya
bakmıştı. Burnunun sağ kanadı dibindeki lekeyi o da görür müydü, diye yüreğini
buran bir el dolaştı içinde; sonra da, usta da olsa beni görmesi güç, belki de
olanaksız, dediydi içinden. Benleri gören kendisiydi. Ustasının böyle bir şey
gördüğünü hiç işitmemişti, hiç konuşmamalardı. Zaten ustası burnundan çok
gözlerine, kaşlarına bakmıştı galiba. Dönüp, "bugün çalışmıyoruz, ipe
çıkman da gereksiz, benim gibi moruğun yanında durup ne yapacaksın,"
demişti. "biz nasıl olsa gidiciyiz." ya beni görmüştü ama olacak şey
değildi ya da salt rastlantıydı bu sözlerin söylenmesi. Boğazı düğümlenmişti.
Neden sonra, "böyle konuşma," diyebilmişti. "ne söyleyeceğimi
öğretmedin ki, bilmiyorum ne diyeceğimi böyle sözler karşısında." gülmüştü
ustası. "haydi git gez," demişti.
Kafes... Vardı. Kendi sözlerinden de ustasının sözlerinden
de ortaya çıkıyordu bu.
Kafesten kaçılırdı. Kaçmaksa...
Büyük bir cambaz olmak istemiyor muydu? usta olmak için
çalışmamış mıydı bunca yıl? İşini, sanatını, cambazlığını deliler gibi sev.
Deliler gibi sevmek dediği şey, bile usuna gelmiş değildi o
güne dek. İnsan havayı sever mi? havayı içine çeker, yaşar. O kadar. Bu da bir
sözdü, bir kalıptı; işitip durduğu, günün birinde kullanıverdiği.
İşini delilerden de beter seviyordu. Onsuz hiçbir şey
olmazdı. Ama ustasını da seviyordu. Ondan da hiç ayrılamazdı.
Yine de, bütün bu tutkular, bu duygular, kimin elinden
çıkmıştı, ustasının elinden değilse? İster tutku, ister sevgi. Kafese
dönecekti.
Akşam ustasına baktı, burnunun dibindeki o leke biraz
büyümüş gibi geldi. İçine kaygılar doldu. Suyun kıyısında düşündüklerini, örttü
kapattı bu kaygılar. Üçüncü gününde kuşkusu kalmamıştı. Ustası ölecekti. Ben
büyüyordu.
Aklı başından gitti. Ne yapacağını bilemiyordu; bakmaktan,
benin büyüdüğünü görmekten öte bir şey gelmiyordu elinden. Ne zamandır
bıraktıkları o pek tehlikeli yalancıktan güreşme numarasına dönmüşlerdi birkaç
gündür. İpin ortasında güreşirken, ustasının ölümüne yol açacak, ustasının
ölümü kendi elinden olacak diye yüreği ağzına geliyor, bu şaşkınlıkla bir kaza
yaparım diye büsbütün gönlü kararıyordu. Bu ölümün başka ölümlere
benzemeyeceğini biliyordu, ansızın korkunç bir yalnızlık içinde kalacağını
biliyordu; bunları kurdukça da başını duvarlara vurası geliyordu. Böylesinin
daha iyi olabileceğini düşün
Düşünebilecek
Düşünmekten korkmayacak birtakım kimseler vardır diye belli
belirsiz bir şeyler seziyor da olsa...
Büyüyen bene baktıkça çıldırıyordu ya, içini dökebileceği
tek insana hiçbir şey sezdirmemenin gerekliği onu eziyordu.
Benin zeytin iriliğini bulduğu akşam, ipin ortasında kendini
kasarak, ustasının yaklaşmasına bakıyordu. Geldi. Tutuştular. Ustasındaydı
yanlış adımı atma sırası o gece. Yay gibi gerilmişti. Ustasının arkasından uçup
onu yakalamak için. En ufak fiskenin bile yıllarca kurup durduğu duvarı
yıkabileceği korkularıyla parlayıp öfkelenen ustasını bir daha öfkelendirmek
istemediği için, bu yanlış adımı atmakta geciktiğini söylemeyecekti oyundan
sonra, bu gecikmenin farkına vardığını bile sezdirmeyecekti; hele yarın sabah
olsun, bir şeyler uydururum, hastalanırım, ne bileyim, bir şeyler bulurum, ipe
çıkmayalım derim ya da bu sıcak havada sen çıkma, ben elimden geldiğince, tek
başıma seyircileri oyalayayım derim, diye gönlünden fırtına gibi bir şeyler
geçiriyor, hiçbiriyle ustasını kandıramayacağını seziyor, titizleniyordu; ama
sezdirmeyecekti, sezdirmemeliydi, yumuşacık tutuyordu şimdi gövdesini,
ustasının her devimine göre ayarlayacaktı kendisini; ilk olarak, kimsecikler
farkına varmasa bilme, artık pek usta bir cambaz olduğunu önce kendi kendine,
sonra da ustasına gösterecekti. Ustası ustaysa, ustasıysa, bunun yine de
farkına varmalıydı, varmak zorundaydı, kendisini alnından
Öpüp artık ustasın diyebilmek zorundaydı. Gösterecekti
kendini bu gece. Ustası belki de onu sınıyordu, kalfasının içindeki korkudan
habersiz, onun da bu sınanmadan habersiz olduğunu düşünerek. Yitirdiği bunca
çıraktan sonra, bunun ustalığa erişmesinin kıvancını duymak için; ölmeden,
yenilmeden, bugüne eriştiğini görerek kıvanmak için. Ama böyle şeyler düşünmek
bile ustalığı daha hak etmediğini düşündürmez miydi? Ustası karşısında yitip
gitmek üzereyken...
Bekliyordu. Ustanın son adımı atmasını bekliyordu hâlâ.
Ustası, orta ipin altındaki halkaya tutunmuştu bile. Ama
seyircilerin çepeçevre sardığı, ince kum döşeli oyun alanı kendisine hızla
yaklaşırken, bağırtıların, çığlıkların içinde seçemedi ustasının, "vah
şaşkın oğlum," diyen sesini. İşitemedi.
Bilge Karasu