Gecede açılacaktı. Gökyüzü açık olacak; parlayan yıldızlar
başını kaldıranı kendine çekecekti. Hafif bir esinti de olsa fena olmaz, diye
düşünmüştü. Esenin bir adı olmalı mı, sorusu aklından geçmiş- misal, meltem –
kararsız kalmıştı. Ağaçların yeşile vurmuş yapraklarını hafifçe titretse
yeterdi. Şu duvarın dibinden acelesine zıt bir hızla süzülen kedi de olmalıydı
mutlaka. Cabbar bir tekir muhtemelen. Bekledi. Kurguya yakışır bir gece ha
bugün oldu ha yarın derken bir hafta geçti. Umudu kırılır gibi olduysa da umut
dibe çektiğinde, onu çoğaltmak gibi kimseye sezdirmediği bir yeteneği vardı. İlla
gece olacak diye bir şey yok, fikri yılgınlık kapıda belirmeye başladığında
imdat oldu. Güneşli bir öğleden sonra da pekâlâ iş görür dedi. Geceye ilişkin beklentisinde fazlaca bir şey
değiştirmedi, alabildiğine mavi gökyüzü ekleyiverdi listesine. Kedi tekir
olmalı’da ısrarcıydı. Esintiden de taviz verecek değildi. Güneş ve mavi. O kadar.
Birkaç gün bekleyebilirdi istediği gibi bir öğleden sonrayı. Geceden vazgeçtiği,
olabildiğince mavi bir gökyüzüne kendini ikna ettiği anda başlayan yağmurlar,
on gün boyunca sürünce inadı tuttu. Yağmur olmaz, dedi. Yağmuru istemiyorum. Çiselese
de göğü boşaltmaya niyetlenmiş gibi olsa da gönlüm kapalı yağmurlara. O zaman
ne? O zaman, dedi. Masanın başından kalkıyorum. Kalktı. Alelacele giyindi. Çıktı.
Ringe bindi, ondan inip yer altı trenine geçti. Treni boş görünce bir an durup
oturacak bir yer beğendi. Oturdu. Karşı koltuklarda oturan, emekli olalı epeyce
zaman geçmiş gibi görünen iki adama baktı. Memleket meselelerini konuşmaya
dalıp gitmiş adamlar bakışlarının farkında olacak gibi değildiler. Dinleyecek oldu. Memlekete duyduğu ilgiyi
kaybedeli epey oluyordu. İnsan bir şeyden umudunu kesti miydi, umudu çabuk
tüketene kör bakıyor, hatta bakmıyordu. Adam olmaz hikayeler ne köy ne kasaba
olacak ilişkiler, anlamını bulunamayacak kadar derine gizlemiş oluşlar, duvarda
sektirilip geri yakalamaya avuç açılan topları andıran duygular. Amaan’lar, boş
ver’ler, nereye gideceğim’ler. Adamların alçalıp yükselen seslerinin açık
ettiği heyecana baksa, belki, yaşadığı ülkenin gün geçtikçe insanı boğan,
saçmaya dönüşmeye meyli ile aklın dengesini yitirmeye yüz tutan olup bitenine
tekrar ilgi duyabilirdi. İçten bir aman yükseldi, kalbinden aklına doğru
ilerledi. Bu arada trenin geçtiği duraklara dikkat etmediğinin farkına vardı.
Nereye gidiyorum, sorusu o an düştü aklına. Düş kırıklığını avutmaya cevabıyla
sırıttı. Düş’ün kırılmaya teşneliği aleni. Olmazlığından kırılganlığı. Yabancı,
henüz okumadığı kitapların arasında olmak istediğini o anda fark etti. Dost
kitabevi? Olmaz. Hem kalabalıktır hem de çok satanlar rafına bakmaya tahammülü
yok. Bakma sen de, diyor kendine. Dayanamaz, bakar. Evrensel de olabilir ama
orası da küçük, geleni gideni de çok. Mekânsal darlıkta insani çokluk. Yok çekemez.
O anda aklına düştü, büyüdüğü sokağın iki yanını kaplayan yaşlı çınarlar ve
onların gölgesine gizlenmiş halk kütüphanesi. Kızılay’da iner, oradan Kumrular’a
geçerim, diye geçirdi içinden. Şansım varsa akşam üstü çınarları yuva bilmiş
birkaç kumrunun ötüşüne denk gelirim. Günlerdir dinmeyen yağmurlara
kızgınlığını unutur gibi oldu. İstemediğin kadar kitap, çocukluğunun gizlenme
yeri, ilk gençliğinin mabedi. Trenin ineceği istasyona ulaşmak üzere olduğunu haber
veren metalik sesi işitince kalkıp kapıya yanaştı. Ayaklarında bir sabırsızlık,
içinde bir yöne sahip olmanın ferahlatıcı esintisi. Tıpkı, yazmayı kurduğu
gecenin ya da güneşli öğle sonrasının esintisine benziyor. Dışımdaki dünyada eseceği
gibi, diye geçirdi içinden. Kapı açılsa fırlayacak, sevinçle sarmalanmış bir
enerjiyle olduğu yerde bir iki adım attı. Koşabilir de. Trenin durmasıyla
kapının açılması arasında geçen sürenin, bu aniden gelen hareketi kaybetmesine
neden olmasından korkmuyor değil. Hadi, hadi. Nihayet tren durdu. Kapı açılır
açılmaz atıldı çıkışa. Önce merdivenler. Basamakları ikişer üçer geçecek.
Yüzeye çıkmadan bir an için durup Güven Park çıkışını tayin edip, hızla oraya
yönelecek. Sonra yine merdivenler. Hareketli olanı es geçip, basamakları
tırmanmaya başlayacak. O esna da şarkı da gelmiş olacak. Geceyi beklemeye
başladığında gelmişti ilkin. Gece gelmedikçe sinmiş, güneşli öğleden sonra
fikriyle canlanır gibi olmuş, yağmurlar dinmedikçe etkisiz bir mırıltıya
dönüşmüştü. Şimdi, Güven Park’ın yeşili görünür olur olmaz şarkının nakaratı,
mırıltıyı üstünden atıp, ayakların coşkusuna denkleştiriyor kendini. Parkı
geçip Kumrular’a döndü. Günün herhangi bir saatinde rastlanabilecek
hareketlilikte sokak. Boşaltılan Devlet Mahallesinin beyaza boyalı duvarlarını
seçiyor uzaktan. Büyüdüğü ev değil ama. O sokağın sonunda, Necati Bey
caddesiyle kesiştiği noktada. Oraya kadar uzansam mı düşüncesi gelip geçti
zihninden. Odasının sokağa bakan penceresinin önünden geçme, geçerken şimdi çok
uzakta kalmış hatıraları geri çağırma fikri çekici gelmedi. Bir an önce
kütüphaneye atmak istiyor kendini. Adnan Ötüken Halk Kütüphanesi. İkinci Dünya
savaşı sırasında Almanya’dan ülkeye gelen mimarın- Paul Bonatz – tasarlayıp inşa
ettiği binanın ihtişamını anımsadı. Hızlan, dedi şarkıya. Ayakları söz dinledi.
Birinci ve ikinci caddeyi hızla geçti. Geçerken eski yarenlerinin- çınarların –
gövdelerine dokunmayı ihmal etmedi. Kütüphanenin önüne gelince durdu. Kiremit
rengine boyanmış duvarlarına, gün ışığından olabildiğince faydalanmak için kılı
kılına hesaplanarak yerleştirilmiş onlarca penceresine baktı. Bahçe kapısını
itip giriş kapısına varmasını sağlayacak basamaklara yöneldi. Sokakta akan
trafiğin uğultusu o anda azalmış gibiydi. Kapıyı açıp içeri girmek üzereyken
dönüp geriye, sokağa baktığında fark etti: Yağmur dinmiş, şimdilik ışığı zayıf
sayılabilecek güneş yüzünü göstermişti. Kütüphanenin bahçesindeki ıhlamurun yaprakları,
üstlerinde birikmiş çiğ taneciklerini bırakırken yağmurdan arta kalmış
esintiyle hafifçe titriyorlardı. Şarkının keyfine diyecek yoktu…