22 Mart 2016 Salı

Trende...

Tren düşündüğümden hızlı ilerliyor, yine de okumama engel olacak kadar sarsmıyordu. Arada bir bakışlarımı okuduğum kitaptan ayırıp, ona bakıyordum. Bilinçli bir izleme değildi, uyumakta olan birini izlemenin hoş olmadığını bilecek bir terbiye almıştım. Gözlerim gayri ihtiyari kayıyordu, çantasından çıkarıp cama yasladığı küçük yastığa dayalı başına. Saçlarına bakıyordum sanırım en çok. Saçlarının kırçıl renginde beni çeken bir şey görüyor olmalıydım. Belki de kıskanmıştım bir parça, hayatım boyunca o renk saçlarım olmasını arzulamış olmamdan olabilirdi gıpta edişim. Yüzünde de insanı çeken bir hava yok değildi. İnce bir ağız, düzgün denemese de yüzüne uyumlu bir burun, çizgileri belirginleşmiş yanaklar, göz kenarları ve alnına düşen o gri saçlarıyla kendisine baktırıyordu. Uykuda olmanın serbest kıldığı hatlarına bakarken, güzel olduğunu düşünüyordum. Gençliğinde çok daha etkileyici olduğunu tahmin etmek işten değildi. Kaç yaşında acaba, diye düşündüm.

Karşımdaki koltuğa oturduğunda, oradaki varlığından haz etmemiştim ilkin. Yanımdaki koltuğa yerleşecek birinden yeğdi elbette. Ölçülü bir tebessüm ve baş hareketiyle beni selamlamış, çantasından o küçük yastığı çıkarıp aramızda duran masaya yerleştirmiş, el çantasından güneş gözlüklerini çıkarıp çantasının yanına bırakmıştı. Sohbet arayacak, laflayarak epeyce uzun olan yolumuzu, kendisi için, çekilir hale getirmeye çalışacak gibi durmadığını düşünüp rahatlamıştım. Yine de tedbirli olmalıydım. Çantamdan kitabı çıkarıp, okumaya niyetli olduğumu anlaması için masaya koymuştum. Kitaptan yana şüphelerim vardı gerçi. Hiç duymadığım bir yazarın, adına daha önce rastlamadığım bir romanıydı; arkadaş ısrarı üzerine okumaya söz verdiğim. Artık var olmayan bir yayınevi tarafından, neredeyse ben doğmadan önce basılmıştı. Eski kitaplara özgü sararmış yaprakları vardı ve o sayfalara dokunulduğunda toza temas ettiğin sanısı yaratıyordu. Başlangıçta neden elim gitmedi kitaba, bilmiyorum. Kitabı elime tutuşturan arkadaşımın ısrarına içten içe tepki duymuştum belki ya da biraz önce hareket etmiş olan trenin geçtiği yerleri bir süre izleme arzum baskın çıkmıştı.  Hangisiyse, sonuçta bir süre dışarıyı izledim. Trenin hızı, çok da keyifli bir izleme sunmuyordu dışarı bakan için, yine de o camdan dışarı bakmanın büyüleyici bir yanı vardı. Baktığın dışarısı, gördüğün için. Belleğinde saklamakta olduğunu bile unuttuklarınla, aklının reddettikleri aynı anda doluşuyordu dışarıdan baktığın içinde. Hipnotize olmuş gibiydim, bunu fark etmemle fark ettiğimin tehlikesini akıl etmem bir olmuştu. Kendimi bu dışarısı – içerisi girdabından kararlılıkla kurtarıp ona baktığımda anlayışlı bir gülümsemeyle beni izlemekte olduğunu görüp, yakalanmış çocuk edasıyla karşılık vermiştim tebessümüne. O sıra masaya bıraktığı küçük yastığa uzanıp, uyku kısa tutar yolu, demişti. Yastığı başı ile cam arasına yerleştirip gözlerini kapamıştı. İşte o sıra çok güzel olduğunu düşünmüştüm.  İnsan uyurken gördüğü birinden asla nefret edemez, diyen Canetti aklıma düşmüştü de, onun karşımda kapanmış gözlerine bakıp sevinmiştim biraz da. Sonra aklıma gelmişti, uyuyan birine gözünü dikip bakmak ayıptı.

Romanı elime alıp, evirip çevirdim ayıbı sürmemek için. Bazı kitaplara başlamayı çabucak bitmesin diye geciktiririz, kiminde ise bizi iten anlam veremediğimiz bir yan vardır. Bu kez itildiğimi baştan biliyordum da, itenin ne olduğu o an için muammaydı. Bakınıp durmanın manası olmadığına karar verip kitabı açtım. Aynı anda üç şey oldu: Yağmur başladı, romanın ilk cümlesi kalbimde bir yere bel altı bir darbe indirdi, incecik bir ‘ ah ‘ zihnimden sesime giden yolu izinsiz aşıverdi. Önce karşımda uyuyana, ardından cama vuran yağmur damlalarına, sonunda da kitaba bakıp girdabın boyutunu anlamaya çalıştım. Bir şey anladığım yoktu, o yüzden sırası değişmeden bu üç eylemi yapmayı sürdürdüm yaklaşık bir saat boyunca.
Altmış beş – yetmiş yaşlarında görünen çok güzel bir kadın karşımda uyuyordu, yağmur şiddetini artırmıştı ve okuduğum kitapta kesinlikle bir terslik vardı.
Sevmediniz mi yoksa kitabı, diyen sesini işitip şaşkınlıkla başımı kaldırdım. Uyanmış, uykulu gözlerini kırpıştırırken, mavi bir merakla bakıyordu yüzüme. Ne deseydim? Bildiğim en iyi kaçış yolunu kullanarak başka bir soruyla karşılık verdim: Okumuş muydunuz? Belli belirsiz baş hareketi tam bir cevap değildi elbette. Kitabı biliyor olduğuna yorumlama meyilliydim. Bir terslik var, dedim dürüstçe. Eliyle kitabı istermiş gibi bir hareket yapınca, uzattım. Ellerinin ne denli yaşlı göründüğünü o an fark etmiş olmalıyım. En çok elleri yaşlanırmış insanın. Neden acaba, sorusunun yeri değildi. Başka zaman erteledim. Kitabı alıp, hafifçe titreyen parmaklarına engel olamıyormuş gibi sayfalarını çevirdi. Nasıl bir terslik, diye sordu. Nasıl bir terslik? … Nasıl? ... Terslik? Onuncu sayfasını okurken sezdiğim şey değildi asıl sorun. Yine de doğru cevaba henüz sahip olmadığımdan ve karşımdaki ısrarlı bir tebessümle yanıt beklediğinden sezgimden söz edecektim.

Bu kitabı bir erkek yazmamış bence, dedim. Fark etmemiş gibi çevirip yazarın adına baktı. Öyle mi, diye sordu. Gülümsedi. Gülümsemesi de güzel diye düşündüm. Temiz bir gülümsemeydi her şeyden önce. Neden öyle düşündünüz, sorusu doğaldı. Bilmiyorum, diye başlayıp bir dolu gerekçe sıralayan cümleler kurmayı sevmezdim ve genellikle sakındığımı yapar konumda bulurdum kendimi. Bilmiyorum, diye başladım söze. Kadın duyarlılığı – ki böyle bir şeyin varlığına inanmam – hissettiğimden değil, ama satır aralarında okura ‘ seni kandırıyorum ‘ diyen bir ses işitiyorum sürekli ve o ses bir erkeğe ait değil, dedim. Dediklerimin anlaşılmazlığından ürkerek baktım yüzüme. Tebessümü yerindeydi, bana bakmıyor kitabın sayfalarını çevirip rastgele cümleler okuyordu. Siz okumuş muydunuz bu romanı, diye soruverdim. Yine o gülüş. Uzun zaman önce, dedi. Sesindeki okşar tını, ancak bir öyküde karşımıza çıkabilecek bir olasılığın aklıma yatmaya başlamasına neden oldu. Böyle şeyler düşünmeye oldum olası meyilliydim ve olasılığa tutunmaya çoktan hazırdım. Veriye ihtiyacım vardı. Yazarı ilk kez okuyorum, öncesinde duymuşluğum da yok, dedim. Başka kitabı var mı, onu da bilmiyorum. Düz bir cümlenin içine gizlediğim soruyu anlayacağından eminim. Anladı. Kitabı kapatıp, almam için uzattı. Ben de bilmiyorum, dedi bir yandan da. İma ve şüphe dolu yüzüme bakıyor ve gördüğünü ya gerçekten anlamıyor ya da çok iyi rol yapıyordu. Kitaba devam etmekle – ki şiddetle arzuluyordum o andan itibaren bunu – konuyu biraz daha eşelemek arasında kararsız başımı pencereden yana çevirip, yağmura baktım biraz. Dilediğimce çarpıtabileceğim belirsiz bir gerçeğin ucundan tutmuştum ve zihnim hızlıca örmeye başlamıştı; elimde tuttuğum kurgunun bana ettiklerine kurguyla karşılık vermek içimi soğutacakmış gibi hırsla inşa etmeye başlamıştım bana gerçekmiş gibi görünen olasılığın evrenini.

Zamanında sevmiştim sanırım, diyen sesinin yarım bıraktırdığına içerleyebilirdim başka bir anda. Dikkat kesildim. Ama sizin gibi, yazarın cinsiyetinden şüphe ettiğimi hatırlamıyorum, diye sürdürdü sözlerini. Bak işte, beni ikna etmeye çalışıyor diye düşündüm fesatça. Alttan alacaktım. Benim ki öyle bir sezgi, yanılıyor olabilirim dedim. Bu arada başından beri hissettiğim tersliğin adını koyabilsem, ilerlemenin daha kolay olacağını söylüyordum kendime. Bir yükseliş ve düşüş öyküsüydü yanlış hatırlamıyorsam, diye konuşmayı sürdürdü. Yükseliş ve düşüş! Oysa ben daha usulca tırmanış kısmında kalmıştım. Fazla anlatmayayım, siz okuyacaksınız daha, dedi yine. Konuşmayı sonlandırmak istiyor ama bir yandan da bunu yapamayışına içerliyor gibi bir bakış yakalamıştım gözlerinde. Haklıyım işte, sezgimde diye gazladım kendimi. Aynına onun da ihtiyacı vardı bence. Anlatımı güzel, dedim. Okuru peşi sıra sürükleyecek, ölçülü bir hızı var ve aynı anda okuyucunun öyküye tam katılımını talep ediyor. Şaşkın bir gülümseme işte yüzünde. Az utandı da sanki. Öyle mi, diye sordu. O kadarını hatırlayamıyorum. Samimi gibiydi bunu söylerken. Kuşku gelip oturdu içime. Yanılıyor muydum? Muhtemelen yanılıyordum ve sanıma bunca sıkı tutunmamın temelinde, kitabın bana yapmaya hazırlandıklarını savuşturma arzusu vardı. Kurguyu bir üst kurguyla tarafımca istenir hale getirme çabası daha doğrusu. Zekice bakan mavi gözlerinde, bunu anlamış bir bakış görür gibi oluyor, onu daha fazla konuşturmayacağımı fark ediyordum.

Yol beni tutuyor, biraz daha kestireyim, diyerek önümü tıkadı. Çaresiz gülümsedim. Gri saçların çevrelediği başı yeniden yastığa dayandı; gözlerini kapadı. Ben de açlıkla kitaba kapandım. Okudum ve izledim. İzledim ve okudum. Kurdum ve sevdim kurduğumu. Canımı yakması muhtemel cümlelerin ateşini dayanılır kıldım böylelikle. Yağmur bir an için kesilmedi. Önce tırmandı öykü acele etmeksizin, ardından yükseldi epeyce, sonra bildik bir düşüş. Kendini hızla giden tren camına çarpan yağmurun sakınmasızlığını andıran o düşüş. Çarpmanın etkisiyle o ince ‘ ah ‘ ağzımın kıvrımına yerleşirken tren yavaşladı, yolculuğun sonunu haber veren bir eda ile girdi kentin acılı garına.

Gara girişi haber veren sesle gözlerini açtı karşımdaki güzel kadın. ‘ Uyuyunca geçiyor ‘  deyişine tebessümünü ekleyerek. Aceleyle toparlandık. Etrafa saçtıklarımızı çantalarımıza tıktık ve ayaklandık. Romanı bitirebildiniz mi, sorusunu bekliyordum. İma sesimde değildi: Hayır, dedim. Kurguyla daha epey bir işim var. Yine o gülüş. Haklıysam da değilsem de içi rahat ayrılsın istiyordum kurgudan. Belki de, dedim. Yanılıyorumdur yazarı hakkında. Yılların leke içinde bıraktığı ellerini saçlarının arasından geçirdi, belli belirsiz bir kararsızlığı hissetmemi mümkün kılacak bilinçli bir bakış vardı yüzünde. Belki de, dedi trenin kalabalık koridoruna çıkmadan az önce. Neyse ki yağmur sakinlemişti…



Mey