Tren düşündüğümden hızlı ilerliyor, yine de okumama engel
olacak kadar sarsmıyordu. Arada bir bakışlarımı okuduğum kitaptan ayırıp, ona
bakıyordum. Bilinçli bir izleme değildi, uyumakta olan birini izlemenin hoş
olmadığını bilecek bir terbiye almıştım. Gözlerim gayri ihtiyari kayıyordu,
çantasından çıkarıp cama yasladığı küçük yastığa dayalı başına. Saçlarına bakıyordum
sanırım en çok. Saçlarının kırçıl renginde beni çeken bir şey görüyor
olmalıydım. Belki de kıskanmıştım bir parça, hayatım boyunca o renk saçlarım
olmasını arzulamış olmamdan olabilirdi gıpta edişim. Yüzünde de insanı çeken
bir hava yok değildi. İnce bir ağız, düzgün denemese de yüzüne uyumlu bir
burun, çizgileri belirginleşmiş yanaklar, göz kenarları ve alnına düşen o gri
saçlarıyla kendisine baktırıyordu. Uykuda olmanın serbest kıldığı hatlarına
bakarken, güzel olduğunu düşünüyordum. Gençliğinde çok daha etkileyici olduğunu
tahmin etmek işten değildi. Kaç yaşında acaba, diye düşündüm.
Karşımdaki koltuğa oturduğunda, oradaki varlığından haz
etmemiştim ilkin. Yanımdaki koltuğa yerleşecek birinden yeğdi elbette. Ölçülü
bir tebessüm ve baş hareketiyle beni selamlamış, çantasından o küçük yastığı
çıkarıp aramızda duran masaya yerleştirmiş, el çantasından güneş gözlüklerini
çıkarıp çantasının yanına bırakmıştı. Sohbet arayacak, laflayarak epeyce uzun
olan yolumuzu, kendisi için, çekilir hale getirmeye çalışacak gibi durmadığını
düşünüp rahatlamıştım. Yine de tedbirli olmalıydım. Çantamdan kitabı çıkarıp,
okumaya niyetli olduğumu anlaması için masaya koymuştum. Kitaptan yana
şüphelerim vardı gerçi. Hiç duymadığım bir yazarın, adına daha önce
rastlamadığım bir romanıydı; arkadaş ısrarı üzerine okumaya söz verdiğim. Artık
var olmayan bir yayınevi tarafından, neredeyse ben doğmadan önce basılmıştı.
Eski kitaplara özgü sararmış yaprakları vardı ve o sayfalara dokunulduğunda
toza temas ettiğin sanısı yaratıyordu. Başlangıçta neden elim gitmedi kitaba,
bilmiyorum. Kitabı elime tutuşturan arkadaşımın ısrarına içten içe tepki
duymuştum belki ya da biraz önce hareket etmiş olan trenin geçtiği yerleri bir
süre izleme arzum baskın çıkmıştı. Hangisiyse,
sonuçta bir süre dışarıyı izledim. Trenin hızı, çok da keyifli bir izleme
sunmuyordu dışarı bakan için, yine de o camdan dışarı bakmanın büyüleyici bir
yanı vardı. Baktığın dışarısı, gördüğün için. Belleğinde saklamakta olduğunu
bile unuttuklarınla, aklının reddettikleri aynı anda doluşuyordu dışarıdan
baktığın içinde. Hipnotize olmuş gibiydim, bunu fark etmemle fark ettiğimin
tehlikesini akıl etmem bir olmuştu. Kendimi bu dışarısı – içerisi girdabından
kararlılıkla kurtarıp ona baktığımda anlayışlı bir gülümsemeyle beni izlemekte
olduğunu görüp, yakalanmış çocuk edasıyla karşılık vermiştim tebessümüne. O sıra
masaya bıraktığı küçük yastığa uzanıp, uyku kısa tutar yolu, demişti. Yastığı başı
ile cam arasına yerleştirip gözlerini kapamıştı. İşte o sıra çok güzel olduğunu
düşünmüştüm. İnsan uyurken gördüğü
birinden asla nefret edemez, diyen Canetti aklıma düşmüştü de, onun karşımda
kapanmış gözlerine bakıp sevinmiştim biraz da. Sonra aklıma gelmişti, uyuyan
birine gözünü dikip bakmak ayıptı.
Romanı elime alıp, evirip çevirdim ayıbı sürmemek için. Bazı
kitaplara başlamayı çabucak bitmesin diye geciktiririz, kiminde ise bizi iten
anlam veremediğimiz bir yan vardır. Bu kez itildiğimi baştan biliyordum da,
itenin ne olduğu o an için muammaydı. Bakınıp durmanın manası olmadığına karar
verip kitabı açtım. Aynı anda üç şey oldu: Yağmur başladı, romanın ilk cümlesi
kalbimde bir yere bel altı bir darbe indirdi, incecik bir ‘ ah ‘ zihnimden
sesime giden yolu izinsiz aşıverdi. Önce karşımda uyuyana, ardından cama vuran
yağmur damlalarına, sonunda da kitaba bakıp girdabın boyutunu anlamaya
çalıştım. Bir şey anladığım yoktu, o yüzden sırası değişmeden bu üç eylemi
yapmayı sürdürdüm yaklaşık bir saat boyunca.
Altmış beş – yetmiş yaşlarında görünen çok güzel bir kadın
karşımda uyuyordu, yağmur şiddetini artırmıştı ve okuduğum kitapta kesinlikle
bir terslik vardı.
Sevmediniz mi yoksa kitabı, diyen sesini işitip şaşkınlıkla
başımı kaldırdım. Uyanmış, uykulu gözlerini kırpıştırırken, mavi bir merakla
bakıyordu yüzüme. Ne deseydim? Bildiğim en iyi kaçış yolunu kullanarak başka bir
soruyla karşılık verdim: Okumuş muydunuz? Belli belirsiz baş hareketi tam bir
cevap değildi elbette. Kitabı biliyor olduğuna yorumlama meyilliydim. Bir
terslik var, dedim dürüstçe. Eliyle kitabı istermiş gibi bir hareket yapınca,
uzattım. Ellerinin ne denli yaşlı göründüğünü o an fark etmiş olmalıyım. En çok
elleri yaşlanırmış insanın. Neden acaba, sorusunun yeri değildi. Başka zaman
erteledim. Kitabı alıp, hafifçe titreyen parmaklarına engel olamıyormuş gibi
sayfalarını çevirdi. Nasıl bir terslik, diye sordu. Nasıl bir terslik? … Nasıl?
... Terslik? Onuncu sayfasını okurken sezdiğim şey değildi asıl sorun. Yine de
doğru cevaba henüz sahip olmadığımdan ve karşımdaki ısrarlı bir tebessümle
yanıt beklediğinden sezgimden söz edecektim.
Bu kitabı bir erkek yazmamış bence, dedim. Fark etmemiş gibi
çevirip yazarın adına baktı. Öyle mi, diye sordu. Gülümsedi. Gülümsemesi de
güzel diye düşündüm. Temiz bir gülümsemeydi her şeyden önce. Neden öyle
düşündünüz, sorusu doğaldı. Bilmiyorum, diye başlayıp bir dolu gerekçe
sıralayan cümleler kurmayı sevmezdim ve genellikle sakındığımı yapar konumda
bulurdum kendimi. Bilmiyorum, diye başladım söze. Kadın duyarlılığı – ki böyle
bir şeyin varlığına inanmam – hissettiğimden değil, ama satır aralarında okura ‘
seni kandırıyorum ‘ diyen bir ses işitiyorum sürekli ve o ses bir erkeğe ait
değil, dedim. Dediklerimin anlaşılmazlığından ürkerek baktım yüzüme. Tebessümü yerindeydi,
bana bakmıyor kitabın sayfalarını çevirip rastgele cümleler okuyordu. Siz
okumuş muydunuz bu romanı, diye soruverdim. Yine o gülüş. Uzun zaman önce,
dedi. Sesindeki okşar tını, ancak bir öyküde karşımıza çıkabilecek bir
olasılığın aklıma yatmaya başlamasına neden oldu. Böyle şeyler düşünmeye oldum
olası meyilliydim ve olasılığa tutunmaya çoktan hazırdım. Veriye ihtiyacım
vardı. Yazarı ilk kez okuyorum, öncesinde duymuşluğum da yok, dedim. Başka
kitabı var mı, onu da bilmiyorum. Düz bir cümlenin içine gizlediğim soruyu
anlayacağından eminim. Anladı. Kitabı kapatıp, almam için uzattı. Ben de
bilmiyorum, dedi bir yandan da. İma ve şüphe dolu yüzüme bakıyor ve gördüğünü
ya gerçekten anlamıyor ya da çok iyi rol yapıyordu. Kitaba devam etmekle – ki şiddetle
arzuluyordum o andan itibaren bunu – konuyu biraz daha eşelemek arasında
kararsız başımı pencereden yana çevirip, yağmura baktım biraz. Dilediğimce çarpıtabileceğim
belirsiz bir gerçeğin ucundan tutmuştum ve zihnim hızlıca örmeye başlamıştı;
elimde tuttuğum kurgunun bana ettiklerine kurguyla karşılık vermek içimi
soğutacakmış gibi hırsla inşa etmeye başlamıştım bana gerçekmiş gibi görünen
olasılığın evrenini.
Zamanında sevmiştim sanırım, diyen sesinin yarım
bıraktırdığına içerleyebilirdim başka bir anda. Dikkat kesildim. Ama sizin
gibi, yazarın cinsiyetinden şüphe ettiğimi hatırlamıyorum, diye sürdürdü
sözlerini. Bak işte, beni ikna etmeye çalışıyor diye düşündüm fesatça. Alttan
alacaktım. Benim ki öyle bir sezgi, yanılıyor olabilirim dedim. Bu arada
başından beri hissettiğim tersliğin adını koyabilsem, ilerlemenin daha kolay
olacağını söylüyordum kendime. Bir yükseliş ve düşüş öyküsüydü yanlış
hatırlamıyorsam, diye konuşmayı sürdürdü. Yükseliş ve düşüş! Oysa ben daha usulca
tırmanış kısmında kalmıştım. Fazla anlatmayayım, siz okuyacaksınız daha, dedi
yine. Konuşmayı sonlandırmak istiyor ama bir yandan da bunu yapamayışına
içerliyor gibi bir bakış yakalamıştım gözlerinde. Haklıyım işte, sezgimde diye
gazladım kendimi. Aynına onun da ihtiyacı vardı bence. Anlatımı güzel, dedim. Okuru
peşi sıra sürükleyecek, ölçülü bir hızı var ve aynı anda okuyucunun öyküye tam
katılımını talep ediyor. Şaşkın bir gülümseme işte yüzünde. Az utandı da sanki.
Öyle mi, diye sordu. O kadarını hatırlayamıyorum. Samimi gibiydi bunu
söylerken. Kuşku gelip oturdu içime. Yanılıyor muydum? Muhtemelen yanılıyordum
ve sanıma bunca sıkı tutunmamın temelinde, kitabın bana yapmaya
hazırlandıklarını savuşturma arzusu vardı. Kurguyu bir üst kurguyla tarafımca
istenir hale getirme çabası daha doğrusu. Zekice bakan mavi gözlerinde, bunu
anlamış bir bakış görür gibi oluyor, onu daha fazla konuşturmayacağımı fark
ediyordum.
Yol beni tutuyor, biraz daha kestireyim, diyerek önümü
tıkadı. Çaresiz gülümsedim. Gri saçların çevrelediği başı yeniden yastığa
dayandı; gözlerini kapadı. Ben de açlıkla kitaba kapandım. Okudum ve izledim. İzledim
ve okudum. Kurdum ve sevdim kurduğumu. Canımı yakması muhtemel cümlelerin
ateşini dayanılır kıldım böylelikle. Yağmur bir an için kesilmedi. Önce tırmandı
öykü acele etmeksizin, ardından yükseldi epeyce, sonra bildik bir düşüş. Kendini
hızla giden tren camına çarpan yağmurun sakınmasızlığını andıran o düşüş. Çarpmanın
etkisiyle o ince ‘ ah ‘ ağzımın kıvrımına yerleşirken tren yavaşladı,
yolculuğun sonunu haber veren bir eda ile girdi kentin acılı garına.
Gara girişi haber veren sesle gözlerini açtı karşımdaki
güzel kadın. ‘ Uyuyunca geçiyor ‘ deyişine tebessümünü ekleyerek. Aceleyle toparlandık.
Etrafa saçtıklarımızı çantalarımıza tıktık ve ayaklandık. Romanı bitirebildiniz
mi, sorusunu bekliyordum. İma sesimde değildi: Hayır, dedim. Kurguyla daha epey
bir işim var. Yine o gülüş. Haklıysam da değilsem de içi rahat ayrılsın
istiyordum kurgudan. Belki de, dedim. Yanılıyorumdur yazarı hakkında. Yılların
leke içinde bıraktığı ellerini saçlarının arasından geçirdi, belli belirsiz bir
kararsızlığı hissetmemi mümkün kılacak bilinçli bir bakış vardı yüzünde. Belki de,
dedi trenin kalabalık koridoruna çıkmadan az önce. Neyse ki yağmur sakinlemişti…
Mey