19 Aralık 2015 Cumartesi

Sanki...

( Sanki bir hikâyeye başlamıştın da, yarım kalmıştı. Unutmuştun başlamışlığını, yüzünü başka hikâyelere dönüşün yanlış gelmemişti. Sabahları evden çıkar çıkmaz yüzüne çarpan serinliğin şaşırtıcı etkisi – kiminin burnu akar ya hani akabinde, senin gözlerin sulanır ağlıyor gibi - , yanaklarına inen ıslaklık, göğ’ün pembemsi griliği, uyanmışlığını tam da o an hissedişin, derince bir soluğu içine çekip orada tutabildiğin kadar tutuşun, soluğuna rüyayı karıştırıp dışına usulca bırakışın… Bütün bunlara nedensiz gibi görünen bir sızının eşlik edişi belli belirsiz bir sezgiyi içermiyor değildi ya, anlamazdan geliyordun. Yapılması elzem bir şeyin varlığından haberdar olup da o şeyin ne olduğunu hatırlayamamak gibi bir duygu ile yürüyordun nereye gittiğini umursamadığın sokakları. Ne yapacaktın? )

Ne yapmayacaktım, diye çıkıştım kendime. Biraz kızmıştım.  Anlaşmayı bozma meylim canımı sıkıyordu. Canım sıkkın olduğunda çekilmez olurdum. Neye ve nasıl saracağım belli olmazdı. Belki bir şiire, belki bir şarkının içten içe nefret ettiğim nakaratına en çok da sevmediğim bir öykünün aklımdan çıkmayan satırlarına. Bunlardan herhangi birini yapmama tahammülüm yoktu. Kendimi olduğum yerden uzaklaştırmalıydım. Çıktım. Kapıyı sertçe çektim arkamdan. Çıkan sesle irkildim üstüne üstlük. Az önce kırdığım bardağın etrafa saçılmış cam parçalarına basıp kendimi yaralayışım geldi aklıma. Üstüne bastıkça dikkatsizliğimi yüzüme vurur gibi acıyordu. Aldırma dedim. Küçücük bir kesik. Ölmezsin. Öyle ya, kendinden gelen acıdan kim ölmüş? İkna olmuş gibiydim. Kesikten yayılan cılız sızıya aldırmadan yürümeye başladım. Yürümek, düşünmek demekti. Yürümek, düşünceyi ehlileştirmekti daha çok. Hızla yürümeye başladım. Yapılmayacaklar listesini delişimin kendime yönelmiş öfkesini dindirmek için düşünceyi de ertelemeliydim belki. O kadar akıllı değildim. Yürüdüm ve düşündüm.

( Sanki sevmiştin hikâyeyi de, gizlemiştin bunu kendinden. Bazı hikâyelerin tehlikesi buram buram incir çiçeği kokar. Hikâye gelmeden kokusu gelmişti. Salt kokuyu değil, salt sözü de değil; kendini de karıştırıp içine, kaybolacağını sezmiş gibiydin. Cümleyi yarım bıraktığın anı bunun için yarım bıraktın zihninde… Ne yapmayacaktın? )

Ne yapacaktın, diye sordum yürüyüşümün hızıyla kesik kesik solurken. Akışı engellenmiş bir ırmak gibi şaşkın olduğumun farkındaydım. Ardında büyük bir öfke gizleyen şaşkınlığımdan yararlanıp durumu kontrol altına alma derdine düşmüştüm. Yürüyüşü az daha hızlandırdım. Yürüdüğüm caddede az insan çok araç vardı. Bu iyi diye düşündüm. Bir insanla, herhangi bir insanlar göz göze gelecek halde değildim. Yanımdan hızla geçen otomobillerin geride bıraktığı rahatsız edici sese bir takılırsam halim haraptı. Duymazdan gel, dedim.

( Sanki içerlemişti hikâye yarı yolda bırakılışına. Sessiz sedasız zamanını bekliyor gibiydi. Zamanını veya senin bilmediğin bir şeyi. Bırakılmışlığının acısını çıkaracağını akıl edecek durumda olsan bile, yarım bıraktığını unuttuğun bir hikâyeden bekleyebileceğin intikam ne kadar büyük olabilirdi ki? Ne yapacak ve ne yapmayacaktın? )

Bacaklarım dur mesajını bağıra çağıra iletmeye çalışırken kahveyi gördüm. Kış bahçesinin insansızlığı sızlayan bacaklarımın şansıydı. Yine de tereddütlüyüm içeri girmeye. Neyse ki size servis yapan insanların gözlerine bakmanın gerekli olmadığı pis bir çağdaydık. Olumsuzladığının avantajından yararlanma anı geldiğinde utanma duygumuzu gerilere bir yere itmeyi de öğrenmiştik pişkince. İçeri girdim tabii. Bedeninin çağrısına bir yere kadar kulak tıkayabiliyor insan. Tıkanmış nefesimi sakinleştirmeye çalışarak oturdum. Yavaş, dedim kendime. Yetişecek bir yer yok. Ağır ol.

( Sanki en başından biliyordun hikâyenin istenir bir sonu olmayacağını. Elin mi varmadı, kendini yazmaya hevesli bir hikâyenin gölgesi olmaya? Yoksa için mi almadı, seni şekillendireceği ayan beyan ortada olan sözcüklerin köleliğini? Ne önemi var ki, diyerek sıyrılmanın çare olmadığı bir suçu omuzladın. Ne yapacaktın? )

Çayımız taze, dedi o sıra yanıma sokulmuş gençten bir adam. Kahve istedim inadına. Adamın inadına değil elbette. Kendimi bir fincan kahveye fit olmaya zorlamak, demini iyi almış bir bardak çayın kokusunu arzulayan isteme haddini bil demek gibiydi o anda. Saçmaladığımı biliyordum. Düşünceyi saçmaya yöneltmek, geçici de olsa, bir çözüm gibi geliyordu. Başımı çevirip kahvenin hemen dışında akan trafiği izliyor gibi yapmak da öyleydi. Görüş alanımdaki ağaçtaki düşmemekte inat etmiş sararmış yaprağına gözümü dikmek de.

( Sanki gözü hep üstündeydi hikâyenin. Gizlendiği yerden, yarımlığının acısını bir an için unutmadan, onlarca hikâyeyle hemhal oluşunu izlemişti geçen zaman boyunca. Kendini hatırlatacak herhangi bir şeye girişmeden uzunca beklemişti. Beklemeyi bilirsin sen. Bekliyor olmanın en temelde biriktirmek olduğunu herkesten iyi bilirsin. Ne yapmayacaktın? )

Kahveye dokunmadım. Elimden gelse kendime de dokunmayacaktım. Çaresizlikten efelendiğim doğrudur. Aman be, dedim. Kendi kurduğum acıdan mı çekineceğim bu saatten sonra? Buyursun gelsin. Olan oldu.

( Ne yapmayacaktın? )
Unutmayacaktım.
 ( Ne yapacaktın? )
Hatırlayacaktım.
( Sanki rahat durmayacak hikâye. Sıkı dur. )

Sigarasından derin nefesler çekmekte olan garsona seslendim. Bi’ çay versene…


Mey