26 Aralık 2015 Cumartesi

Sorulmamış Sorulara Cevaplar...

                                                                                   “ bana soru sor artık
                                                                                      beni kurtarma, konuştur.”  
                                                                                                                    İ. Özel


Elbette içimde kalanlar var; ukdelerim var. Hayatın devasa bir ıskalama tahtası olduğundan haberdarım, hep öyleydim. İsteyip alamadıklarımın hesabını gütmedim; incindim belki ama hiç içlenmedim. Neşemi korudum üstelik. Yaşam, periyodik aralıklarla içe ve dışa döndüğüm bir gel –git’ler yorgunluğuydu. Kabullenmiştim. Yazmanın sağaltıcı gücüne önce inandım sonra reddettim. Sağaldım ve marazlandım. Marazlandım ve sağaldım.

Adımı değiştirmek bir hata mıydı, hala emin değilim. Adımı değiştirdiğimde artık konuşabileceğimi, bende birikenleri dışarı akıtacak bir oluk açabildiğimi düşünmüştüm. Adımı değiştirdiğimde ve yürümeye başladığımda. Koşulsuz seviyordum. Hem yürümeyi hem de yeni adımı. Yürümek ve konuşmak özdeş eylemlerdi; her ikisini de eylemek yeni bir heyecanı ve devam etme arzusunu güçlü kılmak anlamına geliyordu. Mecalim kalmayana dek konuşmam- yürümem bundandı. Ağzımdan çıkan her sözcüğün bana büyülü gibi görünmesi de bundan; aklımı başımdan alıp götüren bu büyü fikrinin ben olmayanlara sirayet edip, sihri çoğaltması da bundan. Adımı değiştirdiğimde, artık söz’ümün kimseyi zehirlemeyeceğini düşünmüştüm. Büyünün de bir tür zehir olduğunu hesaba katamayışım hangi ben’in marifetiydi, emin değilim.

Yalnızlıktan şikâyet etmedim ve durmaksızın ondan yana sızlananları samimi bulmadım. Gerçek bir yalnızın konuşmayacağının bilgisiyle biteviye ve içtenlikle sustum. Gerçeklikle doğruluk arasındaki ilişkiyi ve farkı herkesten iyi bilsem de, ne ilişkiyi dikkate aldım ne de farklarını umursadım. Hangisinin nesnede hangisinin öznede olduğunun önemine asla inanmadım. Her ikisini de sıkıcı buluyordum. Düş kuran insan zihnine duyduğum hayranlıktan umarsız aşklara koyun açtım. Olabildiğince çabuk ihanet ettim, inanılmaz bir hızla kaçtım.

Korkularım vardı doğal olarak. En çok da korkusuz olmaktan korktum. Saçımı okşayarak, korkmamamı söyleyenlere içimden dil çıkardım. Cesur bir korkak olduğumu kimseye demedim. Delirmekten korktuğum halde akıllıca davranmayı hiç beceremedim. Evimi temiz, zihnimi kirli tuttum; aklıma doluşan her fikrin peşinden düşünmeden koştum. Söyledim ancak eylemedim. Eylediklerimi ise çoğunlukla zikretmedim. Kendimi gizli köşelerde ağır ağır öğürdüm.


Sırları sevmezdim. Sırrı bulaştıranlara inat sırlarımı dolaştırdım. Aleni olanı şiddetle inkâr ettim. Kendimin  ‘yalancı çoban’ıydım. Hiçbir sözüme arka çıkmadım. Giderek irileşen söz’ün arkasına pek güzel gizlendim.

Özlemenin özel ve özellikli bir hisleniş olduğunu düşünmedim. Onun öz’den gelen ve yine öz’e yönelen, içedönük bir eyleme hali olduğunu biliyordum. Tek kişilik eylemlere yatkınlığımdan, özlemeyi de yürüme ve konuşmanın yanına yerleştirdim.


Yazmasaydım delirmeyecektim. Yazdım yine de. Yazdıkça aralandım. Yazdığım her sözcükle olmayan evrenimi renkten renge boyadım. Yazmanın yaşanılanın kâtibi olmaktan öteye geçirmeyeceğini biliyordum beni. Yazdığımda yaşamadım, yaşadığımda elime kalem almadım. Yazmanın bir yok etme yolu olduğundan neredeyse emindim. Seni kalemimle tükettim. Yokmuş gibi görünen varlığının,  kendime söylediğim büyük bir yalan olduğundan hiç kimseye bahsetmedim.



Mey