19 Mart 2016 Cumartesi

Evden Çıkmayacaklar İçin Şarkı

               
                Senin dışında olan bir şey içinde olan bir şeyin yansıması
                   senin içinde olan bir şey dışında olan bir şeyin yansımasıdır.
                  İşte o yüzden de, kendi dışında olan bir labirente adım atmak
                 yoluyla, kendi içindeki labirente de adım atmış olursun. “ *


Gözlerinin açılmasının ardından gelen sersemlik yüzünden zamanın hangi diliminde uyandığının ayrımına varamadı. Sabah mıydı, hala geceyi mi sürüyordu zaman, yoksa günün ortasında bir yerde miydi, bilemedi. Sabah, gün, gece gibi zamanı geniş dilimlere ayıran sözcüklerin bir anlamı kalmadığını da hatırlayamamıştı, sersemliği sürdüğünden. Doğa artık bunlara ilişkin ayrımın bilgisini vermeyi bırakmıştı. Aydınlanma ve kararma söz konusu değildi epeydir. Gökyüzü, hiç değişmeyen puslu ve koyu gri rengini zamanın her anında koruyordu. Gözlerini irice açıp yatmayı sürdürdü. Rüzgârın sesi, uyumadan önceki şiddetini değiştirmemişti. Kalıcı bir uğultu olarak, tıpkı gökyüzünün rengi gibi, alışılması gereken bir sese dönüşmüştü. Uzanıp saate bakabilirdi; gün mü, gece mi, sabah mı hesaplayabilirdi. Uzanması ve komedinin üzerinde duran saati eline alması yeterli olacaktı. Yapmadı. Yattığı yerden odanın karanlığına bakmayı sürdürerek, zihnindeki bulanıklığın bir parça da olsa dağılmasını bekleyecekti. Sersem, aklı bulanmış ve tüm bunların üstüne bitkin hissediyordu. Gözlerini tavandan ayırıp, odada dolaştırdı. Belli belirsiz gölgelerin hareketlerini izledi. Dışarının kıpırtısının içeriye yansımasıydı gördüğü, biliyordu. Dışarı ve içeri.

Acele etmeksizin doğruldu. Bir süre oturur vaziyette kaldı. Başı öne eğik, zeminin soğuğuyla temasıyla ürpertiyi alıp oradan tüm vücuduna yayan ayaklarını izledi. Ev de dışarısı gibi soğuktu. Üşüme duyumu ayılmasına yardım etmiş, bir parça ısınma arzusuyla harekete geçmesine neden olmuştu. Eğilip çoraplarını arandı. Bulduğu teki giydi, diğer tek için yatağın altına bakması gerekti. Uyumadan çıkarıp ayakucuna bıraktığı kalın hırkayı omuzlarına aldı. Önce banyoya, oradan da mutfağa geçti. Çay için suyu kaynamaya bıraktı, mutfak penceresinden dışarıyı izledi suyun kaynamasını beklerken. Mevsimsiz kalmış dünyanın ağaçlarının çıplaklığını görmek her seferinde içini acıtıyordu. Aydınlık yok, mevsimler yok, mavi yok. Umut? Ondan emin değildi. Umutsuzluk bitmediğinden umudun da bitmeyeceğini düşünüyordu. İyimserlik mi bu, diye her soruşunda şimdilerde epeyce bulanmış aklının nereden bulduğunu bilmediği bir güçle şöyle fısıldadığını fark ediyordu: umutsuzluk biterse, umut da kalmaz. Unutma, salt tekil’in varlığına dayalı uyum, artık,  olmayacak bir dünyanın habercisidir. Var mı ki? Dünya? Ya da geriye ondan ne kaldı? Rengini yitirmiş bir gökyüzü, artık gereksiz hale gelen zaman belirteçleri, mevsimsizlik, uğultusu hiç kesilmeyen kötü niyetli bir esinti, içeride ve dışarıda oynaşıp duran karanlık. En fenası da neredeyse hiç geçmeyen şu üşüme hali.

Suyun kaynadığını haber veren sesi işitince, pencerenin önünden çekildi. Dolaptan büyükçe bir fincan alıp, çay poşetini içine bıraktı. Suyu ekledi. İpin fincanın dışında kalan kısmını hafifçe hareket ettirerek çayın kıvam bulmasını çabuklaştırmaya çalıştı. Mutfak masasına oturup çayı yudumlarken, iyiden iyiye alışmaya başladığı loşluğun içine dikti gözlerini. Orada görülecek bir şey varmış veya yokmuş, bunun önemi olmadığını biliyordu. Göz nicedir salt bakmak içindi. Görmek, gördüğünü kavramak, kavradığından başka bir kavrayışa geçmek anlamsızdı. Eski alışkanlıklar, hiç olmamışa evriliyor; eksikliği her geçen gün daha az hissedilir oluyordu. Alışkanlıklar da değişir, diyen bir şiir dizesi anımsar gibi oluyor ama belleğinde ne kadar aranırsa aransın, ne şiirin tamamını, ne şairini hatırlıyor, ne de anımsadığını düşündüğü cümlenin gerçekten bir şiir dizesi olduğundan emin olabiliyordu. Umutsuzluk şuradaysa, umut da oralarda bir yerlerde olmalı hatırlatması bazen işe yarıyor bazen boş laftan öteye geçmiyordu. Çayı bitirip kalktı. Fincanı yıkadı, bulaşık sepetine koydu. Aç hissetmediği halde, yiyecek bir şey arandı. Hafta başında görevlilerin bıraktığı erzak kutusundan kalanlara göz attı. Pek bir şey kalmamış gibiydi. Evde kalması geren haftaların en kötü tarafı, başkalarının tercihlerini kabul etmek zorunda olmaktı. Neyse ki önümüzdeki hafta dışarıda olabilecek, seçenek çok olmasa da istediklerini alabilecekti. Bir haftaya katlanmanın nedeni bir diğer hafta vaadiydi, bunun ne denli zavallıca olduğunu itiraf etmeye yanaşmak, oralarda bir yerlerde olan sevinç kırıntılarını yok saymak, onları bir şekilde bulmaktan umudu kesmek demekti.

Uyuduğu odaya geçti. Ne yapması gerektiğini bilmez bir tavırla durdu odanın ortasında. Rüzgârın sesine kulak kabarttı. Bazen müziğin yerine geçebiliyordu o ses. Her zaman değil, sadece bazen. Şimdi sadece uğultuydu. Melodisiz, can sıkıcı bir uğultu.  Belki kapı çalar ve biri gelirdi. Seçmediği biri de olsa, bunu istediğini fark etti. Evde olmanız gereken haftalarda seçmediğiniz gelirdi, dışarda olduğunuz haftalarda sizi seçememiş olana giderdiniz. Adil miydi ya da gerekli? Rahatlama ve rahatlamayla sona eren mekanik birleşmeler, geçici bir ısınma duyumu, yabancı bakışlarla temas, etin açlığını doyurma ve belki bir iki kelam işitmenin verdiği değişiklik duygusu başlangıçta kabul edilemez geleni, zorunluluğu kabul edilen bir rutine dönüştürmüştü. Bekleyecek başka bir şeyi kalmamışlığın ısısız adasında uzaktan geçen hayalet geminin anlık ayaklandırması gibiydi kazazede ruhlarımızı. Ayaklanan neydi, ondan çok da emin değil. İnsan olma duygusu belki. Belki o da değil, belki hiçbir şey değildi. Bir şey veya değil, biri gelse fena olmaz diye düşündü odanın ortasında ayakta dururken. Orada duruşu anlamsızlaşmaya başlayınca, pencereye yürüdü. Perdeyi aralayıp, gökyüzüne baktı. Koyu. Bulanık. Gri. Penceresine doğru uzanan çıplak dalların rüzgârla savruluşuna bakmamaya kararlıydı. Dinmeyen esintinin kurbanı ağaçlarla kendisi arasında benzerlik kuruyor olduğunu kabullenecek değildi. Rüzgârı düşman belleme, diye öğütledi kendini. Eskiden severdin oysa. İnsanın ruhunu okşayan rüzgârları severdin. Bu, onlardan değildi. Hırçın, yıkıcı, tutunduğumuz kavramların içinde ne var ne yok alıp sürükleyecek kadar gaddardı. Saçmalama, dedi saçmaladığına kendini ikna etmek ister gibi. Rüzgâr havanın yer değiştirmesinden başka bir şey değil. İyi veya kötü değil. Rüzgâr işte. İnanmadı bu son dediklerine. İçi sıkıldı. Pencerenin önünden çekilecekken gördü binaya doğru ilerleyen insan siluetini. Paltosunun yakalarını kaldırmış, esintinin savuruşundan sakınmak ister gibi hafifçe öne doğru eğilmiş, çabuk adımlarla yürüyordu. İçeri haftasındaydılar, binadan biri olamazdı. Utanmasına neden olacak bir sıcaklık yaladı bedenini. Bana mı acaba, diye düşündü. Bana mı geliyor? Yüz yetmiş beşte bir olasılık vardı. Olasılıktı yine de. Aceleyle banyoya geçti. Nasıl göründüğüne bakarken, belki buraya geliyordur ve belki sigarası da vardır, diye düşündü saçlarını tararken. O sıra rüzgâr, her zamanki şiddetinden biraz daha güçlü esmeye başladı. Melodinin tam zamanıydı, diyerek gülümsedi sokak kapısının önüne, o bir olasılığı beklemeye giderken…


Mey

* Sahilde Kafka / Haruki Murakami / sy: 490